41-52 Sohbetler Ve Dua

41. SOHBET ŞÜKÜR

Sâdık olan kişi nîmete şükreder, cezâya sabreder. Emredilene sarılır, nehyedilenden uzak durur. Kalpler bu usûlde terbiye edilir. Nîmete şükretmek nîmeti artırır. Cezâya sabretmek cezâyı giderir ve işi kolaylaştırır. Çocuklarınız veyâ diğer yakınlarınız öldüğünde, mal mülk elden gittiğinde, maksatlar zâyi olduğunda ve halk eziyet ettiğinde sabırlı olun ki, büyük hayır göresiniz. Kolaylığın geldiğinde şükreder, zorluğun geldiğinde de sabredersen Mevlâ’ya (CC) gitme vâsıtaların olan “îman kanatları”n palazlanır ve kuvvetlenir. Kalbin ve sırrın o kanatlarla Rabbinin (CC) kapısına uçar. Sabrın olmadığı halde îmanlı olduğunu nasıl iddiâ edersin? Hz. Peygamber’in (SAV): “Beden için baş ne ise, îman için de sabır odur[1] dediğini işitmedin mi? Eğer sabrın yoksa, îmanının başı da yoktur. Bu durumda, cesede îtibar edilmez. Eğer belâ vereni tanısaydın, belâya sabrederdin. Eğer dünyâyı tanısaydın, ona dalmazdın.

Allah’ım (CC)! Dalâlette olanların hepsine hidâyet nasip et. Bütün âsîlerin tevbesini kabul et. Bütün mübtelâlara sabır ihsan et. Bütün âfiyette olanlara şükür muvaffakiyeti bağışla. (Âmin)

Birisi: “Hangisi daha şiddetlidir: Havf ateşi mi, şevk ateşi mi?” diye sordu. O (Abdulkâdir Geylânî KSA.) şöyle cevap verdi: “Mürîd için havf ateşi, murâd için ise şevk ateşi. Bu başka bir şeydir, o başka bir şey. Pekiyi, ey soruyu soran! Bunlardan sende hangisi var?”

Ey sebeplere güvenenler! Size fayda verecek olan tek kişidir. Size zarar verecek olan tek kişidir. Melikiniz tektir. Sultânınız tektir. İlâhınız tektir. Yaratıcınız tektir. Yaptığınız şeyleri sizin elinizle yapan O’dur (CC). Sizi O (CC) yarattı. Size O (CC) rızık verdi. Size zararı da, faydayı da veren O’dur (CC). Sizi hidâyete erdiren O’dur (CC). Niçin kendiniz gibi bir mahluka dayanıyorsunuz? Kendisine fayda da, zarar da veremeyecek olana niçin tapıyorsunuz? Allah-ü Teâlâ’nın (CC): “Rabbi (CC) ile “likâ”yı (güzel bir sûrette karşılaşmayı) umanlar sâlih amel işlesinler ve ibâdetlerinde O’na (CC) hiçbir şeyi ortak koşmasınlar[2] buyurduğunu işitmediniz mi?

Ey münâfık! Zamânın boşa gidiyor. Ey işlerini elinde tutan! Kaybediyorsun, sermâyen gidiyor. Hoş, bir kâr da göremezsin ya! Sermâyen dînindir. Sen ise onunla dünyânı yiyorsun. Sen eğer dînini yersen, o da biter, tükenir; dînin halk için, saygı görmek için, dinar ve dirhem için, makam ve mevki için işlediğin amellerle kaybolur gider. Sen Allah-ü Teâlâ’nın (CC) düşmanı ve nefret ettiği bir kimsesin. Sen sıddık kulların nefret ettiği bir kimsesin. Sen meleklerin nefret ettiği bir kimsesin. Melekler sana lânet ediyor. Ayaklarının altındaki yeryüzü sana lânet ediyor. Üzerindeki gökkubbe sana lânet ediyor. Giydiğin elbise sana lânet ediyor. Sen halkın da, Hâlık’ın da (CC) lânetlediği bir kimsesin. Münâfığın ateşin en aşağı yerine gireceğini bilmiyor musun? Teslim ol, müslüman ol, sonra tevbe et. Ölüm âniden gelmeden ve seni birdenbire kapmadan önce işini tedârik et; sonra pişman olursun da pişmanlığın sana bir fayda vermez. Ben seni tanıyorum, ama seni ifşâ etmem mümkün değil. Çünkü biz şerîatte sana da, başkalarına karşı da setr etmekle emrolunduk. Fakat sözümü belli birini kasdetmeksizin söylüyorum. Sana işâret ediyorum, ama bu işâret açık bir sûrette değil. Seni kasdediyorum, komşusu sen anla. “Köleye sopayla vurulur, hür kimseye ise bir işâret yeter.”

Hakk Teâlâ (CC) celvetlerinde de, halvetlerinde de insanlara ve onların kalplerine nazar edicidir. O (CC) ancak kendisi için işlediğiniz amelleri, O’nun (CC) rızâsını isteyerek yaptığınız amelleri kabul eder. Amellerinizde yapmacık davranmayın, süsleyip püslemeyin, hîleye hurdaya kaçmayın. O (CC) gizliyi de, açığı da bilir. “O (CC), gözlerin hâin bakışlarını ve göğüslerin sakladığını bilir.[3]

İşte bu Melik’e (CC) hizmet edin; bu Hâlık’a (CC), bu Râzık’a (CC), Mün’im’e (CC) (nîmetler bahşedene) ki, sizin için güneşi bir aydınlık kaynağı, ayı bir ışık ve geceyi de sükûnet vakti yapan O’dur (CC). Verdiği nîmetler ile sizi uyandıran O’dur (CC). O’na (CC) şükredesiniz diye, O (CC) nîmetleri türlü türlü yaptı. O (CC) nîmetlerin sayısı hakkında da şöyle buyurdu: “Eğer Allah’ın (CC) nîmetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız.[4] Allah-ü Teâlâ’nın (CC) nîmetini gerçek yönüyle gören kimse, onun şükrünü edâ etmekten âciz kalır, şaşırıp kalır. Bundan dolayıdır ki, Mûsâ (AS): “İlâhî (CC)! Şükürdeki acziyetimle sana şükrediyorum” demiştir.

Şükrünüz ne kadar az! Îtirâzınız ne kadar çok! Eğer O’nu (CC) tanısa idiniz, O’nun (CC) huzûrunda dilleriniz ahras kesilir, konuşamazdı; kalpleriniz ve bütün uzuvlarınız her hâllerinde edepli olurdu. Bundan dolayı Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Allah’ı (CC) tanıyanın dili tutulur.[5] Ârif dilsizdir. Esrâr hakkında O’ndan (CC) izin almadan konuşmaz.

Ey oğul! Kendini, bedenini, aileni ve malını Cenâb-ı Hakk’a (CC) havâle et. Çünkü O (CC) emâneti kaybetmez. Kalbinle O’na (CC) yürü. Sen bütün hayrı O’nun (CC) indinde bulacaksın. Hükmün (şerîatin) hakkını öde. Bu Nebîden (SAV) râzı ol ve O’na (SAV) tâbi ol. Sonra Rabbinin (CC) huzûruna O’nun (CC) hakkındaki ilminin ve mârifetinin ayaklarıyla gir. Kapıya varıncaya kadar dînin hükümleri ile arkadaş ol. Oraya ulaştığında hükümleri durdur ve O’na (CC) selâmetle ve baht saâdeti ile duâ et. Sonra sır ve mânâ evine gir. Sâlihlerden birinin şöyle dediği rivâyet olunur: “Benim için, dünyâyı davul zurna ile yemem, din ile yememden daha sevimlidir.”

