11. SOHBET İHLÂS-HUŞÛ
Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet edilmiştir: “Hayâ (utanma) îmandandır.”[1]
Ey Allah’ın (CC) kulları! Sizi Rabbinize (CC) karşı arsız davranmaya itemem, O’na (CC) karşı sizi cür’etlendiremem. Hayâ yaratılıştan gelir. Hakk’a (CC) karşı arsız davranmak ise boş bir hevestir. Hayânın hakîkati halvette ve celvette Rabb’den (CC) utanmaktır. Hayâ yaratılışın aslından değil, teferruatındandır. Mü’min Hâlık’tan (CC), münâfık ise halktan utanır.
Allah sizi ıslah etsin, ey münâfıklar! Bütün işiniz kendiniz ile halkın arasını düzeltmek ve Hakk (CC) ile aranızı tahrip etmekten ibâret. Eğer bana düşmanlık ederseniz, Allah’a (CC) ve Resûlüne (SAV) düşmanlık etmiş olursunuz. Zîrâ ben sâdece onların yardımı ile ayaktayım. Boşuna yorulmayın, “Muhakkakki, Allah (CC) emrini (yapacağını) yerine getirmekte gâliptir (üstünlük sâhibidir).”[2]
Yûsuf (AS)’ın kardeşleri O’nu (AS) öldürmek istediler, ama buna güçleri yetmedi. Onların güçleri buna nasıl yetsin ki, O (AS) Allah (CC) katında bir meliktir, pâdişahtır!. Nebîlerinden bir nebîdir. “Asfiyâ”sından (temizleyip kendisine seçtiği kullarından) bir sıddıktır. Allah-ü Teâlâ (CC), O’nun (AS) hakkında “O’nun (AS) eliyle halkın sulh ve selâmetini icrâ edeceği” hükmünü vermiştir. Yahudîler hep böyledir; Meryem oğlu Îsâ’yı (AS) bile öldürmek istediler. O’na (AS) verilen mûcizeleri görünce ona haset ettiler. Bunun üzerine Allah-ü Teâlâ (CC) O’na (AS) memleketinden ayrılarak Mısır’a gitmesini vahyetti. 13 yaşında iken memleketini terketti. Bir müddet böylece memleketinden uzak kaldı. Sonra Mısır’da ismi yayıldı, meşhur oldu. Bunun üzerine Yahudiler yine O’nu (AS) öldürmek için toplandılar, ama yine başaramadılar. Çünkü Allah-ü Teâlâ (CC) emrini, dilediğini yerine getirmekte üstünlük sâhibidir.
Ey bu zamânın münâfıkları! İşte durum böyle… Beni öldürmek istiyorsunuz. Bunda size imkan yok. Kollarınız kısa, bunu başaramazsınız. İtâat etmeye, günahları ve yanlışları terketmeye çalışsanıza. Halbuki bunlara çalışmak insanın tabîatinde vardır. Rabbinizin (CC) kelâmını anlamaya çalışın. Onunla amel edin ve amellerinizde ihlaslı olun. Rabbimiz (CC) işitilen ve anlaşılan bir kelam ile konuşandır. Mûsâ (AS) olsun, Hz. Peygamber (SAV) olsun O’nun (CC) kelâmını dünyâda iken işitmişlerdir. Âhirette ise O’nun (CC) kelâmını mü’min kulları işitecektir. Rabbimiz (CC) görülür. Bugün güneşi ve ayı nasıl görüyorsak, hiç şüphe yok ki, yarın kıyâmet gününde de Rabbimizi (CC) öyle göreceğiz.
Allah-ü Teâlâ’nın (CC) öyle kulları vardır ki, O’na (CC) bir kere nazar etmek mukâbilinde cenneti verirler. Fakat onların niyetlerindeki bu sadâkat ortaya çıkınca, bir kere nazar için cennetten vaçgeçtikleri halde nazar onlar için sürekli kılınır. Onlar dâimî bir yakınlığa kavuşurlar. Cennet lezzetlerine karşılık onlara Rablerinin (CC) yakınlığı bahşedilir.
Ey Allah-ü Teâlâ’yı (CC), Resûlünü (SAV) ve O’nun (CC) adamlarını (ricâlullâh) tanımayanlar! Sizlere yazıklar olsun! Kalp adımlarınızla Allah-ü Teâlâ (CC) fazlından ikram ettiği yemeğe yürüyün. Onu sizin önünüze nasıl bıraktığımı görmüyor musunuz? Beni yalanlayanın ben de elbisesini, evini ve etrâfındaki meleklerini yalanlarım, tanımam. Ey münâfık! Ey deccâl! Senin beni yalanlaman beni hiç ilgilendirmez.
Ey oğul! Sen bir nefis, bir hevâ ve boş bir hevessin. Kadınlarla, yabancılarla ve çocuklarla oturup kalkıyorsun, sonra da diyorsun ki: “Ben onlarla ilgilenmiyorum.” Yalancı! Ne şerîat, ne de akıl bunu sana uygun görür. Ateş üstüne ateş, odun üstüne odun atıyorsun. Hoş, din ve îman evini yakıyorsun ya! Halkın şerîati inkârı böyle olur; bundan hiç kimse müstesnâ değildir.
Îman, mârifetullah ve kurbiyet kuvveti tahsil etmeye çalış. Sonra Hakk’a (CC) niyâbeten halkın tabîbi ol. Yazık! Yılanları elinde nasıl tutarsın! Sen ne bir yılan oynatıcısın, ne de panzehir içtin! Sen körsün; insanların gözünü nasıl iyileştirebilirsin! Câhil! Sen dîni nasıl ikâme edebilir, ayağa kaldırabilirsin! Kapı muhâfızı olmayan kimse insanları pâdişâhın huzûruna nasıl götürebilir! Kıyâmet günü olup acâiplikleri görünceye kadar sus, konuşma!
Amellerinizde ihlaslı olun, yoksa boşa yorulmayın. Eğer alâka duyduğun şeyler senden kesilir ve yüzüne kapılar kapatılırsa sana Hakk’ın (CC) tarafı, O’nun (CC) kurbiyet kapısı açılır. O’na (CC) giden yol sana gösterilir. Her şeyin en kıymetlisi, en hoşu, en güzeli sana gelir.
Bu dünyâ geçicidir, gidicidir, pisliktir. Âfetler, belâlar ve sıkıntılar mekânıdır. Orada yaşamak hiç kimseye hoş gelmez, hele de “hikmet ehli” birisi ise. Ölümü düşünen hikmet ehli birinin gözleri dünyâda karar kılmaz, onunla mutlu olamaz. Hemen karşısında ağzını açmış bir yırtıcı ve vahşî hayvan duran kimse nasıl sâkin olabilir ve gözleri nasıl uyuyabilir? Ey gâfiller! kabir ağzını açmış bekliyor. Ölüm yırtıcı hayvanı ve yılanı ağızını açmış! Kader sultânı celladının kılıç elinde, emir bekliyor. Böyle olmasına rağmen ancak milyonda bir kişi uyanık oluyor! Uyanık, her şeye karşı zâhid olan, Rabbinden (CC) başka hiçbir şeye değer vermeyendir. O şöyle duâ eder: “İlâhî (CC)! Ne istediğimi sen biliyorsun. Halk sofraları tercih etti. Ben ise senin kurbiyet sofrandan bir lokma istiyorum. Ben sana âit olandan istiyorum.” Ey sebebi, vâsıtayı şirk koşan! Eğer tevekkül yemeğinden tatsa idin, sebebi şirk koşmaz ve O’nun (CC) kapısında sapasağlam bir tevekkül sâhibi olarak otururdun.
İki türlü yeme şekli biliyorum. Şerîate uygun bir kazanç yoluyla veyâ tevekkül yoluyla. Allah’tan (CC) utanmıyor musun ki, kazanmayı terkediyor ve insanlardan dileniyorsun? Kazanç başlangıçtır, tevekkül ise nihâyettir. Ben sana gerçeği söylüyorum; senden de utanmıyorum. Dinle, kabul et, tartışma! Benimle tartışan Cenâb-ı Hakk (CC) ile tartışmış olur.
Namazları muhâfaza edin. Onlar sizinle Rabbiniz (CC) arasındaki sıladır, bağdır. Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet olunmuştur: “Bir kul namaza durduğu ve kalbiyle Rabbinin (CC) huzûrunda bulunduğu zaman onun etrâfına nurdan otağlar kurulur; etrâfında melekler döner; gökten onun üzerine iyilikler iner; Cenâb-ı Hakk (CC) onunla övünür.” Namaz kılıp da kalbini Hakk’a (CC) veren kimse, tıpkı kuşun kafesten uçtuğu, bebeğin anne kucağından kurtulduğu gibi, ülfet ettiği şeylerden, oturup kalktığı kimselerden, evinden barkından, sıyrılıp alınır; onlar onun gönlünden kaybolur; velev ki, ilmi yutmuş, parçalamış olsa dahi.
Hz. Peygamber’in (SAV) Sahâbesinin tâbiîlerinin ileri gelenlerinden Urve b. ez-Zübeyr b. el-Avvâm b. Uhti Âişe (RA) hakkında şöyle bir kıssa anlatılır: Ayağında bir çıban çıkar. Ona: “Bu çıbanı kesmelisin, yoksa bütün bedeninin yok olmasına sebep olacak” denir. O, tedâvi esnâsında doktora şöyle der: “Namaza başladığımda o çıbanı kes.” O secdede iken doktor çıbanı keser, yarayı sarar, fakat o hiç acı hissetmez.
Sizler öncekilere göre boş birer hevessiniz. Siz sâdece konuşursunuz, amel yok! Mânâsız sûretler gibisiniz. Bekliyorsunuz ama size haber getiren kimse yok. Dikkat et! İnsanların lakırdıları seni aldatmasın. Nasıl olduğunu sen daha iyi bilirsin. Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “Bilakis insan kendisi üzerine “basîrettir” (şâhittir).”[3]
Avâmın elindekini güzel görme, havâssın elindekini de çirkin görme. Bir şeyh müridlerine şöyle dermiş: “Zulme uğradığınızda zulüm yapmayın. Övüldüğünüzde şımarmayın. Zemmedildiğinizde hüzünlenmeyin. Yalanlandığınızda gazaplanmayın. İhânete uğradığınızda ihânet etmeyin.” Ne güzel bir söz! Müridlerine nefsi ve hevâyı boğazlamayı emretmiş. Bu söz Hz. Peygamber’in (SAV) şu hadîsinden alınmadır: “Cebrâîl (AS) bana geldi ve dedi ki: ‘Cenâb-ı Hakk (CC) Sana şöyle buyuruyor: Sana zulmedeni sen affet. Sana gelmeyene sen git. Sana vermeyene sen ver. Allah’ın (CC) nîmetlerini, sanatını ve halkı üzerindeki tasarrufunu düşün!”[4]
Dünyâya değer vermez, ona karşı zâhid olursan ve bu zühdünde belli bir seviyeye gelirsen, dünyâ rüyâda sana kadın sûretinde görünür, sana boyun eğer gösterir ve: “Ben senin hizmetçinim. Yanımda emânetlerin var, onları al” diyerek, az çok ne varsa sana kendisindeki nasîbini verir. Mârifetin kuvvetlendiği zaman ise bu durum sana yakaza hâlinde vâki olur. Peygamberlerin (RA) ilk hâlleri ilham, ikinci hâlleri ise rüyâdır. Onların bu durumları kuvvetlenince Cebrâîl (AS) açık bir sûrette gelerek onlara: “Cenâb-ı Hakk (CC) size şunu şunu şunu buyuruyor” diye vahiy getirmiştir.
Akıllı ol! Baş olma sevdâsını at, yaklaş ve cemâatten biri gibi şuraya otur; tâ ki, sözlerim kalp toprağına ekin eksin. Eğer aklın olsaydı sohbetime gelir ve benden her gün bir lokmaya bile râzı olurdun. Sözlerimin sertliğine tahammül ederdin. Îmânı olan herkes sapasağlam durur ve meyve alır. Îmânı olmayan ise benden kaçar. Yazık! Ey başkasının gizli hâllerine muttalî olduğunu iddiâ eden: Biz seni nasıl tasdik edelim ki, sen kendi hâline bile muttalî değilsin? Her tarafın yalan. Yalanından tevbe et.
