BENİ KAYNUKA VE UHUD SAVAŞLARI

Peygamber Efendimiz, Medine’nin “Aliye” denilen bölgesinde oturmakta olan Beni Kaynuka Yahudileri ile sözleşme yapmıştı. Sonra bir Müslümanı haksız yere öldürerek verdikleri sözü bozdular. İslâmiyetin ilerlemesinden telâşa düşmüşlerdi. Müslümanlar arasında gizlice bozgunculuk yapıyorlardı.

Peygamber Efendimiz onların reislerini çağırarak ona şöyle dedi: “Ey Kaynuka Oğulları! Benim gerçek bir peygamber olduğumu biliyorsunuz. Bana iman ediniz ki, Kureyş’in (Bedir’de) uğradığı felâkete uğramıyasınız.” Onlar da şu cevabı vermişlerdi: “Sen bizi Kureyş gibi savaş bilmez mi sanıyorsun? Biz savaşa hazırız.”

Bunun üzerine İslâm ordusu, hicretin ikinci yılında onların çok sağlam olan kalelerini on beş gün kuşattı. Teslime mecbur oldular ve aldıkları izin üzerine yedi yüz kişi oldukları halde Şam tarafına çıkıp gittiler. Kendilerinden alınan ganimet mallarının beşte biri ilk olarak Devlet Hazinesine yatırıldı. Geri kalanı da gaziler arasında bölüşüldü.

Uhud Savaşına gelince: Bu savaş hicretin üçüncü yılında olmuştur. Şöyle ki: Mekke’de bulunan gayrimüslimler toplanmışlar. Üç bin kişiden ibaret bir oldu ile Medine’ye yakın Uhud dağının civarına kadar gelmiş ve yerleşmişler. Bedir savaşının acısını çıkarmak istemişlerdi. Yanlarında on beş kadın da vardı.

Peygamber Efendimiz bu sırada bir rüya görmüştü. Bu rüyasında bir sığırın boğazlandığını, Zülfikar adındaki kılıcının ucu kırılıp bir gedik açıldığını ve arkasına sağlam bir zırh giyip elini o zırhın yakasına soktuğunu gördü. Bu rüyayı tabir ederek: “Boğazlanan sığır, ashabdan bazılarının şehid olacağına, kılıcımdaki gedik de Ehl-i Beytimden birinin şehid olacağına, sağlam zırh da Medine’ye işarettir.” buyurdu. “Bunun için Medine’den çıkmayalım. Düşman saldırırsa, savunma yapalım,” diye öğütledi.

Medine’nin her tarafı bina ve duvarlarla çevrilmiş bir kale halinde bulunduğundan bu şekilde hareket pek uygun olacaktı. Fakat Bedir savaşında bulunmamış gençler, bu defa düşmanla çarpışarak cihad şerefine kavuşmak istediler. Yüce Allah’ın aslanı olan Hazret-i Hamza’nın da Medine’de kapanıp kalmaya gönlü yatmıyordu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Medine dışına çıkmaya karar verdi ve üstüste iki zırh giydi. Kılıcını kuşandı.

Hazret-i Peygamberin tavsiyesine aykırı olarak fikir yürütenler pişman olup: “Ya Resûlallah! Biz senin emrine bağlıyız, nasıl uygun görürseniz öyle yapalım,” dediler. Fakat Hazreti Peygamber:

“Silâhını kuşandıktan sonra savaş yapmadan geri dönmek, bir peygambere yakışmaz,” buyurdu ve bin kişiden ibaret bir kuvvetle şehir dışına çıktı.

Münafıkların başı olan Ubeyy İbni Selül’ün oğlu Abdullah: “Resûlüllah gençlerin sözüne uydu da şehir dışına çıktı,” diyerek başlarında bulunduğu üçyüz münafıkla geri döndü. İslâm ordusundaki kuvvetin sayısı yedi yüze indi.

Nihayet iki ordu karşılamıştı. Peygamber Efendimiz, ashabdan Cübeyr oğlu Abdullah’ı elli ok atıcı ile bir derenin ağzında görevlendirdi. Onlara şu talimatı verdi: “Buradan düşmanın saldırısı beklenir. Sakın benden emir almadıkça ayrılmayınız.” Savaş sonunda düşman fena bir şekilde bozularak kaçmaya yüz tutmuştu. Abdullah’ın kumandası altındaki erler, düşmanın tamamen bozulmuş olduğunu sanarak arkalarına düşmek ve ganimet malı almak istediler. Komutanlarının emrini dinlemeyerek dağıldılar. Düşman bunu görünce, o dereden İslâm ordusunun sol yanına saldırdı. İslâm ordusunda ansızın bir yenilgi baş gösterdi. Bu esnada Hazret-i Hamza ile daha birçok sahabi şehid olmuştu.

Peygamber Efendimiz savaş meydanında yalnız kalmıştı. Yanlarında birkaç kişi bulunuyordu Mübarek dudağı yarılmış, bir dişi kırılmış, zırhının iki halkası kırılmış ve güllerden daha nazik olan vücuduna saplanmıştı. Bir ara Peygamberimizin şehid düştüğüne dair bir haber yayılmıştı. Bu esnada Hazret-i Ali, Peygamberimize saldıran düşman kuvvetlerini geri püskürtüyordu. Sa’d ibni Ebi Vakkas da düşmana ok atıp duruyordu. Ummü Ümare denilen “Nesibe” adındaki muhterem kadın da vücudu kanlar içinde kaldığı halde savaşa devam ediyordu. Hazret-i Peygamberi düşmanlardan koruyordu.

Peygamber Efendimizin şehid edildiğine dair yayılan haberden dolayı, Müslümanlar büsbütün perişan olmuş, her biri kendi başının çaresine düşmüş, merkezlerini kaybetmiş yıldızlar gibi hareketlerini şaşırarak dağılmışlardı. Oysa ki, Peygamber Efendimiz savaş meydanında Yüce Allah’ın koruması ile ayak diretiyordu. Bu durumu ilk önce ashabdan Kâ’b ibni Malik görmüştü. “İşte Resulûllah! Hamd olsun sağ ve selâmette!” diye seslenmişti. Bunun üzerine Müslümanlar tekrar toplanmaya başladılar. Düşmanın saldırısını kırdılar.

Düşman daha fazla savaşmaya cesaret edemeyip geri döndü. Yirmi iki kadar ölü vermişlerdi. Müslümanların şehidleri ise, yetmiş iki kadardı. Bu mübarek şehidler, birer, ikişer ve üçer olarak gömüldü. Yüce Allah hepsinden razı olsun.

Müslümanlar Uhud savaşında yenilgiye uğrayarak üzgün bir şekilde Medine’ye dönmüşlerdi. Fakat bu savaş onlar için bir uyarı olmuştu. Çünkü içlerinden bir kısmı, Hazret-i Peygamberin arzusuna aykırı olarak şehirden dışarı çıkmak istemişti. Bir kısmıda korumakla görevlendirildikleri yeri bırakıp ganimet peşine düşmüştü. Böylece savaşın sonunda, Hazret-i Peygambere uymamanın ve verilen görevi yerine getirmemenin ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu gösterdi. Gelecekte Müslümanlar için bir ibret levhası ve bir uyanma dersi oldu. Bir de savaş sonunda gerçek Müslümanlar seçilmiş oldu, münafık olanlar anlaşıldı. Dost düşman belirlendi.