Çok yakında her biriniz tevhîdden ve şirkten, nifaktan ve ihlastan ne yaptığını görecek. O gün görenler için cehennem ortaya çıkacak! Kıyâmette olanların hepsi onu görecek. Çok az kimse hâriç, herkes ondan korkup kaçacak. Mü’mini gördüğünde ise o alçalacak, mü’min onu geçinceye kadar ateşi sönecek. Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet olunmuştur: “Kıyâmet günü cehennem mü’mine şöyle diyecek: Ey mü’min çabuk geç! Çünkü nûrun ateşimi söndürüyor![6] Ona üzerinden geçmeden önce: “Çabuk ol! Geç! İşimi boşa çıkarma, benim seninle bir işim yok!” diye seslenecek. Onun üzerinden müslüman da, kâfir de, itaatkâr da, âsî de geçecek. Mü’minin adımı o sırat köprüsüne bastığında cehennem geri çekilecek, alevi sönecek ve mü’mine şöyle seslenecek: “Geç! Nûrun alevimi söndürdü!”

Onun üzerinden geçenlerden bâzıları da onu görmeyecek. Cennete girdiklerinde diyecekler ki: “Allah-ü Teâlâ (CC) Sizden herkes ona (cehenneme) uğrayacak!’[7] şeklinde buyurmamış mı idi? Biz onu görmedik.” Onlara denecek ki: “Siz onun üzerinden o sönük iken geçtiniz.”

İsyankâr, Mevlâ’sından (CC) kaçaktır. İtaatkâr mü’min ise Mevlâ’sının hizmetinde durur; O’nunla (CC) karşılaşacağını ve kendisinden dünyâda yaptıklarını soracağını bilir. O hevâ ve hevesine uymayı terketmiştir; çünkü hevâ ve hevesin kendisini sapıtacağını, kendisinin Rabbiyle (CC) çekişmeyi isteyeceğini bilir. Mü’min, nefsine düşmanlık ve muhâlefet eder; çünkü onun Rabbine (CC) karşı düşmanlık beslediğini bilir. Allah-ü Teâlâ (CC) Hz. Dâvûd’a (AS) şöyle vahyetmiş: “Ey Dâvûd (AS)! Hevânı terket. Hevâdan başka benimle çekişen hiçbir şey yoktur.” Hakk (CC) ile sükûnet, mutluluk ve güzel edep üzere berâber olun. İrâdenizi O’nun (CC) irâdesine, ihtiyârınızı (tercihinizi) O’nun (CC) ihtiyârına, hükmünüzü O’nun (CC) hükmüne, dileğinizi O’nun (CC) dileğine bırakın. O (CC) istediğini yapandır.[8] O (CC) yaptığından sorumlu tutulmaz, bilakis insanlar yaptıklarından sorumludurlar.[9] O’nunla (CC) berâber olmak yırtıcı hayvanlarla ve yılanlarla berâber olmak gibidir. Bundan dolayı sûfîler O’nunla (CC) “havf ve hazer kademi” üzere berâber olurlar. Onların ne geceleri gecedir, ne de gündüzleri gündüzdür. Yemeleri hastanın yemesi gibidir. Konuşmaları mecbûriyettendir. Hasta en az şeyle doyar ve yemeğini korkarak yer. Onun bünyesine uygun olup olmadığını bilemez. Suda boğulan kimsenin boğulmanın tesiriyle gözleri kapanır, fakat dalgalar onu uyandırır. O kudret denizindedir. Onlar “O (CC) istediğini yapandır” denizindedirler, “kendi istediklerini yaparlar” denizinde değil. Dalgaların kendilerini boğmasından, ya da bâzı hayvanların musallat olup kendilerini yemesinden korkarlar. Sâhil-i selâmete atılmayı umarlar. Rablerinin (CC) kurbiyet sarayına, O’na (CC) münâcât ve müşâhede sarayına girmeyi dilerler.

Ey mürîd! Çalış, çünkü sen irâde sâhibi değilsin. Sâlihlerden birisine: “Neyi arzu edersin?” diye soruldu. “Arzu etmemeyi arzu ediyorum” cevâbını verdi. Bütün mesele kadere rızâda, irâdeyi terkte ve kalbi “mukallib”inin yâni onu çekip çevireninin önüne bırakmaktadır.

Allah’ım (CC)! Bizi senin kudretinin önüne bırakılan müslümanlardan eyle. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”


[1] Deylemî, el-Firdevs, hadîs no: 3840, (Beyrut-1986).

[2] Kehf S. A.110.

[3] Gâfir S. A.19.

[4] İbrâhîm S. A.34.

[5] bak.: Süyûtî, Şerhu Süneni İbn Mâce, I/288, (Keratşi-tsz.).

[6] Heysemî, Mecmau’z-zevâid, VII/360.

[7] Meryem S. A.71.

[8] Bürûc S. A.16.

[9] Enbiyâ S. A.23.

42. SOHBET KALP KATILIĞI-HAVF (Cenabı Hak’tan Korkmak)

Ey oğul! Sûfîler her şeyi terkettiler ve dediler ki: “Mâsivâ posa ve kabuktan başka birşey değildir.” Onlar özü istediler. Gerekli olanı gereksiz olandan ayırdılar ve özle yetindiler. Gerekli olan Cenâb-ı Hakk’tır (CC). O’ndan (CC) gayrısı gereksizdir. Hakk (CC), kulun talep ettiği şeyde sadâkatini bilirse ona sıhhat, âfiyet ve kendisine yakınlık verir. Bu durumda, “Allah (CC) için velâyet” gerçekleşir. İçinde korku olmayan bir kalp, polissiz bir memlekete, çobansız bir sürüye benzer. Böyle bir belde harap olmaya, böyle bir sürü kurtlar tarafından yenmeye mahkûmdur. Korkusu olan mal biriktiremez. Bir yerde karar kılamaz, sürekli dolaşır. Sûfilerin yolculuklarının nihâyeti Hakk’a (CC) kurbiyet ülkesidir. Yolculuk, kalbin yolculuğudur. Vuslat, “esrâr”ın vuslatıdır. “Esrâr” (kalp) vâsıl olursa, melik olur; diğer uzuvlar da onun etbâı ve avanesi olur. Kalp Hakk’ın (CC) kapısına ulaşınca içeri girmek için izin ister ve öyle girer.

İlminiz ne kadar çok ve ameliniz ne kadar az! İlimden sâdece onu ezberleme ve hikâyeler anlatmak için nasiplendiniz. Bunun size faydası olmaz. Bâzılarınız bu kadar, bu kadar hadîs ezberliyor, ama onların bir harfi ile dahi amel etmiyor. Bu sizin aleyhinize bir delildir, lehinize değil. Diyorsunuz ki: “Şeyhim filan. Falanın sohbetlerine katıldım. Filancadan okudum. Falanca âlime dedim ki…” Bütün bunlar amel olmadan hiçbir şey etmez.