Allah’ım (CC)! Bizi bütün hâlimizde sadâkat ile rızıklandır. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”
[1] Buhârî, es-Sahîh, “Hayâ” hadîs no: 69.
[2] Yûsuf S. A.21.
[3] Kıyâmet S. A.14.
[4] Bk.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, “Müsnedü’ş-şâmiyyîn”, hadîs no: 17457, (Mısır-tsz.); Deylemî, el-Firdevs, V/318, (Beyrut-1986).
12.SOHBET MÜCAHEDE (Nefse Karşı Savaşmak)
Ey oğul! Nefsini dünyâya, kalbini ukbâya, sırrını ise Mevlâ’ya (CC) bırak. Dünyâ ile mütmain olma, huzur duyma. O süslü bir yılandır. Süsü ile insanları kendine çeker, sonra da helak eder. Kesin bir biçimde ondan yüz çevir. Rabbine (CC) ibâdette, sâlih arkadaşlarla sohbette, ihvâna hizmettte ve şehvetlerden yüzçevirmede samîmi ol. Hakk’ı (CC) öylesine tevhîd et ki, kalbinde mahlûkattan bir zerre dahi kalmasın. O zaman evi, barkı da gözün görmezsin. Tevhîd her şeyi öldürür. Bütün devâ Hakk’ı (CC) tevhîdde ve dünyâ yılanından yüzçevirmektedir. Nefsini bilinceye, onu hazlarından men edinceye ve onun müstehakkını verinceye kadar sende hayır olmaz. O zaman kalb sırdan, sır da Hak’tan (CC) huzur duyar.
Mücâhede sopasını nefis üzerinden kaldırmayın! Onun tilkiliklerine aldanmayın. Onun uyuması sizi aldatmasın. Vahşî hayvanın uyuması sizi aldatmasın; o sizi gözetler, uyuyor görünür ama aslında bir fırsatını bekliyordur. Uyanıkken ondan nasıl sakınırsanız, uyurken de ondan öylece sakının. Nefislerinizden sakının! Silahlarınızı kalp boyunlarınızdan indirmeyin. Bu nefis hayır için rızâ, tevâzu ve hoşnutluk gösterir ama aslında o içinde bunun tersini saklar. Daha sonra ondan ne çıkacak? Sen ona dikkat et.
Hüznü artırın. Rahatlığı azaltın. Bu iş (tasavvuf) hüzün ve tasa üzerine binâ edilmiştir. Nebîler (AS), resuller (AS) ve sâlihler (RA) hep bu hal üzerine yaşamışlardır. Hz. Peygamber’in (SAV) hüznü uzun ve tefekkürü sürekli idi. Ancak tebessümle gülerdi. Rahat görünmek için kendini zorlardı. Akıllı olan kimse, dünyâlıklar ile, evlâd-ü ıyâl, mal mülk, elbise, araba, hanım gibi şeylerle şımarmaz. Bunların hepsi boştur. Mü’minin ferahı, îmânının kuvveti sebebiyle olur, “yakîn”i (sağlam bilgi ve inancı ile), kalbinin Rabbinin (CC) kurbiyet kapısına yaklaşmış olmasından dolayı olur.
Nefsinin gözünü aç ve ona şöyle de: “Rabbinin (CC) seni gördüğü gibi, sen de O’nu (CC) gör! O (CC), zenginleri, pâdişahları nasıl helâk etti? Bir bak! Öncekilerin nasıl yok olup gittiklerinden ibret al! Onlar ki, bu dünyânın hükmünü sürmüşler ve nîmetlerini yaşamışlardı. Sonra onların ellerinden dünyâ alındı. Şimdi ise onlar azap hapishânelerinde esir bir şekilde yaşıyorlar. Kâşâneleri harâbe oldu, malları mülkleri kayboldu gitti; geride yaptıkları kaldı. Şehvetler gitti, yorgunluklar kaldı! Rahat yok, rahatlık vaktinde değiliz.”
Eşinin ve çocuklarının güzelliği, mal mülk çokluğu seni şımartmasın. Nebîleri (AS), resulleri (AS)ve sâlihleri (RA)şımartmayan şey seni de şımartmasın. Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “Muhakkakki, Allah (CC) şımarıkları sevmez.”[1] Yâni dünyâlık ile, mâsivâ ile şımaranı sevmez. Oysa kendisiyle feraha kavuşanı, kendine yakınlık duyarak rahatlayanı sever. Sûfîlerin özelliği, seciyesi onların isteklerinin âhirete müteallık olmasıdır; şehvetlere, zevklere ve saçmalıklara değil.
Ey hevesi peşinde koşan! Arzuladığın şeyden sana hayır yok. Ey gâfiller! Allah-ü Teâlâ’ya (CC) itâat etmeyenler için âhirette şiddetli bir azap vardır. Kulun kalbi istikâmet sâhibi olunca herşeye vedâ eder. Her şeyi kalbinin arkasına atar. Âhiret mülküne karşılık dünyâsının helâk olmasını önemsemez. Ateş üzerinde yürür, vahşî hayvanlara karışır, halktan kaçar. Kendini çöllerin susuzluğuna, açlığına bırakır da, şöyle der: “Ey şaşkınlara yol gösteren! Bana senin yolunu göster!” Allah’ım (CC)! Bütün gayretlerimizi, himmetlerimizi tek bir gayret, tek bir himmet yap.
Bu hâl ancak ve ancak, önce haramlara, sonra mübahlara ve sonra da helâllere karşı zâhid olmakla, onlardan yüzçevirmekle tamâmlanabilir. Kalbinde halktan bir zerre bile olmaksızın akşamlamaya ve sabahlamaya bak. Ben seni şehvetlerle, zevklerle, halkla, dünyayla, sebeplere güvenmekle dopdolu görüyorum. O halde niçin sâlihlerin ahvâlinden bahsediyorsun? Niçin onların hâlinin sende de olduğunu iddiâ ediyorsun? Bize başkalarının hâlini haber veriyorsun, bize başkalarının kesesinden ikramda bulunuyorsun! Başkalarının kitaplarını kurcalıyor, sözlerini çıkarıyor ve onlardan konuşuyorsun; seni dinleyen de o konuşmaların sana gelen ilhamlar olduğunu, senin ne kadar “ahvâl” sâhibi olduğunu, onları kendi kalbinden konuştuğunu vehmediyor.
Yazıklar olsun sana! Evvelâ, onların dedikleriyle amel et, sonra konuş. Kelâmın amelinin yavrusu olsun. Bu iş (tasavvuf) sâdece sâlihleri görüp onların sözlerini ezberlemekle olmaz. Aksine, onların dedikleriyle amel ederek, sohbetlerinde güzel edepli olmakla, onlara hüsn-i zan beslemekle ve bu hâli dâimâ korumakla gerçekleşir.
Sıradan insanlar ayaklarıyla attığı adımlar kadar sevap kazanırlar; “havâs” (özel kimseler) ise himmetleri kadar sevap alırlar. Kimin himmeti, gayreti bir tek olursa Cenâb-ı Hakk (CC) da onun için bir tek olur; kul O’ndan (CC) gayri her şeyden kalbiyle yüzçevirirse O (CC) da ona yüzünü döner.
Allah-ü Teâlâ (CC) Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle buyurmuştur: “Benim velîm kitâbı indiren Allah’tır (CC); O (CC) sâlihlerin velîsidir (onların işlerini üzerine alır).”[2] Böyle bir kulun kalbi Rabbine (CC) vâsıl olduğunda O (CC) onun tabîbi ve enîsi olur. O kul O’ndan (CC) başkasından devâ bulamaz, O’ndan (CC) başkasıyla ünsiyet edemez. Dâvûd (AS) şöyle dermiş: “Yâ İlâhî (CC)! Tabip kullarına gittim, hepsi de beni Sana gönderdiler; ey şaşkınların delîli, rehberi, bana Sen delillik, rehberlik et!”
Allah-ü Teâlâ’yı (CC) seven kişinin kalbi tamâmen şevk olur, tam bir yüzçevirme dolar, her şeyiyle fenâ bulur, yok olur. Hoş, onun bütün gayreti de tek bir gayret olur ya.
Hakîkî bir keşif ancak hicaptan (perdeden) kurtulunca olur. Vuslat istersen dünyâyı, âhireti ve yerin dibinden arşa kadar ne varsa her şeyi terket. Resûlullah (SAV) hâriç, her mahluk hicaptır, Hakk’a (CC) perdedir; Resûlullâh (SAV) ise Hakk’ın (CC) kapısıdır. Allah-ü Teâlâ (CC) O’nun (SAV) hakkında şöyle buyurmuştur: “Resûl (SAV) size ne verirse onu alın, neyden nehyederse ondan da uzak durun.”[3] O’nâ (SAV) ittibâ etmek Hakk’tan (CC) perde değildir, aksine vuslata vesîledir.
Ey oğul! Kalbin ne zaman gerçek hakîkati anlayacak? Sırrın ne zaman tertemiz olacak? Sen halkı Hakk’a (CC) şirk koşuyorsun. Kalbin tavkâdan hâlî iken, kalbinde zerre kadar takvâ yokken nasıl felah bulursun? Sen her gece işini gördürecek birini gözlüyorsun, şikâyetini ona yapıyorsun, ondan dileniyorsun; tevhîdden yoksun olan kalbin nasıl saf ve tertemiz olacak? Tevhîd nurdur, aydınlıktır; halkı şirk koşmak ise zulümdür, karanlıktır. Sen Hakk’tan (CC) halk ile perdelenmektesin. Sebepler ile sebepleri yararatandan perdelenmektesin. Halka tevekkül edip güvendiğin, îtimat ettiğin için perdelenmektesin. Sen sırf iddiâsın. Hiçbir delilin olmaksızın, bomboş iddiân ile seni kim kabul eder?
Tasavvuf yolu ancak iki şekilde katedilir:
1- Mücâhede etmek, savaşıp didinmek, meşakkate alışmak ve yorulmak ile -sâlihler arasında mâruf olan ve yaygın olan yol budur-.
2- Hakk’ın (CC) mevhibesi, karşılıksız bağışı olarak -bu da nâdir olur ve çok az kişiye nasip olur-.
Ey oğul! Îmânın zayıf olduğu zaman nefsini kısıtlamaya bakmalısın; eşi dostu, konuyu komşuyu, ahâliyi milleti düşünmek senin neyine? Îmânın kuvvetlendiği zaman eşine dostuna, çoluğuna çocuğuna, halka bak. Takvâ zırhını giyinmeden, kalbinin başına îman miğferini takmadan, eline tevhîd kılıcını almadan, ok torbana kabul olan duâ oklarını koymadan, tevfîk atına binmeden, savaş oyunlarını öğrenmeden onlara gitme.
Ondan sonra Hâlık’ın (CC) düşmanlarına karşı hamle yap. İşte o zaman sana Hakk’ın (CC) yardımı ve zaferi altı yönden, sağdan, soldan, yukarıdan, aşağıdan, önden, arkadan… O zaman halkı şeytanın elinden kurtarır ve onları Hakk’ın (CC) kapısına götürürsün. Bu makâma ulaşanın kalp gözünden perde kaldırılır. Altı yönden hangisine yönelirse yönelsin, onun nazarı perdeyi yırtar. Ona bir şey gizli kalmaz. Kalbinin başını kaldırınca arşı ve gökleri görür. Nazarını yeryüzüne yönelttiğinde onun katmanlarını ve oralarda oturan cinleri görür.
Bu makâma ulaştığında halkı Hakk’ın (CC) kapısına getir. Buna ulaşmadan senden hiçbir şey olmaz. Halkı Hakk’a (CC) dâvet edersen ve sen de Hakk’ın (CC) kapısında değilsen, bu çağrın ancak senin için bir vebal olur; kımıldadıkça aşağı inersin, yükselmek istedikçe alçalırsın. Sâlihlerden haberin yok! Sırf laklaksın. Gönlü olmayan bir dilsin. İçi olmayan dışsın. Halvetsiz bir celvetsin. Özsüz bir kabuksun. Kılıcın tahtadan. Okun kibrit çöpünden. Sen bir korkaksın, cesâret sende ne gezer! Seni en basit ok bile öldürür. Küçücük bir hücum senin kıyâmetini koparmaya yeter.