Amelinde sâdık olan kimse şeyhlere vedâ eder, onları geçer. Onlara işâret ederek der ki: “Siz yerinizde oturun; ben bana rehberlik ettiğiniz hususlara erişeyim.” Şeyhler kapıdır; bir kapıya yapışıp da evin içine geçmemen doğru olur mu? Allah-ü Teâlâ (CC) insanlara darb-ı meseller gösterir.

Kulun şakîliğinin (cehennemlik oluşunun) alâmeti kalp katılığı, göz kuruluğu, uzun emeller peşinde koşması, elinde olanda cimrilik etmesi, emir ve nehyi küçümsemesi ve belâ geldiğinde hoşnutsuzluk göstermesidir. Bu vasıflarda birini görürseniz biliniz ki, o şakîdir. Katı kalpli olan, kimseye merhamet etmez. Sevincinde de, üzüntüsünde de gözlerinden yaş gelmez. Çünkü gözlerinin kuru olması kalbinin katılığına işârettir. Onun kalbi nasıl katı olmasın ki; o günah, hata, uzun emel, nasîbi olmayan şeye hırs gösterme, haset etme gibi şeylerle doludur. Farz olan zekâtta cimrilik eder. Keffâretleri ödemez. Adakları yerine getirmez. Akrabâlarını araştırmaz. Gücü olduğu halde borcunu ödemez, aksine onu ödemeyi uzatır veyâ inkâr eder. Hakkı hukûku yerine getirmekten ve iyilik etmekten hoşlanmaz. İşte bütün bunlar ve benzerleri şakâvet alâmetleridir.

Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “Îman etmiş olanların kalplerinin, Allah’ın (CC) zikrine ve hak olarak inen şeye karşı haşyet (korku) duyma zamânı gelmedi mi?[1] O’nun (CC) kaderini O’nun (CC) aleyhine delil yapmayın. Çalışın, çabalayın. Yapışın, isteyin. Tazarrû edin, ağlayın. O’ndan (CC) şefâat isteyin, kendinizi küçük görün. Kapıda sâbit durun, kaçmayın. Bütün işler Allah-ü Teâlâ’nın (CC) elindedir. Îkaz eden de, sakındıran da O’dur (CC). Uyandıran O’dur (CC), uyutan O’dur (CC). Peygamberimiz (SAV) Cenâb-ı Hakk’ın (CC) “Ey örtüsüne bürünen![2] nidâsını işitince yatağından kalktı ve iştiyaklı bir şekilde dışarı çıktı. İşte Hakk’ın (CC) hitâbını duyan kalp de aynen böyledir; O’na (CC) hemen icâbet eder ve O’nun (CC) talebini yerine getirmeye koyulur, O’na (CC) iştiyak duyar. O (CC), kalpleri uyandırır ve kalplere yol gösterir. Senin bir iş yapmanı istediğinde o işi sana kolaylaştırır. Bu bâtınî bir durumdur. Bu kaderdir, ilimdir. Kader üzerinde durmamız ve onu delil göstermemiz uygun değildir. Aksine biz çalışırız, çabalarız. Îtiraz da etmeyiz, tembellik de.

Allah’ım (CC)! Bizi kaderinden râzı et. Belâlarına karşı sabır ver. Nîmetlerine güzelce şükretmeyi nasip et. Senden, bizi nîmetin tamâmına erdirmeni, âfiyetin devamlı olmasını ve muhabbette sâbit-kadem olmayı dileriz.

İbrâhîm b. Edhem (RA) (v. 161/777) şöyle demiş: “Bir geceyi akşamdan sabaha kadar Allah-ü Teâlâ’ya (CC) türlü türlü duâlar ederek ve ağlayarak geçirdim. Sabaha doğru gözlerim kapandı. Rüyamda Allah-ü Teâlâ’yı (CC) gördüm. Bana şöyle buyurdu: ‘Ey İbrâhîm (RA)! Bana hiç de güzel duâ etmedin. Şöyle de: Allah’ım (CC)! Kaderinden beni râzı et. Belâna karşı bana sabır ver. Nîmetlerine güzelce şükretmemi nasip et. Senden nîmetin tamâmını, âfiyetin devâmını ve muhabbette sebatlı olmayı diliyorum.’ Uyandım ki, bu sözleri tekrar ediyorum.”

Cenâb-ı Hakk’a (CC) kulluğu sapasağlam yapan kimse, halktan kurtulur ve Rabbi (CC) ile yetinir. O’nunla (CC) berâber olmak ona yeter; başkalarıyla olmaya ihtiyaç duymaz. Hz. Peygamber (SAV) ona yeter; başka bir şeye ihtiyaç duymaz. Aksine diğerleri ona muhtaç olur.

Sûfîler, Allah-ü Teâlâ’dan (CC) kendisinden başka bir şey istemezler. Onlar nîmet bahşedeni isterler, nîmeti değil. Hâlık’ı (CC) isterler, halkı değil. Yemekten, içmekten giyinmekten, nikahtan ve dünyâya meyletmekten kaçmışlardır. O’na (CC) kaçmışlardır. Onlar sırf O’nun (CC) rızâsı için ibâdet ederler, nefsin azığı ve ziyâfet evi değil. Derler ki: “Zahmeti ne yapalım? Biz rahmet istiyoruz. Biz mahbub ile zahmetsiz halvet istiyoruz.” Sen hiç yemek, içmek veyâ başka bir ihtiyâcını gidermek için dolaşan misâfir gördün mü? Muhabbet iddiâsındasın ve uyuyorsun! İnsan ya muhibdir, ya da mahbubdur. Eğer sen muhib isen, muhib nasıl uyur? Eğer sen mahbub isen, ey iddiâcı, muhib senin misâfirindir! Haberiniz yok! Yakında O’nun (CC) haberini alırsınız. Hemen veyâ daha sonra, iddiânızın karşılığını göreceksiniz.

Ey âlimler! Ey ilim öğrenenler! İlim maksat değildir, maksat ilmin meyvesidir. Meyvesi olmayan ağacın ne faydası olur? İlmin meyvesi ancak amel ve ihlastır. Kitap ve Sünnet araçtır; onlarla amel edilir, iş yapılır. Kendisiyle iş yapılmazsa âlet nasıl faydalı olur? Sanatkâr, bir iş yaptıktan ve yorulduktan sonra onun ecrini kazanır.

Dünyâ sofrasını, varlığı ve halktan geçinceye kadar sana konuşma hakkı yok! Ondan geçtiğin zaman her şey sana ayan beyan olunur, keşfolunur, şerholunur. Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “Allah’a (CC) karşı takvâ sâhibi olun ki, O (CC) size ilim öğretsin.[3] Yine şöyle buyurmuştur. “Allah’a karşı takvâ sâhibi olan kişiye O (CC) bir çıkış yolu yapar ve onu ummadığı yerden rızıklandırır.[4]

Takvâ her hayrın başıdır; dünyânın, hikmetin, ilmin, kalp ve sır safâsının geliş sebebidir. Tavkâ sâhibi olun ve sabredin. Îmânın başı sabır ve vücûdu ameldir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Beden için baş ne ise, îman için de sabır odur.[5] Bütün ameller, Allah-ü Teâlâ’nın (CC) takdîrinin altında ancak sabır ile tamamlanır. Sabırlı olun, sebâtlı olun, vera sâhibi olun. Halvette de, celvette de vera sâhibi olun. Başkalarının kısmetine karşı zâhid olun, kendi kısmetlerinizden de yüzçevirin.