Allah’ım (CC)! Dînimizi, îmânımızı ve bedenimizi kurbiyetin ile koru. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”
[1] Kasas S. A.76.
[2] A’râf S. A.196.
[3] Haşr S. A.7.
13. SOHBET SALİH AMEL-VELAYET
Kul nefsinden, hevâsından, irâdesinden ve halkı görmekten fânî olunca görüntüsü (bedeni) ile dünyâda olsa da mânâsı ile âhirette olur. Allah’ın (CC) ilminde (takdîrinde) ve onun elinin içinde olur. O’nun (CC) kudret denizinde yüzer. Hakk’tan (CC) korkanın korkusu şiddetlenince kalbi ona korkuyu unutmayı öğretir. Onu Hakk’a (CC) yakınlaştırır. Nefsini ona öğretir. Ona muştular verir. Yûsuf (AS)’ın kardeşi Bünyamin’e yaptığı gibi onun korkusunu sâkinleştirir:
Yûsuf (AS) kardeşlerine baktı. Bünyâmîn’i onlardan ayrılmış, tek başına yemek yerken gördü. Ona karşı rikkati (duygusallığı) arttı. Onları biraraya oturttu. Bünyâmin’in yanına yaklaştı. Onunla berâber yemek yedi. Yemek bitince ona gizlice:
— Ben senin kardeşin Yûsuf’um, dedi.
Bünyamin (AS) sevindi. Sonra Yûsuf (AS) ilâve etti:
— Seni hırsızlıkla suçlamak istiyorum. Bu imtihana sabret!
O ikisi arasındaki duruma diğer kardeşleri şaşırdılar. Daha önceden Yûsuf’u (AS) kıskandıkları gibi, Bünyâmin’i de kıskandılar. Hırsızlık ayıbının(!) ortaya çıkmasından sonradır ki, Bünyâmin’e ikram geldi, kardeşine yakınlaştı.
Mü’min de böyledir; Allah-ü Teâlâ (CC) onu velî edinince, onu belâlarla ve türlü âfetlerle imtihan eder. Eğer sabır gösterirse onu ikramlarla, kendine yakınlık ile diğer insanlardan ayırır.
Ey oğul! Emirler karşısında tam bir vefâ örneği göster. Nehiyler karşısında ise hasta gibi ol. Belâ ve takdir karşısında ise sus ve kaybol! Fayda sana geri dönüp, zarar senden defedilinceye kadar ölü gibi ol. Muhib, Hakk’a (CC) nisbetle duyan ve görendir, fakat halka nisbetle sağır ve dilsizdir. Şevk ve iştiyak beş duyuyu kapladığında onun kalıbı halk ile olur, fakat mânâsı Hakk (CC) iledir. Ayakları yeryüzündedir, fakat himmeti semâdadır. Niyeti ve tasası kalbindedir onun; halk onun kalbini göremez. Onun ayaklarını görebilirler, ama “himmet”ini (niyetini) ve “hümûm”unu (tasasını) göremezler. Çünkü onlar aynı zamanda Hakk’ın (CC) hazînesi olan kalp hazînesindedir.
Bu hâl nerede, sen neredesin, ey yalancı? Sen ancak malınla, çoluk çocuğunla, makam ve mevkin ile, halkı ve sebepleri şirk koşarak ayakta durabiliyorsun. Buna rağmen Hakk’a (CC) yakın olduğunu iddiâ ediyorsun! Yalan zulümdür; çünkü aslında zulüm bir şeyi asıl mevkiinden başka bir yere koymaktır. Yalancılığının felâketi sana dönmeden önce yalancılıktan tevbe et. Sûfîlerle otur; zîrâ onlar bir kimseye nazar ederler ve himmetlerini ona yöneltirlerse o kimseyi severler. Bu kimse ister bir Yahudî, ister bir Hıristiyân, isterse bir Mecûsî olsun. Eğer o, müslüman ise onun îmânı, yakîni ve sebâtı daha da artar; müslüman değilse, Allah-ü Teâlâ (CC) onun sadrını İslâm’a açar.
Ey Hakk’tan (CC) ve sâlihlerden gâfil kullar! Mal mülk, çoluk çocuk sizi Hakk’a (CC) yakınlaştırmaz. Sizi O’na (CC) yakınlaştıran ancak takvâ ve sâlih ameldir. Kâfirler malları ve yakınları vâsıtasıyla sultanlara ve hükümdarlara yakınlaşıyorlar ve şöyle diyorlardı: “Eğer Allah-ü Teâlâ (CC) dilerse, kıyâmet günü bu yaptığımız gibi mallarımız ve çocuklarımızla O’na (CC) yakınlaşırız.” Bunun üzerine şu âyet indi: “Halbuki sizi bize yakınlaştıran ne mallarınız, ne de çoluk çocuğunuzdur; ancak îman edip sâlih amel işleyenlerin bu amellerine karşılık kat kat mükâfat vardır. Onlar yüksek köşklerde güven içindedirler.”[1]
Mallarınızla dünyâda iken Cenâb-ı Hakk’a (CC) yakınlaşırsanız bu sizin için faydalıdır. Çocuklarınıza yazı yazmayı, Kur’ân okumayı ve ibâdeti öğretirseniz ve bu amellerinizle de Allah-ü Teâlâ’ya (CC) yakınlaşmayı kasdederseniz bunlar da sizin için faydalıdır. Bütün bunların sevâbını öldükten sonra göreceksiniz. Ben size faydasız olan neyiniz varsa onu haber veriyorum! Size ancak iman, sâlih amel, sadâkat, Hakk’ı (CC) tasdîk fayda sağlar. Rabbine (CC) yakınlaşmak için kalbine izin çıkması için, sâlih-ârif bir mü’min işlediği ameller ile Hz. Peygamber’in (SAV) rızâsını gütmekten hiç geri durmaz. O, Hz. Peygamber’in (SAV) huzûrunda bir çocuk gibi olur. Epey bir hizmet ettikten sonra ona şöyle der: “Ey üstad! Melik’in kapısını bana göster. Beni O’nunla (CC) meşgul et. Beni O’nu (CC) görebileceğim mevkîde tut. Elimi halktan çek, O’nun (CC) kurbiyet kapısına götür.” O da (SAV) onu alır, o kapıya götürür. O’na (SAV) denir ki: “Yâ Muhammed (SAV)! Yanındaki kim? Bir elçi mi? Bir rehber mi? Bir ilim öğreticisi mi?” O da (SAV) şöyle cevap verir: “Aslında Sen biliyorsun. O kendi ellerimle büyüttüğüm bir minik yavrudur. Ben onun bu kapıya hizmetinden râzıyım.” Sonra, Cebrâîl (AS)’ın, Hz. Peygamber’le (SAV) birlikte semâyı geçip Rabbine (CC) yaklaştığında “İşte Rabbin (CC), işte sen!” dediği gibi ona kalbinde şöyle hitap edilir: “İşte Rabbin (CC), işte sen!”
Ey oğul! Sâlih amel getir ve âlemlerin Rabbine (CC) yakınlığı al. O yüksek köşklerdeki cennet ehli dünyâ âfetlerinden, fakr u zarûrete sabretmekten, çoluk çocuğun rızkını çıkarmaktan, hastalık ve sakatlıktan, gam ve kederden uzaktırlar, emniyet içindedirler. Ölümden, onun kâsesini ikinci kere içmekten, Münker ve Nekir’in sorgulamasından emniyet içindedirler. Cennete girerler ve arkalarından kapılar kapatılır. Oradan bir daha aslâ çıkmazlar.
Cennet ehli cennete girmekle rahata kavuşur, ama muhiblerin gönülleri mahbuplarını görmedikçe, binlerce defâ cennete girseler dahi bir türlü rahata kavuşamazlar. Onlar mahluk istemezler; onlar sâdece Hâlık’ı (CC) isterler. Onlar nîmeti istemezler, bilakis nîmeti bahşedeni isterler. Aslı isterler, fer’i değil… Onlar aşîretlerinden ayrılmışlardır. Malı mülkü terk etmişlerdir. Bütün genişliğine rağmen onların kalp arzları, dünyâları onlara dar gelir. Onlar halktan alıkoyan şey ile meşguldürler. Onlar cenneti gördükleri zaman ona göz ucuyla bile bakmazlar; ona vahşî hayvanlarına, prangalara, hapishâneye bakar gibi bakarlar. Derler ki: “Bunun hepsi perdedir, engeldir, sıkıntıdır, azaptır.” Halkın yırtıcı hayvandan, prangadan, hapisten kaçtığı gibi, onlar da ondan kaçarlar.
Ey oğul! Emelini kısalt. Hırsını azalt. Namazını vedâ ediyormuş gibi kıl. Benim huzûruma her şeyiyle vedâlaşmış birisi gibi gel. Son kez geldiğinde kader erişirse bu da senin hesâbında olan bir şey değil. Bir mü’minin, vasiyetini başının altına koymadan uyuması doğru değildir. Cenâb-ı Hakk (CC) onu bir âfiyet içerisinde uyandırırsa bu ona mübârek olsun; aksi halde ailesi onun vasiyetini bulsun, ona göre işlerini yapsınlar ve ona merhamet dilesinler. Yemeğin vedâ edenin yemeği olsun. Ailen ile vedâ eden bir kimsenin oturması gibi otur. Arkadaşlarınla, dostlarınla karşılaşman vedâ edenin karşılaşması gibi olsun. Fermânı başkasının elinde olan kimse böyle nasıl yapmaz ki!
İnsanlardan çok az kimse kendisine ne olacağını ve kendisinden ne vâki olacağını, ya da ne zaman öleceğine muttalî olur. Bu bilgi onların kalplerinde gizli kalır. Sizin şu güneşi gördüğünüz gibi, onlar da bu bilgiyi görürler, ama dilleriyle o bilgiyi açıklamazlar. Bu bilgiye ilk muttalî olan “sır”dır. Sır bu bilgiyi kalbe, kalp nefs-i mutmainneye aktarır. Bu bilgi orada gizlenir. Nefs-i mutmainne, bu bilgiye ancak tedip ve terbiyeden, kalbe hizmet ettikten ve onunla birlikte kâim olduktan sonra muttalî olabilir. Bu duruma ancak mücâhedelerden, maşakkatlere katlanmalardan sonra ulaşılabilir. Bu makâma ulaşan kişi yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın (CC) nâibi ve halîfesi olur. O artık sırların kapısıdır. Hakk’ın (CC) hazîneleri olan kalp hazînelerinin anahtarları onun yanındadır. Bunlar halkın anlayacağı şeylerin ötesindedir. Bu bilgilerden açıklananlar, sâdece dağdan bir zerre, denizden bir katre mesâbesindedir. Güneşe göre bir lamba gibidir.
Allah’ım (CC)! Bu esrâr üzerindeki kelamdan dolayı sana özür beyan ederim; Sen biliyorsun ki, ben bunda mağlûbum, mecbûrum. Bâzıları bundan özür dilemem gerekmediğini söylediler, ancak ben kürsüye çıkınca, sizler benim gözümden kayboluyorsunuz, gözümün önünde çekinilecek, sakınılacak kimse kalmıyor.
Bu kalp sapasağlam olunca, düzelince Cenâb-ı Hakk’ın (CC) kapısının önünde kımıldamadan durur. Onun “tekvîn” (yaratma) çölüne, tekvîn vâdisine, tekvîn denizine düşer. Bâzan onun kelâmıyla, bâzan himmetiyle, bâzan da nazarıyla müşerref olur. Allah’ın (CC) fiili olur, nefsini terkeder. O fânî olur, Hakk (CC) bâkî olur. Sizden çok azınız buna inanır, çoğu da bunu yalanlar. Buna inanmak “velâyet”tir, bununla amel etmek nihâyete ulaştırır. Sâlihlerin ahvâlini ancak münâfık ve hevâsına binmiş deccâl inkâr eder. Bu iş ancak, önce sağlam bir îtikat, sonra mârifetullâha (Allah’ı CC. bilmeye) ulaştıran hükümlerin zâhiriyle amel etme esâsı üzerine kurulmuştur. Hüküm onunla halk arasında olur, amel ise onunla Rabbi (CC) arasında olur. Onun zâhirî amelleri bâtınî amellerine nisbetle dağda br zerre misâlidir. Onun bütün uzuvları sükûna kavuşsa da kalbi huzur bulamaz; baş gözü uyuyabilir, ancak, kalp gözü uyuyamaz. O uyuduğu halde onun kalbi amel işlemeye, zikretmeye devam eder.