Sen dîne mukâbil makam-mevki elde ediyorsun. Sen kendine gelirler, dinarlar, elbiseler, evler, komşular, şâhinler, hizmetçiler biriktiriyorsun. Bunların hepsi boş bir hevestir. Yakında onlardan ayrılacaksın. Rabbine (CC) dön. Gittiğin yanlış yoldan dön. Bâtılı, karışıklığı, deliliği bırak. Başkasına terkedeceğin şeyi nasıl toplarsın! Oysa onun hesâbını yalnız vereceksin! Topladığın şeylerin sana zerre kadar faydası yok. Ondan senin eline, onun isbâtından, hesâbından, korkusundan, kaybolmasından ve pişmanlıktan başka bir şey geçmeyecek. Aklın yok! Benden akıl satın al. Benim karşıma geç ve öğüdümü dinle. Ben senin bilmediğini biliyorum. Ve âhiretle ilgili senin görmediğini görüyorum.

Yazık sizlere! Sâlih amel, sizi kabirde azaptan kurtaracak ameldir. Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet olunmuştur: “Mü’min kabre konulduğu zaman, sadakası başında oturur, namazı sağında oturur, orucu solunda oturur, sabrı ayaklarında oturur. Azap başı tarafından gelir; sadakası der ki: ‘Benden sana geçit yok.’ Sağ tarafından gelir; namazı der ki: ‘Benden sana geçit yok.’ Sol tarafından gelir; orucu der ki: ‘Benden sana geçit yok.’ Sabrı der ki: ‘Ben de burada hazırım, ihtiyaç durumunda ben de yardıma hazırım’.[6]

Ey cemâat! Îmânınızı zayıf hissettiğiniz anda fakirlerle kendinizi eşit tutun ve onlara îsârda bulunun yâni ihtiyaç ânında onları kendinize tercih edin. Îmanın kuvvetli olduğu anlarda da onlara yardım edin ve tebessümle yine îsârda bulunun. Fakirleri atâ ve ihsanla karşılayın veyâ elinizde bir şey yoksa onları güzel bir sûrette geri çevirin. Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet olunmuştur: “Dilenci, Allah-ü Teâlâ’nın (CC) kuluna hediyesidir.[7]

Yazık sizlere! Allah’ın (CC) hediyesini kerih görüyorsunuz, reddediyorsunuz ve kabul etmiyorsunuz. Yakında cezânızı görürsünüz. Fakirlik size gelecek, zenginliğinizi alacak ve onun yerine geçecek. Hastalık gelecek, âfiyetinizi bozacak ve onun yerine oturacak. Rabbinizin (CC) dilenciye vermeniz için size bahşettiği önemli nîmetleri hiç hatırlamıyorsunuz. Mü’min bilir ki, Rabbi (CC) dilenciyi kendisine, elindeki nîmetlerden bir şeyler versin diye göndermiştir. Ve o, dilenciye bir şeyler verdiği zaman, ona en güzel bir sûrette ikram eder ve onun kendisine gönderilmesini kabul eder. Ona dünyevî ve uhrevî nîmetlerden bol bol, çokça ve en güzel bir şekilde verir.

Ey dünyâ işleri peşinde koşanlar! Makam ve mevki için sultanlara, emirlere ve zenginlere gidin; bu hususta “Meliklerin meliki”ne gitmeyin. O (CC) zenginlerin en zenginidir ve hiçbir zaman ölmez. Hiçbir zaman fakir olmaz. O’na (CC) bir borç verdiğin zaman, onun karşılığını kat kat verir. Dünyâda bir dirhemine karşılık on dirhem verir. Âhirette de eksiksiz sevâbını verir. Dünyâda bereket, âhirette de sevâp verir. O’nun (CC): “Allah (CC) size onun (infâkınızın, sadakanızın) devâmını nasip eder[8] buyurduğunu işitmedin mi?

Allah’ım (CC)! Seninle alış-veriş yapmakla bizi rızıklandır. Sana hizmetimizi güzel yapmayı nasip et. Bütün hizmetlerle birlikte senin kapında durmayı bize nasip et. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”


[1] Hadîd S. A.16.

[2] Müddessir S. A.1.

[3] Bakara S. A.282.

[4] Talâk S. A.2-3.

[5] Deylemî, el-Firdevs, hadîs no: 3840.

[6] İbn Hıbbân, es-Sahîh, hadîs no: 3113.

[7] Hindî, Kenzü’l-ummâl, hadîs no: 16078.

[8] Sebe S. A.39.

43. SOHBET KIYAMET GÜNÜNE HAZIRLANMAK

Hz. Peygamber’in (SAV) şöyle söylediği rivâyet edilmiştir: “Cebrâil (AS) bana dedi ki: ‘Allah (CC), kullarından ancak merhamet ile davrananlara merhamet eder’.[1] “Yeryüzündekilere merhamet et ki, gökyüzündekiler de sana merhamet etsin![2]

Ey Rabbinden (CC) rahmet isteyen kişi! Onun değerini bir ölç. Zîrâ o şu an senin elinde. Onun değeri nedir? Rabbinin (CC) rahmetinin değeri, senin O’nun (CC) yarattıklarına karşı merhamet göstermen, şefkatli davranman ve onlara karşı niyetini düzeltmendir. Sen istediğin şeye karşılık ortaya bir şey koymuyorsun. Ücreti ver, malı al! Yazıklar olsun sana ki, Allah’ı (CC) bildiğini söylüyorsun da, O’nun (CC) yarattıklarına merhamet etmiyorsun!. Sen iddianda yalancısın… Ârif-billah olan kimse O’nun (CC) yarattıklarına ilim yönünden merhamet eder; topluluklara da hüküm (şerîat) cihetinden merhamet eder. Hüküm ayırır. İlim ise bir araya getirir.

Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “Evlere kapılarından girin.[3] Sâdık ve ilmiyle amel eden şeyhler Cenâb-ı Hakk’ın (CC) kapıları ve O’nun (CC) kurbiyetinin “yolları”dır. Onlar Nebîlerin (AS) ve Peygamberlerin (AS) vârisleri ve nâipleridir, vekilleridir. Onlar Cenâb-ı Hakk’ın (CC) “müferrid”leri[4] ve dâvetçileridir. Onlar O’nunla (CC) halkı arasındaki elçilerdir. Onlar “din doktorları”, “hak öğretmenleri”dir. Onları kabul edin ve onlara hizmet edin. Câhil nefislerinizi onların emir ve nehiylerine teslim edin.

Rızıklar Allah-ü Teâlâ’nın (CC) elindedir. Bedenin rızkı, kalbin rızkı, esrârın rızkı… bütün bunları O’ndan (CC) isteyin, başkasından değil. Bedenin rızkı yemek ve içmektir. Kalbin rızkı tevhîddir. Esrârın rızkı ise “hafî” (sessiz, gizli) zikirdir. Mücâhede ile, ona bir şeyler emredip, birşeylerden nehyederek ve riyâzat ederek nefislerinize merhamet edin. Mârûfu (doğruyu) emrederek, münkerden (yanlıştan) nehyederek, onlara nasîhat ederken samîmi davranmak sûretiyle, ellerinden tutup Hakk’ın (CC) kapısına getirmek sûretiyle halka merhamet edin.

Rahmet, merhamet mü’minin sıfatlarındandır. Katılık ise kâfirlerin sıfatlarındandır. Size gelmeyene siz ulaşın. Sizi mahrum edene siz verin. Size zulmedeni siz affedin. Eğer böyle yaparsanız ipleriniz Allah’ın (CC) ipine ulaşır. O’nun (CC) sâhip olduklarına siz sâhip değilsiniz. Zîrâ bu ahlak Cenâb-ı Hakk’ın (CC) ahlâkıdır.

Münâcât ve mânevî ziyâfet evi olan mescitlere çağıran müezzinlere icâbet edin. Onlara icâbet edin ki, kurtuluş ile, onların indindeki gerçek alış-veriş ile karşılaşasınız. Eğer O’nun (CC) dâvetine icâbet ederseniz, O (CC) sizi evine alır, size karşılık verir, yakınlaştırır, mârifeti ve ilmi öğretir. Yanında olanı size gösterir. Bedeninizi süsler. Kalplerinizi temizler. Sırlarınızı tertemiz eder. Doğru yolu size ilham eder. Sizi karşısına oturtur ve kalplerinizi kurbiyet evine ulaştırır. O (CC) eve girmeniz için sizi çağırır. O (CC) kerîmdir. Eğer O’nun (CC) dâvetini kabul eder ve O’na (CC) duâyı hafife almazsanız size karşılık verir. Size lutuf ve ihsanda bulunur. Size “hil’at” (makam elbisesi) giydirir. Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “İyiliğin karşılığı iyilik değil midir?[5] Ameli güzel yaparsanız sevâbı da güzel olur. Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet olunmuştur: “Nasıl muâmele edersen öyle muâmele görürsün.[6] Ve yine: “Bulunduğunuz hâle göre idâre edilirsiniz[7] buyurmuştur. Amelleriniz kendi amellerinizdir.

Dünyâda, ibret alan ve iffet sâhibi olan zâhidlerin kalpleri ile yaşayın. Onda vatan tutmayın. O ne vatan yeridir, ne de makam yeridir. Asıl vatan ve son makam vardır. Bu dünyâ âhirete göre zindandır. Bundan dolayı Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Dünyâ mü’minin zindanıdır.[8] Mü’min, dünyâda nîmetler içerisinde binsene yaşasa bile yine de dünyâ mü’minin zindanıdır. Onun kurtuluşu, sevinci, hoşluğu, sevâbı, devleti, emir ve nehyi ve rahatlığı ise ancak âhirettir.

Âlim ve sıddık ârife gelince, o sevâbını âhiretten önce dünyâda alır. O Rabbine (CC) yakınlaşmıştır. O yaratılmamış olmayı temennî eder. Kıyâmeti de, cenneti de zahmet olarak görür. Kıyâmet günü sakladığı sırların ortaya çıktığını görür. Zîrâ o gün sırlar şekil kazanır. O, kabrinden kalktığını ve üzerinde zînetli elbiseler olduğunu görür. Onu gılmanlar ve merâsimciler karşılıyordur. Fakat onun kalbi bunlara karşı ebediyyen zâhiddir. Rabbini (CC) görmenin yanında, zahmet olarak gördüğü için bunlardan hoşlanmaz. O nîmet vereni sever, nîmeti değil. O Rabbinin (CC) huzûruna sır kapısından girmeyi sever, merâsim ile girmeyi değil. Cennette olmaktan hoşlanmaz. Zîrâ oradaki nîmetlere aldanarak değişebilir. Ayrıca, Allah’ı (CC) seven kişi O’ndan (CC) başka her şeyi terk eder. Hattâ o, oraya bağlanmasın, oraya aldanmasın, adımları Rabinden geri durmasın, başka şeyle meşgul olmasın diye cenneti görmemeyi temennî eder.

Allah-ü Teâlâ’yı (CC) âhiretten önce dünyâda tanıyamayanlar! Sizlerden dolayı vâh yangınlarım ve vâh ateşlerim! Ve O’nun (CC) kurbiyetinin nesîmini, rüzgârını koklayanlar! Ve O’nun (CC) fazîlet, üstünlük yemeğini yeyip, ünsiyet şarabını içenler! Size daha ne kadar nidâ edeceğim, ey münâfıklar? Sizler duymuyorsunuz ki… Yarın derinden duyacaksınız ama icâbet edemeyeceksiniz. Ne kadar uzaktasınız! Ve size ne kadar da uzaktan sesleniliyor! Sesiniz yerin dibinden geliyor; kurbiyet kalesinden değil, iyilik sâhilinden değil. Bütün işleriniz mîdeniz, şehvetiniz, bedenleriniz ve bütün dünyânız. Bütün bunların hepsi pisliktir, kirdir.

Açlık, Allah-ü Teâlâ’nın (CC) yeryüzündeki yemeğidir: Sıddıkların karnı onunla doyar. Ey fakirlikten korkanlar! Asıl fakirlik fakirlikten korkmaktır. Zenginlik ise Allah-ü Teâlâ (CC) ile O’nun (CC) dışındaki herşeyden zengin olmaktır: Dirhem ve dinar zenginliği zenginlik değildir.

Ey oğul! Nefsinin kıyâmetini kopart. Tefekkür ayaklarınla cehenneme ve cennete gir. Onlara îman ve yakîn gözlerinle bak. Mü’min, fikri ve nazarı düzelinceye kadar amel işlemekten geri durmaz. Fikri ve nazarı düzeldiği zaman kıyâmeti kopmuş demektir. Rabbinin (CC) huzûrunda dirilir, ayağa kalkar; amel defterinin sayfalarını okumaya başlar, iyiliklerini ve kötülüklerini görür. Kötülüklerinin iyiliklerinden fazla olduğunu görür. Cehenneme girmeyi haketmiştir. Sırattan geçmesi gerekir. Onun üzerinden havf u recâ ile, helâk olma, cehenneme düşme duyguları ile geçer. İşte o bu halde iken, Allah-ü Teâlâ (CC) ona rahmetini yetiştirir ve onun kendisine bırakılmasını emreder. Ayaklarının altındaki sırat genişletilir, cehennemin alevi rahmet suyu ile söndürülür. Hattâ cehennem ona şöyle der: “Geç, ey mü’min! Nûrun alevimi söndürdü.[9] İşte mü’min bütün bunları tefekkür eder, düşünür, enine boyuna değerlendirir. Kesin bir kanaate sâhip oluncaya kadar bunları tefekkür etmekten geri durmaz.

Size açıkladığım bu, nasiplerinizin peşinden koşma meselesini düşünmekten geri durmayın. Nasiplerin peşinden koşmayın, bırakın onlar sizin peşinizden koşsun. Bu benim tecrübe ettiğim, gözlerimle gördüğüm bir şeydir. Bunu, bu “yol”a girmiş olan ve bu yolu deneyen benden başka kimseler de görmüştür. Acele etmeyin; nasiplerinizi kaybetmezsiniz. Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet olunmuştur: “Hiç kimse rızkını tamamlamadan dünyâdan göçmez. O halde Allah-ü Teâlâ’ya (CC) karşı takvâ sâhibi olun ve isteklerinizi güzelleştirin.[10] Yavaş olun, hırslanmayın, boşa yorulmayın, sebatlı olun. İsteklerinize karşı işte böyle olun.

Eğer hükümdarların kapısından yüzçevirirsen Allah-ü Teâlâ (CC) sana hiç kapanmayan bir kapıyı açar: Sır kapısı, bâtın kapısı… Bu kapıyı sana hiçbir kuvvetin, gücün ve tahmînin olmadan açıverir.