Dünyâyı ne zaman tanıyacak, terkedecek ve boşayacaksınız? Ne zaman kardeşinize karşı hasedi, onun elindekini ele geçirme kuruntularını bırakacaksınız? Yazık sana! Eşi, çocukları, evi ve elindeki dünyâlık husûsunda müslüman kardeşine haset ediyorsun! Oysa onlar onun için yaratılmıştır, sana onlardan bir nasip yok! Kardeşin için yaratılmış olan eşin dünyâda da âhirette de senin olmasını arzuluyorsun! Rızık bolluğu istiyorsun ama bu konuda rızkının kıt olacağına dâir kalem geçti, kader yazıldı. Sen ancak boş şeyin peşinden giden, mahrum birisin. Çünkü sen payın olmayan şeyi talep ediyorsun. Dünyâ talebi peşinde ne kadar koşacak ve daha ne kadar hırs göstereceksin? Dünyâdan nasîbin ancak sana taksim edilen kadardır.
Allah’ım (CC)! Kalplerimizi gafletlerinden uyandır. Bizi sana uyandır. Sana hizmet etmeyi bizlere muvaffak eyle. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”
[1] Sebe S. A.37.
14. SOHBET SUFİLER
Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet olunmuştur: “Her sanat için ehlinden yardım isteyiniz.”[1] İbâdet bir sanattır. Onun sâlih, gerçek, iyi bilen ehilleri ise amellerinde ihlâslı, Allah’ın (CC) hükmünü bilen ve uygulayan, halk ile vedâlaşmış, nefsinden, malından, yakınlarından ve bütün mâsivâdan kalp ve sır ayaklarıyla uzaklaşmış kimselerdir. Onların bünyeleri şehirde halk arasında olsa da, kalpleri çöllerde ve ıssız yerlerdedir. Onlar kalpleri terbiye oluncaya ve kalp kanatları kuvvetlenip semâya uçabilir bir hâle gelinceye kadar bu halden vazgeçmezler. Böylece kaygıları azalır, kalpleri uçar ve Hakk (CC) katında olurlar. Allah’ın (CC) şu âyette belirtmiş olduğu kimselerden olurlar: “Onlar bizim indimizde “mustafâ” (temizlenmiş, seçilmiş) imselerden ve “ahyâr”ndırlar (hayırlı, iyi kimselerdendirler).”[2] Sırrına “emân” (emniyet) kitabı verilip, kalbiyle kurtuluşa erinceye kadar mü’minin korkusu gitmez. Bu çok az kimsenin bileceği bir şeydir, halk işlerinden değildir.
Yazık sana, ey halkı şirk koşan! Arkasında oturanı olmayan kapıları daha ne kadar çalacaksın? Kızgın olmayan, soğuk demiri daha ne kadar döveceksin? Aklın yok! Fikrin yok! Tedbîrin yok! Yazık, yazık! Bana yaklaş, benim yemeğimden bir lokma ye. Benim yemeğimden tatmış olsaydın, başkalarının yemeğine itlifat etmezdin. Hâlık’ın (CC) yemeğinden tatsaydın, kalbin ve sırrın halkın yemeğinden hoşlanmazdı. Bu iş kalplerde olur; elbisenin, derinin, kemiğin ötesindedir. İçerisinde halktan birileri dolaştıkça, kalp sıhhat bulamaz, düzelemez. Kalpte zerre kadar dahi dünyâ sevgisi bulunduğu müddetçe îman sıhhat bulamaz. Îman yakîne (kesin bilgiye), yakîn mârifete, mârifet de ilme dönüşürse, işte o zaman sen Allah-ü Teâlâ (CC) için çabalayan bir kimse olursun. Zenginlerin elinden alır, fakirlere verirsin. Mutfağın sâhibi olursun, rızıklar senin sır ve kalp elinden geçer.
Böyle olduğun müddetçe sana “kerâmet (ikram) yok, ey münâfık! Sen vera sâhibi, zâhid, Allah-ü Teâlâ’nın (CC) hükmünü ve ilmini bilen bir şeyh eliyle temizlenmedin. Yazık sana! Hiçbir şeyin yok, ama bir şey istiyorsun! Eline hiçbir şey geçmez. Dünyâ bile yorgunluklarla, çabalarla elde edilirken, Allah-ü Teâlâ’nın (CC) indindekini elde etmek nasıl olur? Sen nerdesin, Allah-ü Teâlâ’nın (CC) kitâbında kendilerini “Geceleri çok az uyurlar ve seher vakitlerini de istiğfar ile geçirirler”[3] şeklinde çok ibâdetle vasfettiği kimseler nerede? İbâdetteki sadâkatleri gerçekleşince onların başlarına “uyandırıcılar” konur; uyandırıcılar, onları yataklarından kaldırırlar. Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Allah-ü Teâlâ (CC), Cebrâîl’e (AS) şöyle buyurur: ‘Ey Cibrîl (AS)! Falancayı kaldır, falancayı da uyut’.”
Sûfîlerin Allah-ü Teâlâ’ya (CC) giden kalp adımları uyanınca, rüyâlarında uyanıkken görmedikleri şeyleri görürler. Onların kalpleri ve sırları uyanıkken görmedikleri şeyleri görür. Oruç tutarlar, namaz kılarlar, nefislerini aç bırakarak mücâhede ederler ve dünyevî hedeflerden yüzçevirirler. Her türlü ibâdette karanlıkları gider, aydınlığa ulaşırlar. Böylece cenneti kazanırlar. Cenneti kazanınca onlara şöyle denir: “Bundan sonra Hakk’ı (CC) talep etmekten başka yol yok!” Artık amelleri kalpleriyle işlemeye başlarlar. Kalpleri O’na vâsıl olduğunda ise orada sapasağlam durur, hayat bulur. Ne istediğini bilen kimse için Rabbine (CC) itâat yolunda harcadığı gayret ve enerjinin bir önemi olmaz.
Mü’min, Rabbiyle (CC) mülâkî oluncaya kadar dâimâ yorgun olur. Bundan dolayı Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Rabbiyle (CC) karşılaşıncaya kadar mü’min için rahat yoktur.”[4] Yine O’ndan (SAV) şöyle rivâyet edilmiştir: “Mü’min vefat edip kabrine konulduğu zaman Münker (AS) ve Nekir (AS) ona sorular sorar, o da cevap verir. Rûhuna, Cenâb-ı Hakk’a (CC) yükselmesi ve O’na (CC) secde etmesi için izin verilir. Onunla birlikte bir grup melek de bulunur. O Rabbine (CC) mülâkî olur. Ondan perdeli olan şeyler ona açılır. Sonra cennette sâlihlerin ruhlarının toplandığı yere götürülür. Onu karşılarlar, ondan kendi hâlini ve dünyâyı sorarlar. Bildiklerini söyler. Sonra ona derler ki: ‘Filanca ne yapıyor?’ Der ki: ‘O benden önce öldü!’ Derler ki: ‘O bizim yanımıza gelmedi! Lâ hevle ve lâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm! O, Cehenneme atılmış olmasın?’ Sonra o cennette otlayan ve arşın altında asılı bir kandile konan yeşil bir kuşun kursağına konur.”[5] İşte bu, mü’minlerin çoğunun karşılanma şeklidir. Allah’ın (CC) selâmı ve selâmeti onların üzerine olsun ve Cenâb-ı Hakk (CC) bizleri de onlardan eylesin, onlar gibi yaşatsın, onlar gibi öldürsün. (Âmin)
Ey fakîrler! Ey türlü türlü musîbetlere mübtelâ olmuşlar! Ölümü ve ölümden sonrasını düşünün. O zaman fakirliğiniz ve müsîbetleriniz size hafif gelir. Dünyâya ve içindekilere vedâ etmek kolaylaşır. Söylediklerimi dinleyin, çünkü bunu ben tecrübe ettim ve bu yoldan ben geçtim. Sûfîler Rablerinin (CC) rızâsından başka bir şey gözetmezler. Onlar cennetten kalktılar ve cennetin Hâlık’ının (CC) huzûrunda durdular.
Sâdece Rablerinin (CC) rızâsını ve hoşnutluğunu istedikleri için, onların yanları yatakta uzanmaktan nefret eder. Onların kalpleri ile ailelerinin arası ayrılmıştır. Onların başına deli-divâne eden iş gelmiştir. Dükkanlarını kapatmışlardır. Çölleri ve sahrâları mesken tutmuşlardır. Sükûnları yoktur. Onların geceleri gece değildir, gündüzleri gündüz değildir. Yanları yataktan nefret eder. Kalpleri kızgın tavadaki tâne gibidir. Kalpleri ondan nefret eder ve kaçar. Tefekkür tavasındaki tâne… Muhâsebede, münâkaşada, münâzaada olan tâne… İşte akıllı, zekî ve uyanık olanlar bunlardır. Onlar dünyâyı da, içindekileri de tanımış olan kimselerdir. Onun hîlelerini, büyülerini, sıkıntılarını ve onun kendi çocuğunu bile boğazladığını bilmişlerdir.
Sûfîlere kalplerinden nidâ edilmiş ve onların yanları da yataktan uzaklaşmıştır. Sûretleri duyduktan sonra, mânâları da duymuştur onların. Kafeslerle birlikte kuşlar da duymuştur. Onlar Hakk’ın (CC) şu kelâmını işitmişlerdir: “Bana muhabbet duyduğunu iddiâ edip de gece olunca uyuyan kimse yalancıdır!” İşte bu yoklamadan, onlar utanıp mahcup olmuşlardır da, gecenin karanlığında Rablerinin (CC) huzûrunda dikilmişlerdir. O’nun (CC) huzûrunda ayaklarıyla saf tutmuşlardır. Gözyaşlarını yanaklarına doğru akıtmışlardır. Kalp adımlarıyla O’nun (CC) yanına girmişlerdir. O’nun (CC) huzûrunda havf-u recâ ayaklarıyla durmuşlardır; reddedilmekten korkarak, kabul edilme emniyetini umarak.
Ey kavim! Ey Sûfîler! Bu açık hükme hizmet edin. Allah’ın (CC) kitâbı ve Nebîsinin (SAV) sünneti ile amel edin. Amellerinizde ihlaslı olun. Sonra O’nun (CC) lutuflarından, ikramlarından, kurtuluşlarından göreceklerinizi bekleyin. Ey mahrumlar! Ey firârîler! Ey sırtını dönmüş gidenler! Buraya gelin. Ey kaçaklar! Geri dönün. Âfet oklarından kaçmayın. Onlar vehimden başka bir şey değil. Sebatkâr olun! Onlara şer olarak sizler yetersiniz. Sizin başınıza sizden başka bir şey düşmez! Sıddıkların göğüsleri onlara karşı kalkandır! Siz bu işin ehli değilsiniz. Ne siz o âfetler içinsiniz, ne de onlar sizin için. Sizler seyircisiniz. Sizler tebeasınız. Sizler sâdece bu topluluğun kalabalığını artırıyorsunuz. Bir topluluğu kalabalıklığını artıran onlardandır.
Mü’minin üç gözü vardır:
1- Baş gözü: Onunla dünyâya bakar.
2- Kalp gözü: Onunla âhirete bakar.
3- Sır gözü: Onunla da Cenâb-ı Hakk’a (CC) bakar.
Baş gözü dünyâ ile biter.
Kalp gözü âhiret ile biter.
Sır gözü ise hem dünyâda hem de âhirette Cenâb-ı Hak (CC) ile berâberdir. Çünkü o dünyâda da, âhirette de O’na (CC) bakar.