Mü’min, Rabbinin (CC) kapısını hedef edinmek sûretiyle, nefsinin hevâ ve heves evini terkeder. O bu durumda iken, nefsinin, malının, ailesinin âfetleri onun yoluna durur. O şaşırıp kalır. Günahlarına, Rabbinin (CC) şerîatinin hudutlarını yırttığı kötü ahlâkına geri döner. Sonra bütün bunlardan tevbe eder, “niçin”i ve “nasıl”ı terkeder. Münâzaadan, iddiâcılıktan bâtınen ve zâhiren hiç konuşmaz olur. Teslim olur, kendini bırakır, müdâfaa etmez.

Onun önündeki o set, onun hareketiyle, çalışıp çabalamasıyla değil, ancak Rabbinin (CC) ona yardımı ile açılabilir. Bütün işi O’nu (CC) zikretmek, O’na (CC) dönmek, günahlarını düşünmek, onlara istiğfar etmek ve nefsini kötülemek olur. Bu durumdan çıkınca, Rabbinin (CC) kaderine geri döner. Der ki: “Allah-ü Teâlâ’nın (CC) benim hakkımdaki kaderi ve kazâsı değişmez yazıdır.” Dil ile değil, kalben teslim olur, tefvîz eder, her şeyi Allah-ü Teâlâ’ya (CC) bırakır. Bu halde iken, kapalı olan gözlerini açar, bakar ki, o set gitmiş, kapı açılmış. Artık, âfet yerine nîmet gelmiştir; darlık yerine genişlik; hastalık yerine âfiyet; yokluk yerine mülk… Bütün bunları Allah-ü Teâlâ’nın (CC) şu buyruğu desteklemektedir: “Allah’a (CC) karşı takvâ sâhibi olan kişiye O (CC) bir çıkış yolu yapar ve onu ummadığı yerden rızıklandırır.[11]

Böyle bir kul yine de nîmete şükretmekten geri durmaz. Kalbinin adımlarıyla Rabbine (CC) ulaşıncaya kadar, belâlara muvâfakat göstermekten, hatâları ve günahları îtiraf etmekten, nefsini kınamaktan geri durmaz. Rabbinin (CC) kapısına ulaşıncaya kadar iyiliklerle, günahlardan tevbe ile adım atmaktan geri durmaz. Oraya vardığında ise, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen şeyi görür.

Kulun kalbi Rabbine (CC) vâsıl olduğunda tevbesi kesilir, iyilikler ve kötülükler, şükür ve sabır, yorgunluk ve rahatlık biter: Nasıl ki, misâfir, gideceği yere varınca adımları biter ve sohbete, müşâhedeye, konuşmaya katılır ve sırlara vâkıf olur, işte öyle… Muhib mahbûbuna ulaştığında yorgunluk kalır mı? Yorgunluk rahata döner; uzaklık yakına, gaybet huzûra, duyma gözle görmeye… Mahbûbunun sırlarına muttalî olur. Mahbûbu ona evini gezdirir. Hazînelerinin kapısını ona açar. Yataklarında onu istirahat ettirir. Siz de böyle yapmıyor musunuz? Allah-ü Teâlâ (CC) insanlara misaller verir. Ehl-i işâret olan işâretten anlar.

Ey “huzurda duran kalp” ile ibâdet etmeyen âbid! Senin durumun gözleri bağlı olup da değirmen taşı çeviren devenin durumuna benziyor. O fersahlarca yol aldığını zanneder de, aslında yerinden ayrılmamıştır. Yazık sana! Namazında ayakta duruyorsun, oturuyorsun, namazında acıkıyorsun, susuyorsun: Zerrece ihlas ve tevhid olmayan namazın sana ne faydası olur? Eline yorgunluktan başka bir şey geçmez. Namaz kılıyorsun, oruç tutuyorsun, ama kalp gözün insanların evlerinde, ceplerinde ve sofralarında!… Onların sana hediyeler getirmesini bekliyorsun. İbâdetini gösteriyorsun, orucunu ve mücâhedeni bildiriyorsun. Ey halkı şirk koşan! Sen hiçbir şeye sâhip değilsin. Şirkinden dön. Ey münâfık! Ey mürâî! Ey ruhânî ve rabbânî sıddıkların saflarından geride duran! Sen benim sizin kaşağınız, körüğünüz ve zâbıta memurunuz olduğumu bilmiyor musun? İddiâlarınızın isbâtını isterim! Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet olunmuştur: “Eğer iddiâları insanlara bırakılsa idi, herkes diğerinin kanının helâl olduğunu iddiâ ederdi; fakat dâvâcıya isbat, dâvâlıya ise yemin düşer.[12]

Ne kadar çok konuşuyorsun; buna karşılık fiilin de ne kadar az! Gittiğin yoldan dön. “Allah’ı (CC) tanıyan kimsenin dili tutulur.[13] Kalbi konuşur. Sırrı safâ bulur. Yüksek derecelere ulaşır. Rabbine (CC) ünsiyet kazanır, O’nunla (CC) rahata erer. Bütün ihtiyaçlarını O’nunla (CC) giderir.

Ey kalp ateşi! Serin ve selâmetli ol. Ey kalp! Öyle bir güne hazırlan ki, o gün yeryüzü ve dağlar yürür, yeryüzü içindekileri ortaya çıkarır. İşte, asıl “erkek adam” o gün îmân, yakîn, Mevlâ’sına (CC) olan tevekkül, muhabbet ve iştiyâk ayaklarıyla, âhiretten önce dünyâda elde etmiş olduğu mârifet ayaklarıyla sapasağlam durur. O gün sebep ve halk dağları gider, müsebbib ve Hâlık (CC) kalır. Sûret ve zâhir melikleri gider, kaybolur; bâtın melikleri ortaya çıkarlar. Onlar kıyâmet günü, o değişip dönüşme gününde sapasağlam ayakta kalırlar. Şu dağları görüyorsunuz da onların gücüne, kuvvetine, sağlamlığına, dimdik ayakta duruşuna hayran kalıyorsunuz ya, işte onlar o gün çırpılmış pamuk gibi olacak. Yerlerinden kökleriyle birlikte sökülecekler. Azametleri kaybolacak, bulutlardan daha hızlı kayıp gidecekler. Gökyüzü eriyecek, erimiş bakır gibi olacak. Göğün ve yerin vasıfları değişecek. Dünyâ nöbeti, ahkâm nöbeti, ameller nöbeti, ekim nöbeti ve teklif nöbeti sona erecek. Âhiret nöbeti, kudret nöbeti, amellerin mükâfâtlandırılması nöbeti, hasat nöbeti, külfetten kurtulma nöbeti, her iyilik sâhibine iyiliğinin karşılığının verilmesi nöbeti başlayacak.

Allah’ım (CC)! O gün kalplerimize ve uzuvlarımıza sebat ihsan et. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”


[1] bak.: Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, I/194 (no: 654).

[2] bak.: Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, I/97-98 (no: 314).

[3] Bakara S. A.189.

[4] Müferrid: Hakk’a (CC) ibâdet ve itâat etmede öncü kişiler.

[5] Rahmân S. A.60.

[6] Deylemî, el-Firdevs, hadîs no: 2203.

[7] Deylemî, el-Firdevs, hadîs no: 4918.

[8] Müslim, es-Sahîh, “ez-Zühd ve ve’r-Rakâik” hadîs no: 2965.

[9] Heysemî, Mecmau’z-zevâid, 7/360.

[10] bak.: Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek, II/4, (Halep-tsz).

[11] Talâk S. A.2-3.

[12] Müslim, es-Sahîh, “Akdıye” hadîs no: 1711.

[13] Bak.: Süyûtî, Şerhu Sünen-i İbn Mâce, I/288.

44. SOHBET GÜZEL AHLAK

Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet edilmiştir: “İnsanlar arasına güzel huylarla karışın ki, öldüğünüzde size rahmet okusunlar.[1] Böyle yaparsanız, onlarla birlikte yaşadığınız zaman da onlar size karşı muhabbet beslerler. Bu vasiyeti duyun! Onu can kulağınıza küpe edin, sakın unutmayın! Bu söz size sevâbı çok ve en kolay işi bildiriyor. Güzel huy ne güzeldir! Sâhibine de başkalarına da rahatlıktır. Kötü huy ne çirkindir! Sâhibine yük, başkalarına da eziyettir. Mü’mine yakışan, nasıl ki, diğer bütün tâatler için nefsiyle mücâhede ediyorsa, öylece, huylarını güzelleştirme ve güzel huylarla bezenmek uğrunda da onunla mücâhede etmektir.

Nefsin özelliği kibir, gazap ve insanları tahkir etmektir. Mutmain oluncaya kadar onunla mücâhede edin. Nefis mutmain olunca tevâzu sâhibi olur, zillet sâhibi olur, huyları güzelleşir, ölçüsünü bilir, başkalarına tahammül gösterir. Mücâhededen önce o bir “Firavun”dur. Ne mutlu, nefsini bilen, ona düşmanlık ve muhâlefet eden kimseye! Onu zevklerinden mahrum edin, haklarını bildirin ki, zillet göstersin ve huyları güzelleşsin. Onu tefekkür kabzasına alın ve cennete ve cehenneme sokun. Tâ ki, oraları görsün de zillet sâhibi olsun ve huyları güzelleşsin.

Kıyâmeti düşünün. Kıyâmetiniz kopmadan önce kendi kıyâmetinizi koparın. Kıyâmet günü bir kısım insanlar için düğün iken, bir kısmı için gam olacaktır. Bir kısım insanlar için düğün, bir kısım insanlar için mâtem olacaktır. O gün sâlihlerin bayramı olacaktır. O gün onların üzerinde süsleri ve zînetleri olacaktır. Gılmanlar ve tanıdıkları onlara görünecektir. Amelleri sûret kazanacak, amellerinin nurları onların yüzlerini aydınlatacak.

Ey oğul! Eğer sen Rabbinden (CC) bir şeyler bekliyor ve O’nu (CC) istiyor isen, bana yapış ve benim vereceğim bir hırkaya ve bir lokmaya râzı ol. Senden istediğim hizmetleri yerine getir. Sözlerime muhâlefet etme. Eğer böyle yaparsan na âlâ, aksi halde benden uzak dur. Bu tarîkat nefisle, hevâ ve hevesle, halkı görerek girilecek yol değildir. Durum sana açıklandı; istiyorsan kabul et, aksi halde sen bilirsin. Eğer kabul edersen, Allah-ü Teâlâ’dan (CC) sana bol bol hayır vermesini dilerim. Bana uy; açlık ve fakirlik husûsunda korkun olmasın. Emin ol ki, istediğinden başka bir şey olmayacak ve hayırdan başka bir şey olmayacak.

Ben küçükken boş arazilerde yalnız kalırdım ve kimseyi görmediğim halde şöyle bir ses işitirdim: “Ey mübârek! Sen hayırlı birisin ve hayır göreceksin.” Kalkar çevremde dolaşırdım, ama bu sesin kimden geldiğini bilemezdim. Allah’a (CC) hamd olsun ki, bütün ahvâlimde hayır ve bereket gördüm.

Allah-ü Teâlâ’nın (CC) nice kulları vardır ki, bir şeye “ol” derler, o da hemen oluverir, ama onlar farkedilmezler. Onları gördüğünüzde tanımazsınız. Onların yüzüne karşı kapıları kapatırsınız. Keselerinizi ve elbiselerinizi onlardan çekersiniz. Yazık size! Eğer kapılarınızı fakirlere kapatırsanız, Allah-ü Teâlâ (CC) da size kapatır. Eğer kapılarınızı onlara açarsanız, Allah-ü Teâlâ (CC) da size açar. Eğer halkın hoşnutluğu için infak ederseniz işleriniz zorlaşır. İnfak edin, cimrilik etmeyin. Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve fuhşiyâtı (âdîlikleri) emreder.[2] Oysa Allah-ü Teâlâ (CC) infak mukâbilinde size bu işin devâmını vaadetmiştir: “Allah (CC) size onun (infâkınızın, sadakanızın) devâmını nasip eder.[3]

Yazık sana! Müslüman olduğunu iddiâ ediyorsun, ama Hz. Peygamber’e (SAV) muhâlefet ediyorsun; onun dîni hakkında hevâ ve hevesinden geldiği gibi konuşuyorsun. Müslümanlığında yalancısın. Sen tâbi değil, mübtedîsin, bid’atçinin birisin. Muvâfık değil, muhâlif birisin. Hz. Peygamber’in (SAV): “Tâbi olun, bid’atçilik yapmayın: Bu size yeter…[4] buyurduğunu işitmedin mi? Yine buyurmuştur ki: “Sizi tertemiz, apaçık bir yol üzere bıraktım.[5] Onu reddediyorsun, O’nun (SAV) sözüne muhâlefet ediyorsun ve O’na (SAV) tâbi olduğunu iddiâ ediyorsun. Sende bir kerâmet (iyilik) yok. Ben sana gerçeği söylüyorum. İstersen gelirsin, istemezsen gelmezsin. İstersen översin, istersen zemmedersin. Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “De ki: Rabbin (CC) katından hak geldi. İsteyen inansın, istemeyen inanmasın.[6] Benim sözlerimden ancak deccal, hîlebaz ve iddiâcı münâfık kaçar; hevâsına binmiş, nefsinin her isteğine uyan, Allah’ın (CC) kitâbına ve Resûlünün (SAV) sünnetine muhâlif, gerçeğe buğzeden, bâtılı seven, Mevlâ’sına (CC) yakınlaşmak için kalbinin adımları olmayan kimse kaçar.

Ey oğul! Töhmet etmeden, kalbinle duy ve bak… bak ki, ne acâip şeyler göreceksin! Sûfîler hakkında töhmette bulunma. Onları tasdik et. Onlara “niçinsiz” ve “nasılsız” muvâfakat et. Seni sohbetlerine alırlar. Hizmetinden memnun kalırlar. Kendilerine inen nîmetlerden ve güzelliklerden, semâdan sıddıkların kalplerine inen şeylerden ve gece ve gündüz onların sırlarına inen “mevârid”den[7] sana da pay ayırırlar. Eğer onların senin hizmetinden memnun olmalarını istiyorsan zâhirini de, bâtınını da temizle ve onların huzûrunda dur. Kalbini bid’atten temizle. Zîrâ sûfîlerin îtikâdı Nebîlerin (AS), Resûllerin (AS) ve sıddıkların îtikâdıdır. Onlar selef inancındadırlar. Mezhepleri âcizlerin, ezilmişlerin mezhebidir. Onlar öyle bir îtikat sâhibidirler ki, o îtikatlarına töhmetten münezzeh olan iki âdil şâhit şâhitlik eder: Allah-ü Teâlâ’nın (CC) Kitabı ve Nebîsinin (SAV) sünneti.