Bu vasıfları hâiz bir mü’min ümran bir bölgede olursa, o bölge halkı için o bir rahmettir. Şâyet orada böyle bir mü’min olmazsa, üzerine yukarıdan ip sarkıtsalar bile, orası bölge yerle bir olur. Bunu doğru bilin ve buna inanın. Nebîleri (AS) ve Resûlleri (AS) katleden, onlara ve Rablerine (CC) düşmanlık eden câhiller gibi olmayın. Onlar rahmetten uzaklaştırılmış, perdelenmiş, kovulmuş kimselerdir.
Allah’ım (CC)! Benim ve şu cemâ’atin tevbesini kabul eyle. Beni ve onları hidâyete ulaştır. (Âmin)
Ey dünyâ nîmetleri ile nîmetlenenler! Çok yakında nîmetlerinizden ayrılacaksınız. Şöyle diyen şâir ne gizel demiş: Ey Oğul:
***
Söz dinle mümkün olduğunca.
Bunu anlamazsan işte bu kayıptır, fevttir.
İstediğin kadar ye, istediğin gibi yaşa,
Herşeyin sonu ölümdür, mevttir.
***
Çok yakın zamanda malın da bitecek, gözün görmez olacak, aklına halel gelecek, yemen içmen azalacak. Gözlerin can çeken şeyler görecek, ama sen onları yiyemeyeceksin. Eşin dostun, çoluğun çocuğun sana kızacak ve ölmeni isteyecekler. Üzerine gamlar, kederler atılacak. Dünyâ senden uzaklaşacak, âhiret sana yaklaşacak. Şâyet senin sâlih amellerin olursa, o seni karşılayacak ve seni bağrına basacak. Eğer böyle değilsen yerin kabir çukuru, barınağın cehennem olacak. Bunlar boş değil! Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Gerçek hayat âhiret hayâtıdır”[6] ve bu sözü hem kendi kendine hem de Ashâbına (RA) karşı tekrar edip durmuştur.
Önümde ilim öğrenin, ey câhiller! Bana uyun, çünkü ben doğru yola götürürüm. Beni istediğini iddiâ ediyorsun ama neyin var neyin yoksa benden gizliyorsun; iddianda yalancısın! Mürîdin, şeyhinin karşısında gömleği, külâhı, altını ve malı mülkü olmaz. Onun sofrasından yer. Ne emrederse onu yer. O onda fânî olmuştur. Onun emrini ve nehyini gözetler. Çünkü mürîd bilir ki, şeyhi eliyle olan her şey Allah-ü Teâlâ’dandır (CC), onun lehinedir ve cesâretini artırmak içindir. Eğer şeyhini itham edersen, onun sohbetine gitme. Onun sohbetinin sana bir faydası dokunmaz. Hasta, doktora güvenmezse onun tedâvisinden şifâ bulamaz.
Ey oğul! Mâlâyânî ile meşgul olma; ilgilenmen gereken şeyi kaçırırsın. Başkalarının hallerini, ayıplarını konuşman mâlâyânîdir. Seni ilgilendirmesi gereken kendi hallerini düşünmektir. Nefis, hevâ ve heves sâhibinin bütün konuşması kendi aleyhinedir, lehine değildir. Tıpkı gece odun toplayan kimse gibi: Eline ne geçtiğini bilemez. Nefis mutmain olur, hevâ ve hevesin heyecânı düşerse, o zaman akıl yeşerir, îman kuvvetlenir, sükûn gelir. Hak ile bâtılı temyîz gücü gelir. O kimse bâtılı tutup atar, hakkı, gerçeği konuşur. Sonra hüküm gelir, o da onunla amel eder. O’na (CC) tam “kul” olur. Emrinde ve nehyinde Resûle (SAV) itâat eder. Çünkü O (SAV) Hakk’ın (CC): “O (Peygamber) (SAV) sizi neyden nehyederse ondan uzak durun”[7] buyruğunu işitmiştir. Bil ki, Resûlullâh (SAV) emirden ve nehiyden ne getirdi ise bunlar umûma şâmildir. Resûlullâh’ın (SAV) tâatlerdeki emirlerine yapışıp, hatâlardaki nehiylerinden kaçınan kimse “müslim” ve “müttakî” olur. Böyle bir kişi daha da ileri giderse ârif-billâh, âlim-billâh olur. O sessiz, sâkin ve dikkat kesilmiştir, kalbine gelen hitâbı dinlemektedir. Onun yanında dâimâ bir konuşan vardır. O dâimî bir suskunluk ve ferah içerisindedir.
Allah’ım (CC)! Bize kurbiyetinin lezzetini tattır. Sana güzel duâlar etmeyi, seninle sevinmeyi nasip et. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”
[1] bak.: Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, I/108 (no: 340).
[2] Sâd Sûresi, S. 47.
[3] Zâriyât S. A.17-18.
[4] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, “Zühd” hadîs no: 194.
[5] Zebîdî, İthâfü’s-sâde, X/393, Lübnan-tsz.
[6] Buhârî, es-Sahîh, “Fazâilü’s-Sahâbe” hadîs no: 3584.
[7] Haşr S. A.7.
15.SOHBET İBADET-TESLİMİYET-NEFS-İ EMMARE
Halka karşı zâhitliği sağlam olan kişiye halkın rağbeti de sağlam olur, düzgün olur. Halk o kişinin kelâmından ve ona bakmaktan istifâde eder. Eğer bu kalbin halka karşı ve sırrın da kurbiyet hâriç Hakk (CC) katındaki her şeye karşı zühdü sağlam olursa, kurbiyet öylesi kimselerin dünyâda dostu ve âhirette de arkadaşı olur.
Eğer sen halka Allah’ın (CC) ilmini ve O’nun (CC) mârifetini öğretirsen, onların sıfatlarını görmezsin. Gözünde cin de, insan da, melek de kaybolur. Kalbin başka bir sıfatla donanır. Böylece, sırrın da Âdemoğlunun özelliği olan vücût kabuklarından kurtulur. Hüküm (ilim) gelir, üzerinde gömlek olur. Yeryüzünde sen kendi işlerinle, Rabbinin (CC) ve O’nun (CC) halkının işleriyle karışır gidersin. İlâhî, rabbânî bir ilim gelir, sırrının ve kalbinin üzerinde bir gömlek olur.
Manastırında, zâviyende cehâletle uzlete çekilme. Cehâlet ile uzlete çekilmek tam bir fesattır. Bunun için Hz. Peygamber (SAV): “Önce dînîni iyice öğren, sonra uzlete çekil”[1] buyurmuştur. Yeryüzünde kendisinden bir şeyler beklediğin, ya da bir şeylerinden koktuğun kimseler olduğu halde senin zâviyende inzivâya çekilmen uygun değildir. Allah-ü Teâlâ’dan (CC) başka bir varlıktan korkman aslâ doğru değildir. İbâdet âdeti terketmektir. Âdet ibâdete dönüşmelidir. Dünyâ, âhiret ve halk ile alâkadar olmayı talep etmeyin. Cenâb-ı Hakk (CC) ile alâkadar olun. Kendinize boşuna süs vermeyin! “Tenkitçi” görüyor! Sizden sâdece huysuzluk ve tartışma çıkıyor. Siz ancak kendinize süs vermeyi biliyorsunuz; bunu bırakın. Bunu bir şey sanmayın. Sizden ancak körüğe girmiş ve fesattan temizlenmiş ameller kabul edilir. Bu işi kolay sanmayın!
Sizden pek çok kimse ihlaslı olduğunu iddiâ eder, halbuki onlar münâfıktır. İmtihan olmasaydı iddiâcılar çoğalırdı. “Hilim” (yumuşaklık) iddiâ edeni biz gazap ile imtihan ederiz. Cömertlik iddiâ edeni biz ondan bir şeyler isteyerek imtihan ederiz. Her kim bir şeyi iddiâ ederse, biz onun zıddıyla o kimseyi imtihan ederiz.
Kul dünyâyı ve âhireti terkeder ve mâsivâdan çıkarsa, onun kalbi Rabbinin (CC) kurbiyetini, ihsânını ve lutfunu kazanır. Onu yeme, içme, giyinme derdi veyâ dünyâlık her hangi bir sıkıntı almaz. Onun kalbi bunlarla iştigal etmekten uzaktır.
Yazık size, bedelsiz olarak bir şeyler almayı istiyorsunuz! Böyle, elinize bir şey geçmez; bedelini ödeyin, malı alın. “Yorulan kazanır”. Dünyânın hüznüne ve sıkıntısına katlanın ki, âhiret farahlığını elde edesiniz. Peygamberiniz Hz. Muhammed (SAV) çok hüzünlü idi. Dâimâ tefekkür hâlinde olurdu. Çok çok ibâdet etti de geçmiş ve gelecek bütün hatâları affedildi. O, bâzan halk üzerinde, bâzan Hâlık (CC) üzerinde, bâzan da kendisinden sonra ümmetinin başına gelecekler üzerinde tefekkür ederdi.
Hasan-ı Basrî (RA) (v. 110/728) evinden dışarı çıktığında kabirden fırlamış gibi görünürdü, yüzünde hüzün ve mücâhede eseri olurdu. Mü’min, Rabbiyle (CC) mülâkî oluncaya kadar hüznü kendisine huy edinir. Sûfîler, kendilerine halka konuşma izni verilinceye kadar dilsizliği elden bırakmazlar. Bundan sonra halkın ve sâlih müridlerin arasına karışarak onlarla sohbet ederler ve muratlarına ulaşmada onlara rehberlik ederler. Onlar tam bir nâtık, hatip olurlar. Kalpleri halka meyledecek olursa, onlara Hakk’ın (CC) kıskançlığı, kabzası ve yuları gelir. Özür dileyip tevbe edinceye kadar onların ardından kapılar kapatılır. Tevbeleri gerçekleşince kapı onlara tekrar açılır ve kalpleri ile tekrar yakınlaşırlar.
Ey kalpleri ölü olanlar! Ey dünyânın ve sultanları köleleri! Ey zenginlerin, pahalının, değerlinin kulları! Benim yanımda ne işiniz var? Yazık sizlere! Bir buğday tânesinin değeri bir dinar olsa bile beni ilgilendirmez. Mü’min, yakîni ve Rabbine (CC) tevekkülü kuvvetli olduğu için rızık sıkıntısı çekmez. Kendini mü’minlerden saymayasın, onlardan ayrıl. Beni sizin aranızda tutan ne yücedir! Ne zaman kanatlarım uzasa, kudret eli gelir ve onları budar. İlim kanadı ne zaman uzasa, hüküm makası gelir ve onu keser.
Sözlerimi ve nasîhatlerimi dinleyin; onlar tevhîde götürür. Evliyânın ve sıddıkların sözüne kulak kesilin. Onların sözü Allah-ü Teâlâ’dan (CC) gelen vahiy gibidir. Onların konuşması O’ndandır (CC). O’ndan (CC) emir alırlar. Onlar âleme ve câhiller üzerine memurdurlar. Sen boş bir hevessin. Sözlerini kitaplardan çıkarıyor ve konuşmanda onları kullanıyorsun. Kitapların kaybolsa ne yaparsın? Ya da onlar yansa? Ya da o kitabı ışığında okuduğun lamba sönse? Ya da testin kırılsa ve ondaki su dökülse? Çakmaktaşın, kibritin, pınarın hani nerede? Kim ilim öğrenir, öğrendikleriyle amel eder ve amellerinde de ihlaslı olursa onun çakmağı da, pınarı da kalbinde olur. Onun kalbine Allah’tan (CC) bir nur olur. Kendisini de, etrâfındakileri de onunla aydınlatır. Ey laklakın çocukları, ey telif edilmiş kitaba bağlı olanlar, ey ellerinde nefis ve hevâyı tutanlar! Bundan vazgeçin!
Yazık sizlere! Kaderle çarpışıyorsunuz ama öldürücü darbeyi siz yiyorsunuz. Tehlikeye giriyorsunuz ama yazı değişmiyor! Sizin çabalamanızla kader ve hüküm nasıl değişir ki! Müslüman ve “müsellem” (selâmette) olun. Allah-ü Teâlâ’nın (CC): “Onlar ki, âyetlerimize îman ettiler ve “müslüman” (teslim) oldular”[2] buyruğunu işitmediniz mi? İslâm’ın hakîkati “istislâm”dır, yâni kendini teslim etmeye çalışmaktır. Sûfîler, “niçin-nasıl”ı, “yap-yapma”yı unutarak, kendilerini Rablerinin (CC) önüne atmışlardır. “Havf” (korku) ayakları üzerinde dikildikleri halde her çeşit tâati yerine getirirler. Bu sebepledir ki, Allah-ü Teâlâ (CC) onları şöyle vasıflandırmıştır: “Verdiklerini kalpleri ürpererek verirler.”[3] Emirlerime yapışırlar, nehyettiklerimden uzak dururlar, belâlarıma sabrederler, ihsanlarıma şükrederler ve kalpleri benden ürperti ve korku içindedir.
Ey dünyâya ve sıfatlarına aldanmış! Yakında safân kedere (sevincin hüzüne), zenginliğin fakirliğe, kuvvetin zaafa dönüşür. Hiçbir şeyine aldanma. Zikir meclislerine sürekli gitmeyi ihmal etme. İlmiyle amel eden şeyhlere karşı hüsn-i zan besle. Onların dediklerine kulak ver. Mürîdin şeyhi ile birlikteliği sağlam olursa, şeyh kalbindeki mârifet taâmından ve şarabından onu, kuşun yavrusunu beslediği gibi besler.
Ey mürîdler! Kalbinizden halkı çıkarıp temizleyin ki, acâiplikleri göresiniz. Yarın cennet ehline şöyle denecek: “Cennete girin!” Bugün ise, Allah-ü Teâlâ (CC) hâs kullarının kalbini dünyâdan, cennetten ve mâsivâdan fâriğ olduğunu görünce onlara şöyle hitap eder: “Kurbiyet cennetime istediğiniz zaman girin!”
Yazık sizlere! Rabbinize (CC) karşı çekişmesi husûsunda nefislerinize muvâfakat etmeyin. Sizin en azılı düşmanınız içinizdeki nefislerinizdir. Onu ne zaman doyurmaya, sulamaya, beslemeye kalkarsanız sizi yer, açgözlü, yırtıcı bir hayvan olur. Onun hazlarını ve isteklerini kesin. Ona hakkını verin: Ona bir dilim ekmek parçası ve önünü arkasını kapatması için bir elbise yeter. Bu zâten Allah-ü Teâlâ’ya (CC) itâatin de gereğidir. Ona de ki: “Allah-ü Teâlâ’ya (CC) itâat edinceye, oruç tutuncaya, namaz kılıncaya ve tâat ve ibâdet husûsunda emrettiğim şeyleri yapıncaya kadar sana hakkını vermeyeceğim.” Onunla sıkı sıkı münâzara et. Bu duruma devam edersen onun şerri ölür, hayrı kalır. İşte o zaman ona helalînden ve kâfî miktarda yedir. Ondan sakın emin olma; nifâk onun merâkı ve zevkidir. O insanların övgüsünü duymak için namaz kılar, oruç tutar, meşakkatlere katlanır, mahfillerde zikir yapar. İyi bilin ki, felâha erdireni göremeyen felah bulamaz. Mü’min kulun kalbi riyâ ve nifâk pisliğinden temizlenince, onun iki rekatlik namazı, kalbini bunlardan temizlememiş kimsenin binlerce rekatlik namazından daha hayırlı olur.
Ey münâfık! Bütün nifâkın nefsindendir. Nefsini gıdâlarından kes ki, Hâlık’ına (CC) boyun eğsin ve şerri gitsin. Nefis, salah bulabilmek ve kendisine yükleneni taşıyabilmek için terbiye ve eğitim ister. O satın aldığın küçük bir taya benzer; küçük tay ne seni, ne de yükünü taşıyabilir. Onu terbiye edip, yavaş yavaş yük taşımaya alıştırırsan, bir müddet sonra yükünü de taşır, seni de dağlarda, çöllerde gezdirir.
Sen nefsine âşıksın. Ona muhâlefet edemiyorsun. Maamâfih, ölümün gelinceye kadar o seni her gün istediği her yere götürür. İtâat ve ibâdet etmeyi hep ileriye attın. “Bugün tevbe edeceğim, yarın tevbe edeceğim, Rabbime (CC) ibâdet etmek için ileride zaman ayıracağım, üzerimdeki hakları ileride ödeyeceğim, ileride şöyle yapacağım, böyle yapacağım…” dedin durdun. Sen bu başıboş aldatmacalar içerisinde iken ya ölüm gelirse? Ansızın gelip seni götürürse? Ondan kurtulamazsın ki! Aleyhine yük olarak günahların, borçların ve mâsiyetlerin kalmaz mı?
Yazık sana! Dinar üstüne dinar biriktiriyorsun. Biriktirmenin sonu yok! Bütün bunlar senin için birer akreptir, seni sokan yılandır. Dinar “dâr-ı nârdır (cehennemdir), dirhem dâr-ı hemdir (sıkıntı kaynağıdır)”. Dünyâ meşgûliyet yeridir, âhiret ise korku yeridir. Kul âhirete gittiğinde ya cennete gidecektir, ya da cehenneme!
Ey oğul! Ne olduğunu bilmediğin şeyi yeme. Haram lokma kalbi siyahlaştırır. Harama sabredemeyen helâli nasıl yemez? Ancak, nefsi, hevâsı ve şeytanı ile savaşan muhârip sabırlılar helal yer.
Allah’ım (CC)! Bize helal rızık ver. Haram ile bizim aramızı uzak et. Bize fazlından, hayırından ve kurbyetinden rızık ver. Kalplerimizi, sırlarımızı ve bütün uzuvlarımızı helal ile rızıklandır. (Âmin) “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”
[1] bak.: Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, I/278 (no: 1001)
[2] Zuhruf S. A.69.
[3] Mü’minûn S. A.60.
16.SOHBET SUFİLERE ZULMETMEK
Sûfîler âhirete nisbetle akıllı, dünyâya nisbetle delidirler. Kalp açısından akıllı, nefis açısından delidirler. Onları hakir görmeyin. Onlara eziyet etmeyin. Onlara zulmetmeyin. Onlara yardım eden onlardandır.
Mü’minin zaferi geç gelir. Mü’min kendisine zulmedeni yere sermedikçe, ona karşı zafer kazanmadıkça, onun cenâzesini, malının talan edildiğini, mevkîsinin düşmanlarının eline geçtiğini, yasaklarının câiz olduğunu (nâmusunun çiğnendiğini) görmedikçe ölmez.
Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet edilmiştir: “Allah-ü Teâlâ’dan (CC) başka yardımcısı olmayan kişiye zulmedildiğinde Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurur: ‘İzzetim ve celâlim hakkı için, daha sonra da olsa, sana mutlakâ yardım edeceğim’.”[1]
Hakk’ı (CC) bulursan eşyâyı ondan görürsün. Ne düşmanın kalır, ne üzerinde hakkın olan biri. Hakkını aramada Allah-ü Teâlâ’ya (CC) sığınırsan, kalbin cevher olur, sırrın da safâ bulur. Allah-ü Teâlâ (CC) için amel, O’na (CC) itâat ve O’nu (CC) hakîkî tevhîd eden kimseyi O (CC), amelde sebeplere sarılmaktan ve sebeplerle ilgilenmekten kurtarır. Bütün ahvâlinde hayırdan başka bir şeyle karşılaşmaz.
Allah’ım (CC)! İşlerimizi üstlen! Bizi ne nefsimize, ne de yarattıklarından her hangi birisine dayandır. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”
[1] bak.: Tirmizî, es-Sünen, “Cennet” 2, (İstanbul-1992).
17.SOHBET FAKİRLERE YARDIM ETMEK
Ey Allah’ın (CC) kulları! Akıllı olun. Ölmeden önce, mâbudunuzu tanımaya çalışın. Gece ve gündüz bütün ihtiyaçlarınızda O’nu (CC) kendinize vesîle edinin. Verse de, vermese de O’ndan (CC) istemek bir ibâdettir. O’nu (CC) itham etmeyin. İsteklerinizde aceleci olmayın. O’ndan (CC) istemekten usanmayın. O’ndan (CC) zül kademi üzerine (tevâzu ile) isteyin. İsteğinize cevap gecikirse O’na (CC) îtiraz etmeyin. O (CC) neyin hayrınıza olduğunu sizden daha iyi bilir. Bu sözü dinleyin ve anlayın. Bu söz ile amel edin. Bu söz dosdoğru yolun sözüdür. Tecrübe edilmiş bir sözdür.
Siz yüzünüzden çektiğim hüzünlere vâh! Rabbinizi (CC) tanımadan nasıl ölürsünüz? Yazık size! Kendisini tanımadığınız, kendisiyle münâsebetiniz bulunmayan, konuk etmediğiniz kimseye nasıl misâfir gidersiniz? Onun ziyâfetine nasıl katılırsınız? O’nunla (CC) alış-verişte bulunun; kazançlı çıkarsınız. O’na (CC) gitmeden önce O’nun(CC) yanında bir eliniz (mevkîniz) olsun. Fakirlere ve düşkünlere ikramda bulunun. Mallarınızdan fakirlere verip onlara yardım edin ki, O’nun (CC) katında bir mevki edinesiniz. Eğer böyle yaparsanız O (CC) size daha da cömert davranır, dünyâda ve âhirette daha güzelini verir.
Elinizdeki mallar sizin değil; onlar size birer emânettir. O (CC) sizinle fakirler arasında ortak. Sâhibi varken emâneti mülkiyetinize geçirmeye kalkışmayın. Sonra onu elinizden alır. Biriniz bir tencere bir yemek pişirdiğinde onu tek başına yemesin; ya komşusuyla, ya evine gelen bir misâfir ile veyâ bir dilenci ile birlikte yesin.
Gücünüz bir şeyler vermeye yetiyorsa, dilenciyi boş çevirmeyin. Onları boş çevirmeniz nîmetin elden gitmesine sebep olur. Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet olunmuştur: “Hiçbir özür olmaksızın dilenciyi kapısından boş çeviren kimsenin kapısına hafaza melekleri kırk gün uğramaz.” Yanınıza bir dilenci geldiğinde ona: “Allah (CC) sana kolaylık versin. Allah (CC) sana yardım etsin…” gibi sözlerle duâ edin. Gücünüzün yettiği kadar bir şeyler vererek onu gönderin. Allah-ü Teâlâ’nın (CC) bir gün onun rızkını genişletip sizin rızkınızı daraltacağından kim emin olabilir?
Yazık sana! Zerrece malı olmayan bir fakir değil miydin? Allah-ü Teâlâ (CC) sana zenginlik verdi, hiç ummadığın kadar sana rızık ihsan etti. Sonra sana bir fakir gönderdi, sana bahşettiğinden ona bir şeyler veresin diye. Ve sen onu boş çeviriyorsun! Sana verdiği her şeyi çok yakında elinden alır. Sana tekrar fakirlik verir. İnsanların kalbine senin hakkında katılık ve sana sabretmeme duygusu ilkâ eder.
Allah’ım (CC)! Ölümden önce uyanıklık ile, ölümden önce tevbe ve hidâyet ile, ölümden önce mârifet ile, ölümden önce kapına dönmek ile, ölümden önce kurbiyet evine girmek ile bizleri rızıklandır. (Âmin) “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”
18. SOHBET MUHABBET-TAKVA
Ey oğul! Tevhîd kılıcını eline al. Vera zırhını kuşan. Sıdk ve irâde atına bin. İhlâs hamlen ile nefis, hevâ, heves, şirk, şeytan ve dünyâ üzerine hamleni yap. Zafer ve yardım sana Allah (CC) katından mutlakâ gelecektir.
Sûfîler nefislerini hapsettiler. Az ile yetindiler de, çoğa ulaştılar. Kendileri için hazırlanmış elbisenin kader direkleri üzerinde asılı olduğunu gördüler. Dünyevî ve uhrevî nasipleri kendilerine gelinceye kadar eski elbise giymeye sabrettiler. Eğer kalp, Hakk’tan (CC) gayrı her şeye zâhid olursa mârifet sahrâlarına, ilim çöllerine düşer. Emân ve emniyet evine girer. Âsîlerin tasallutundan, şeytanın tâkibâtından ve Rahmân’a (CC) muhâlefet etmekten kurtulur.
Ey aceleciler! Sebat edin. Ey isteklerinin zamânından önce gelmesini isteyenler! Böyle yapmayın. Hz. Peygamber (SAV)’in: “Acelecilik şeytandan, sükûnet Rahmân’dandır (CC).”[1] buyruğunu işitmediniz mi? Şeytan, durumları bilmediği için insana aceleci davranmayı ve Rahmân’a (CC) isyan etmeyi emreder. Teennî (sükûnet) ise Rahmân’dandır (CC), çünkü O (CC) kulun hayrına olan şeyleri bilir. Allah-ü Teâlâ’yı (CC) seven kimsenin O’na (CC) karşı irâdesi kalmaz. Zîrâ muhibbin mahbûbuna karşı irâdesi olmaz. Muhabbet yemeğinden yiyen her muhib bunu bilir. Muhib, mahbûbunun yanında, efendisinin yanındaki köle gibidir. Akıllı ve itaatkâr bir köle hiçbir şeyde efendisine îtiraz ve muhâlefet etmez.
Yazık sana! Sen ne muhibsin, ne de mahbubsun. Ne muhabbet, ne de mahbubluk yemeğinden yemişsin. Muhib sakınma ve sıkıntı içerisinde olur, mahbub ise sâkin olur. Muhib acı içerisinde olur, mahbub sükûnet. Muhabbet iddiâsındasın ama mahbûbundan gâfilsin, uykudasın. Allah-ü Teâlâ (CC) bir kelâmında şöyle buyurmuştur: “Bana muhabbet iddiâsında bulunup da gece gelince uyuyan kimse yalancıdır.” Oysa muhibler ancak mecbur kaldıkları için veyâ sünnet olduğu için uyurlar. Hattâ secdede uyuyakalırlar. Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet olunmuştur: “Kul secdede uyuyakaldığı zaman Allah-ü Teâlâ (CC) meleklerine onunla övünür ve şöyle der: Kulumu gördünüz mü? Rûhu benim yanımda, bedeni huzûrumda bana itâatte.”[2] O namazda iken uyku ona gâlip gelmiş. O hâlâ namazdadır; çünkü niyeti namazda olmaktı, ama uykuya yenik düşmüştür. Cenâb-ı Hakk (CC) sûrete, şekle bakmaz, o niyete ve mânâya bakar.
Ârif âhirete karşı zâhid olunca ona şöyle der: “Benden uzak dur. Ben Cenâb-ı Hakk’ın (CC) kapısının tâlibiyim. Seninle dünyâ benim nazarımda aynı. Dünyâ benim için sana karşı perde idi, sen de Rabbime (CC) karşı perdesin. Beni O’ndan (CC) perdeleyen hiçbir şeye acımam.”
Bu sözü duyun; bu söz “ilmullâh”ın (Allah’ı CC. bilmenin) ve O’nun (CC) mahlûkâtından istediğinin özüdür –ki, bu Nebîlerin (AS), Resullerin (AS), Evliyânın (RA)ve sâlihlerin hâlidir-.
Ey dünyânın ve âhiretin köleleri! Sizler ne Allah-ü Teâlâ’yı (CC), ne O’nun (CC) dünyâsını, ne de âhiretini biliyorsunuz. Sizler duvar gibisiniz. Senin putun dünyâ. Senin putun âhiret. Senin putun şehvetler ve zevkler. Senin putun halkın seni övmesi, methetmesi ve seni benimsemesi. Allah-ü Teâlâ’dan (CC) gayrı her şey puttur. Sûfîler sâdece O’nun (CC) rızâsını isterler.
Yazıklar olsun size! Kıyâmet size çok yakın. O med ve cezirdir. O biraz uyku, biraz uyanıklıktır. O kabul veyâ reddir. “Sabah yakın değil mi?”[3] Kıyâmet günü müttakîlerin günüdür. O gün müttakîlere yardım günüdür. Müttakîlerin “ferah” (düğün, sevinç) günüdür. Müttakîler, halvetlerinde ve celvetlerinde, darlık ve bolluk anlarında, sevdikleri ve sevmedikleri şeylerde Allah-ü Teâlâ’ya (CC) karşı takvâ sâhibi olan, O’ndan (CC) sakınan kimselerdir. Onlar Allah (CC) kulu ve erleridir. Onlar erler ve kahramanlardır. Onlar önderlerdir, reislerdir. Îmânın temeli ve binâsına onlardır sâhip olan. Açık olsun, gizli olsun şirkten ve nifaktan sakınırlar. Dünyâdan ve halktan yüzçevirirler. Nefsânî arzulardan nefret ederler.
Allah-ü Teâlâ’ya (CC), O’dan (CC) gayrı herşeyi terkeden kimseler ancak kurbiyet kesbedelidir. Sen dünyâyı istiyor ve onun için çabalıyorsun, O’nun (CC) indindekine nasıl ulaşacaksın? Bir şey infak edince elindekinin en değersizini veriyorsun. Oysa sâlihlerin önde gelenlerinden birisine güzel bir yemek gelince, hizmetçisine: “Bunu falanca fakirin evine götür” dermiş.
Yazık sana! Zekat borcun olunca cebindeki en değersiz altını (parayı) çıkarıyorsun: Bundan utanmıyor musun? Veyâ böyle gerçek altını değil de, parçacıklarını çıkarıyorsun! Yanında cevherler varken, gümüş çıkarıyorsun! Yanında bir dinar varsa onu birbuçuk yapmaya çabalıyor, ama iş fakirlere gelince azaltmaya çalışıyorsun! Yanında yemek olsa, onun lezzetsizini fakirlere veriyorsun, fakat kendine gelince en güzel yemekleri yiyorsun! Sen nefsinin kölesinin; ona muhâlefet edemiyorsun, sen hevâna, şeytanına ve kötü akrânına tâbisin.
Müttakîler, aşîretlerini (yakınlarını) binlerce defâ terketmişlerdir. Boşa yorulmayın, Allah-ü Teâlâ (CC) sizden sâflık, tertemizlik dışında bir şey kabul etmez! Müttakîler, sâhibinin eliyle hazırlanmamış bir sofraya icâbet etmezler; onlar murdarı kabul etmezler. Dünyâyı ve halkı talep eden kimse murdardır, kirlenmiştir, sert ve pis çamurdur. Halkı ve sebepleri şirk koşmak necâsettir. Rabbimiz (CC) ancak ve ancak rızâsı için olanı kabul eder. O (CC) şirk koşanlardan müstağnîdir.
Akıllı olun ve sizi ilgilendirmeyen şeyi konuşmayın. Emrolunduğunuz şeyle meşgul olun. Zamânınızı boşa harcamayın. Rabbinize (CC) karşı takvâ sâhibi olun. O’na (CC) karşı takvâ sâhibi olanı O (CC) korur ve yüceltir; onu kurbiyet kapısına ve ebedî güzel hayâta yüceltir. Onu perdelenmişlikten yüce derecelere ve yıldızlardan yedinci kat semâya yüceltir.
Yakında kıyâmeti göreceksiniz. Allah-ü Teâlâ’nın (CC), diğer insanlar sıcaktan ve terden boğulurken, müttakîlerini arşının gölgesinde nasıl haşrettiğini, onları üzerinde beyaz balların bulunduğu sofralara nasıl oturttuğunu göreceksiniz. Oysa bu sofralara oturmuş müttakîler halkın bu durumlarına da şâhit olurlar: Bir topluluk cennete götürülür, bir topluluk da cehenneme götürülür. Cennetlikler orada otururlarken, cennetteki evleri de tam karşılarında durur. Hûrileriyle, gılmanlarıyla onlara görünür. Onlar cennete kavuşmadan önce kendileri için hazırlanmış şeyleri görürler.
Hiçbir mü’min yoktur ki, ölümü ânında basîreti açılmasın; o cennette kendisi için hazırlanmış şeyleri görür, hûrilerin ve vildanların kendisine işâret ettiğini görür. Cennetin güzellikleri ona ulaşır. Sekerât ve ölüm hâli güzelleşir. Allah-ü Teâlâ (CC), Firavun’un hanımı Âsiye’ye yaptığını onlara da yapar. Firavun ona türlü türlü azaplar etmişti. Ellerini ve ayaklarını demir halkalarla bağlamıştı. Basîretinden (gözlerinden) perde kaldırıldı ve göğün kapıları ona açıldı. Cenneti, içindekileri ve orada kendisi için bir binâ yapan melekleri gördü de şöyle dedi: “Rabbim (CC)! Benim için cennette bir binâ yap.”[4] Ona denildi ki: “İşte bu senin için.” Gülüverdi. Bunun üzerine Firavun şöyle konuştu: “Ben size dememiş miydim, o delidir, diye… Bakın, bu azap içerisindeyken bile nasıl gülüyor?”
İşte bütün mü’minler böyledir; ölüm ânında Allah-ü Teâlâ (CC) katında kendileri için olan şeyleri görürler. Onlardan bâzıları da ölümden önce bunu bilirler. Bunlar “müferrid” (ibâdette öne geçmiş) murâd mukarreblerdir.
Cennet için amel eden kimsenin ameli amel sayılmaz, kabul edilmez. Allah rızâsı (CC) için amel edin. Oruçtan, namazdan ve bütün hayırlı fiillerden geri durmayın, ama ihlasla birlikte… Bu zâhirî emirleri sapasağlam yapın. İhlaslı amel sizi ilim vâdisine götürür. Rabbinizin (CC) kapısına îman ve îkân (yakîn) ayaklarıyla koşun. İşte o zaman, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen şeyi görürsünüz.
Ey kalpler! Beni dinleyin. Ey güzel konuşanlar! Beni duyun. Ey akıllılar! Beni işitin! Cenâb-ı Hakk (CC) çocuklara hitap etmez; O (CC) ancak akıllılara ve büyüklere hitap eder. Nefislere hitap etmez; mü’minlerin kalplerine hitap eder. O’nun (CC) kelâmını ve hitâbını dinleyin. Müşrikler O’nun (CC) hitâbına karşı sağırdırlar.
Allah’ım (CC)! Gaflet uykularımızdan bizi uyandır. Bütün ahvâlimizde bizim üstümüzü ört; hayırda da, şerde de üstümüzü ört. Bizimle Senin gayrın arasında bir muâmele (alışveriş) olmasın. Ne övgü, ne yergi. Ne bir medih bizim gönlümüzü çelsin, ne de bir ayıp bizi rezil etsin. Ne bundan, ne ondan, yâ Rabbi (CC)! (Âmin) “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”
[1] Tirmizî, es-Sünen, “el-Birru ve’s-Sıla” hadîs no: 2013.
[2] İbn Hacer el-Askalânî, Telhîsu’l-habîr, I/120, (Beyrut-1986).
[3] Hûd S. A.81.
[4] Tahrîm S. A.11.
19.SOHBET İNAYET (Cenabı Hakk’ın Yardımı)
Ben sizlerin çoğunu, şer gördüğünde onu etrâfına yayıyor, hayır gördüğünde ise onu gizliyor görüyorum; böyle yapmayın. Siz insanların vekili değilsiniz. Bırakın insanlar Allah’ın (CC) “setri” (gizlemesi) altında kalsın. İnsanları ellerinizden serbest bırakın. Onların hesâbı Rabblerine (CC) âittir. Eğer Allah’ı (CC) bilseydiniz halka merhamet eder, ayıplarını örterdiniz. Eğer O’nu (CC) bilseydiniz başkalarını inkâr eder, sonra da O’nun (CC) gayrısını O’nun (CC) vâsıtasıyla bilirdiniz. Eğer O’nunla (CC) muâmelede bulunsaydınız başkasıyla muâmelede bulunmaktan tiksinirdiniz. Eğer kalbiniz O’nun (CC) kapısını bilseydi, başkasının kapısından dönerdi. Nîmeti O’ndan (CC) bilseydiniz, O’na (CC) teşekkür eder, başkasına teşekkür etmeyi unuturdunuz. O’ndan (CC) isteyin, başkasından istemeyin. O’nu (CC) “tevhîd edin” (birleyin) ki, birlenesiniz. Birleyen birlenir. Talep eden ve cehdeden bulur. Teslim olan ve teslîmiyet isteyen selâmet bulur. Muvâfakat eden muvâfakat bulur. Kaderle münâzaaya giren kırılır, ölür.
Firavun kaderle münâzaa edip Allah-ü Teâlâ’nın (CC) ilmini (hükmünü) değiştirmek isteyince, onu kırdı geçirdi. Onu denizde boğdu. Mûsâ (AS) ve Hârûn’u (AS) ona vâris kıldı. Mûsâ’nın (AS) annesi, Firavun’un her doğan çocuğu öldürmekle görevlendirdiği cellatlardan korkunca, Allah-ü Teâlâ (CC) ona çocuğunu denize bırakmasını ilham etti. Annesi Mûsâ (AS) için çok korkuyordu. Ona şöyle hitap edildi: “Üzülme, mahzun olma; biz onu sana tekrar döndüreceğiz ve O’nu (AS) peygamberlerden biri yapacağız.”[1] Korkma, kalbin güvensin, sırrın sükûnet bulsun. Boğulacak ve ölecek diye korkma. Biz onu sana iâde edeceğiz. Onunla senin fakirliğini zenginliğe çevireceğiz.
Bu iş için bir sandık buldu, onun içine çocuğunu koydu, suya bıraktı. Sandık suyun üzerinde, Firavun’un evine ulaşıncaya kadar gitti. Oraya ulaşınca onu Firavun’un câriyeleri ve kızı buldular. Sandığı açtılar, içinde küçük bir çocuk olduğunu gördüler. Ondan hepsi de hoşlandılar; onların kalplerine ona karşı merhamet duygusu konuldu. Başına güzel kokular sürdüler, giysilerini değiştirdiler. O câriyeler ve Firavun’un kızı için insanların en sevimlisi oldu. Firavun’un yakınlarından onu kim gördüyse sevdi. Bu Allah-ü Teâlâ’nın (CC): “Onun üzerine benden bir muhabbet ilkâ ettim (bağışladım)”[2] buyruğunun mânâsıdır. Denir ki: Mûsâ’nın (AS) gözüne kim baksa O’na (AS) muhabbet duyardı. Sonra Allah-ü Teâlâ (CC) onu annesine iâde etti. Mûsâ’yı (AS) Firavun’un evinde ona rağmen yetiştirdi. Firavun’un O’nu (AS) öldürmeye gücü yetmedi.
Rabbin (CC) kendisi için seçtiğini kim kesebilir? Kim öldürebilir? O’nun (CC) koruması altında ve O’nun (CC) muhâtabı olan kimseyi kim boğabilir ki? Cenâb-ı Hakk’ın (CC) muhabbet ettiği kimseye kim buğzedebilir? Hakk’ın (CC) yardım ettiği kimseyi bozguna uğratmaya kimin gücü yetebilir? O’nun (CC) yücelttiğini yere çalmaya kimin kudreti vardır? Allah-ü Teâlâ’nın(CC) tâyin ettiğini azletmeye kim güç yetirebilir? O’nun (CC) kurbiyetine aldığı kimseyi oradan kim uzaklaştırabilir?
Allah’ım (CC)! Kurb kapını bize aç. Bizi “mukarrebler”den (sana yakınlaşmışlardan) eyle. Bizi sana itâat ve çokça ibâdet eden kimselerden eyle. Bizi senin askerlerinden eyle. Bizi fazîlet sofrana oturt. Ünsiyet şarâbından bize içir. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”
[1] Kasas S. A.7.
[2] Tâ-Hâ S. A.39.
20.SOHBET KADERE RIZA-BELAYA SABIR
Ey Allah’ın (CC) kulları! Zulümden kaçının. Çünkü o kıyâmet günü karanlık getirir. Zulüm yüzü ve kalbi siyahlaştırır. Mazlumun bedduâsından, ağıtından sakının. Mazlumun kalbinin yanmasından sakının. Zîrâ mü’min kendisine zulmedeni yere serinceye, onun ölümünü, ocağının söndüğünü, evlâdının tükendiğini, malının elinden alınıp velâyetinin başkasına intikal ettiğini görmedikçe ölmez.
Mü’min “kalp” olduğu zaman, ekseriyetle onun aleyhine hüküm vermemek gerekir. Bilakis onun lehine hüküm verilir. İşler onun aleyhine değil tersine, lehine kolaylaştırılır. Yükü ağırlaştırılmaz, aksine, kolaylaştırılır. Mahremiyeti mübahlaştırılmaz. Küçük düşürülmez. Zâlimlerin eline teslim edilmez.
İçinizden üzerinde günah kalıntıları olan çok az kimse vardır ki, onlar türlü âfetler, türlü belâlar ile temizlenirler. Bu durum onları âhirette ulaşılamayan derecelere ulaştırır. Size düşen kazâya rızâ göstermek, hükümleri yerine getirmek ve sıkıntıda, rahatlıkta, her hâlükârda sâlih amele sarılmaktır. İşte o zaman nefret ettiğiniz şeyi seversiniz. Sâlihlerden biri şöyle demiştir: “Allah-ü Teâlâ’nın (CC) kazâsına rızâ göstermeyenin ahmaklığına devâ yoktur: İstese de istemese de kader gerçekleşecektir!”
Yazık sana! Ey kaderinden dolayı Allah-ü Teâlâ’ya (CC) îtiraz eden, boşu boşuna hezeyanlar, saçmalıklar yapma! Kaderi değiştirecek bir kimse yoktur. Onu bertaraf edecek kimse yoktur. Teslim ol ki, rahat edesin. Şu geceyi ve gündüzü geri döndürmen mümkün mü? Gece geldiği zaman gelir; sen istesen de, istemesen de. Gündüz de aynen böyle. Her ikisi de sana rağmen gelir. Fakirlik gecesi geldiği zaman teslim ol ve zenginlik gündüzünü bekle. Hastalık gecesi geldiği zaman teslim ol ve sıhhat gündüzünü bekle. Sevmediğin bir gece geldiğinde teslim ol ve sevdiğin gündüzün gelmesini bekle. Hastalık, rahatsızlık, fakirlik ve hayal kırıklığı gecelerini müsterih bir kalp ile karşıla. Allah-ü Teâlâ’nın (CC) takdîrini, kazâsını ve kaderini reddetme, sonra helâk olursun, îmânın gider, kalbin kederlenir, bulanır ve sırrın ölür.
Allah-ü Teâlâ (CC) bir vahyinde şöyle buyurmuştur: “Ben o Allah’ım ki (CC), benden başka ilah yoktur. Kaderime teslim olan, belâma sabreden ve verdiğim nîmetlere şükredenin ismini indimde ‘sıddık’ diye yazarım ve onu sıddıklarla berâber haşrederim. Kaderime teslim olmayan, belâmâ sabretmeyen ve verdiğim nîmetlere şükretmeyen kimse benden başka bir rab arasın!”[1] Kadere râzı olmazsan, belâya sabretmezsen, nîmetlere şükretmezsen, senin rabbin yoktur! O’ndan (CC) başka rab ara. O’ndan (CC) başka Rab yoktur ki!
Kaderi kabullenirsen, acısıyla tatlısıyla kaderi, hayrın ve şerrin Allah’tan (CC) olduğuna inandığın vakit, senin başına ne gelirse gelsin, endişelenme; gayretin ve taleplerinden dolayı düştüğün hatâlar sana musîbet getirmez. Îmanda tahkîke ulaştığın zaman velâyet kapısına gelirsin. İşte o zaman O’na(CC) kulluğu sapasağlam gerçekleştirmiş olan “ricâlullâh”tan (Allah CC. erlerinden) olursun.
Velîliğin alâmeti, her hâlinde Allah-ü Teâlâ’ya (CC) muvâfakat göstermektir. Velînin muvâfakatı, emirleri edâ etmek ve nehiylerden kaçınmakla birlikte “niçin”siz ve “nasıl”sız olur. Hoş, dâimâ O’nun (CC) sohbetinde (yakınlığında) olursun. Böyle birisi sırtı olmayan bir göğüs olur. Uzaklığı olmayan yakınlık olur. Bulanıklığı olmayan bir “safâ” (uruluk) olur. Şerri olmayan bir hayır olur.
Ey oğul! “Müslim” (müslüman) olmayı sağlamlaştırmadan, ibâdet ve emirleri yerine getirmeden nasıl “mü’min” (îmanı kalbine iyice yerleşmiş kimse) olursun? Îmânı sağlamlaştırmadan nasıl “îkân” (tereddütsüz îman) sâhibi olursun? Îkânı sağlamlaştırmadan nasıl bir ârif, bir velî ve bir bedel olursun? Mârifet, velâyet ve bedel olma ilmini sağlamlaştırmadan nasıl nefsinden fânî ve O’nunla (CC) vücut, varlık bulmuş bir muhib olursun? Kitap ve sünnetle emrolunduğun ve sen de onların ahkâmını yerine getirmediğin, onlara ittibâ etmediğin halde kendini nasıl “müslim” (müslüman) diye adlandırabilirsin? Allah-ü Teâlâ’yı (CC) talep eden O’nu (CC) bulur. O’nun (CC) uğrunda mücâhede edene O (CC) hidâyet yolunu gösterir. Zîrâ O (CC) Kitâb-ı Kerîm’inde şöyle buyurmuştur: “Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere, biz hidâyet yollarımızı gösteririz. Muhakkakki, Allah (CC) ihsan[2] sâhipleri ile berâberdir.”[3]
O (CC) zâlim de değildir, zulmü de sevmez. Hele hele kullarına hiç de zulmetmez. O (CC) karşılıksız olarak ihsân eder, bağışta bulunur. Karşılık olunca kimbilir ne yapar? O (CC) şânı yüce olan Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “İyiliğin karşılığı iyilik değil midir?”[4] Dünyâda amelini güzel yapana Allah (CC) dünyâda da, âhirette de ihsanda bulunur.
Sizi O’na (CC) itâatten ve tevhidden alıkoyan ancak günahlarınız, cehâletiniz, dindarlığınızın haraplığı ve mahrûmiyetinizdir. Yakında pişman olursunuz. Kur’ân’ın âyetlerini kalp kulaklarınızla dinleyin. Her kapıdan O’na (CC) koşun. Bütün kapıları terkedin, O’nun (CC) kapısına sarılın. O (CC) zararları defeder. O (CC) muztarip kimse duâ ettiğinde icâbet eder, karşılık verir. O’na (CC) karşı sabırlı olun ki, hayrı göresiniz. Size icâbet ettiğinde O’na (CC) şükredin. İcâbet geciktiğinde ise O’na (CC) karşı sabırlı davranın. Cesur olmak sabretmektir.
Ey zararları ve belâları defeden! Zararlarımızı ve belâlarımızı defet. Muhakkak ki, Sen muztarip biri Sana duâ ettiğinde ona icâbet edersin. Ey istediğini yapan! Ey her şeye kâdir ve kadîr olan! Ey her şeyi bilen! Sen muhtaç olduğumuz şeyleri en iyi bilensin. İhtiyaçlarımızı gidermeye kâdir olan da Sensin. Ayıplarımızı ve günahlarımızı Sen biliyorsun. Onları setretmeye ve affetmeye kâdir olan yine Sensin. Bizi senden başkasına gönderme. Bizi başkasına bırakma. Bizi Senin kapından başka kapıya yöneltme. Bizi Senden başkasına yollama. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.” (Âmin)
[1] Heysemî, Mecmau’z-zevâid, VI/207.
[2] Sözlük anlamı iyilik etmek, yardımda bulunmak, bir işi güzelce yapmak anlamlarına gelen “ihsân” kavramı, Hz. Peygamber (SAV) tarafından “Allâh’ı (CC) görüyormuş gibi O’na (CC) kulluk etmek” şeklinde açıklanmıştır. (Bk.: Buhârî, es-Sahîh, “Îmân” 37, İstanbul-1992; Müslim, es-Sahîh, “Îmân” 5, 7, (İstanbul-1992)
[3] Ankebût S. A.69.
[4] Rahmân S. A.60.