Ey sûfîler! Ne kendinize, ne de başkalarına zulmedin. Zulüm memleketleri harap eder. Asılları söker atar. Kalpleri ve yüzleri karartır. Rızkı daraltır. Zulmetmeyin; kıyâmet bizim içindir, o mutlakâ kopacak. Gelecek olan her şey yakındır. Bizim bir yaratıcımız var: Bizi karşısına alacak ve hesâba çekecek, münâkaşaya çekecek, azdan ve çoktan sorguya çekecek, zerrelerimizi dahi sorgulayacak. Ben size sâdece bir nasîhatçiyim. Nasîhatime karşı sizden bir ücret de istemiyorum.

Ribâya (fâize) yaklaşmayın: Rabbinize (CC) karşı harp îlan etmiş olursunuz ve mallarınızdan bereket kalkar. Dinarı dinara karşılık borç verin. Fakire borç verip daha sonra onu Allah (CC) rızâsı için helâl edebilecek olan kimse öyle yapsın. Öyle yapanlar iki kere sevinç duyarlar: 1- Borç verdikleri zaman, 2- Onu helâl ettikleri zaman. Rabbinize (CC) güvenerek ve dayanarak böyle yapın. Yaratan, sâbit-kadem kılan ve mübârek eden O’dur (CC).

Dilenciyi bir şey vermeden göndermemeye çalışın, aksine, elde olan şeylerden verin. Az da olsa bi şeyler vermek onu mahrum etmekten hayırlıdır. Eğer bir şey bulamazsanız, onu azarlamayın, yumuşak sözle onu gönderin, onu kırmayın.

Dünyâ her yönüyle gelip geçicidir. Gece ve gündüzün değişmesiyle gelip gider. Ölen herkesin kıyâmeti kopmuş ve o lehindeki ve aleyhindeki şeyleri bilmiş demektir. Her şeyin bir sonu vardır: Âfiyetin de, belânın da. Hayrın da, şerrin de. Zenginliğin de, fakirliğin de. Hayâtın da, ölümün de. İzzetin de, zilletin de. Bütün bunlar birbirine zıt şeylerdir. Biri gelir, öbürü gider. Ölüm ise her şeyin sonuncusudur.

Ârif bir mü’min baş gözlerini kapatınca kalp gözleri açılır: Halkı oldukları gibi görür. Kalp gözünü kapatınca sır gözleri açılır: Cenâb-ı Hakk’ı (CC) ve O’nun (CC) halk üzerindeki tasarrufunu görür. Hâlık (CC) gelince halk gider. Âhiret gelince dünyâ gider. Sıdk gelince yalan gider. İhlas gelince şirk gider. Îman gelince nifak gider. Her şeyin bir zıddı vardır. Akıllı kişi sonuca bakar. Dünyânın zâhirine ve süsüne bakmayın. Zîrâ o yakın bir zamanda gidecek, kaybolacak. Önce siz yok olacaksınız, sonra da sizden sonrakiler.

O’ndan (CC) size gelen âfetler sebebiyle Rabbinizin (CC) sohbetinden kaçmayın. Sizin menfaatinizi O (CC) sizden daha iyi bilir. İyilik, kerih görülen şeylerde dürülmüştür. Akıllı ve edepli olun. Sıddıkların kalplerine âfetler gelir de, onların kalpleri o âfetlere teslim olur, onları ikiye katlar. Allah-ü Teâlâ’ya (CC) dayanmış olan kimseler o âfetleri kucaklarlar, alınlarının ortasından öperler; onları sabır, muvâfakat ve rızâ ile evlendirirler. O âfetler bir müddet orada kalır, sonra oradan alınır. “Yeri ve ziyâfeti nasıl buldun?” diye sorulur. Şöyle cevap verir: “Ne güzel mekân, ne güzel ziyâfet, ne güzel hediye, ne güzel hediyeci!” Belâlara düşmüş bu sâdâttan (kutlu kişilerden) birine (RA) sorulmuş: “Bu belâ içinde nasılsın?” Demiş ki: “Belâyı benden sorun!” Rabbinize (CC) karşı sabırlı olun, işte o zaman O (CC) belânızı giderir, sabrınızın karşılığı esnâsında derecelerinizi yükseltir. Nefsinize karşı sabırla berâber olun. Sabretmek için sıddıklarla berâber olun, onunla berâber olan, onunla iş yapan ve onunla amel edenlerle berâber olun.

Allah’ım (CC)! Eşyâyı bize musahhar kıl (itâat ettir), bize işlerimizde kolaylık ver, bize hayrı aç, işlerimizi hafiflet. (Âmin)

Hastalığın, fakirliğin, açlığın ve günlük ihtiyaçların silip götürdüğü îman, gerçek îman değildir. Îmânın cevheri ve sıhhati belâ ânında ortaya çıkar ve nûru o zaman görünür. Onun cesâreti belâ askerleri geldiğinde belli olur.

Rabbiniz (CC) yaptıklarınızdan haberdardır. Ey melikler, sultanlar ve ey onların tâbileri! Ey avâm ve ey havâs! Ey zenginler ve ey fakirler! Ey halvet ehli ve ey celvet ehli! Hiç kimse O’na (CC) perdeli değildir. “Nerede olursanız olun, O (CC) sizinle berâberdir.[8]

Allah’ım (CC)! Günahlarımızı ört, affet, bağışla. Bize lutuf ve ilim ver. Hatâlarımızı önemseme. Yardım et. Kanaat ver. Âfiyet ver. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.” (Âmin)


[1] bak.: Tirmizî,“Birr” hadîs no: 54.

[2] Bakara S. A.268.

[3] Sebe S. A.39.

[4] Heysemî, Mecmau’z-zevâid, I/181.

[5] Zebîdî, İthâfü’sâde, I/182.

[6] Kehf S. A.29.

[7] “Mevârid” “vârid” “vâridât”: Cenâb-ı Hakk’tan (CC) sûfînin kalbine gelen ilhamlar ve tecellîler.

[8] Hadîd S. A.4.

45. SOHBET BELALARIN HİKMETİ

Hayırdan ve şerden, doğruluktan ve yalancılıktan, ihlastan ve şirkten, tâatten ve mâsıyetten her neyiniz varsa, O (CC) onların hepsini bilir. O (CC) rakîbdir (gözetleyendir), hâzırdır (her yerde bulunandır) ve müşâhiddir (her şeyi görendir). O’nun (CC) bakışlarından utanın! Îman gözü ile bakın: O’nun (CC) bakışlarını altı cihetten görürsünüz. Eğer can kulağıyla dinleyip, öğüt alacak olursanız bu söz size yeter. Rabbinizden (CC) halvette ve celvette korkmanız için de bu söz size yeter. O’nu (CC) gözetleyin. O’nun (CC) ve kirâmen kâtibîn meleklerinin size bakışlarına bakın. O’ndan (CC) korkun ve O’nu (CC) üzerinize yüklediği şerîatin hudutları ile gözetleyin. O (CC) sizin sultânınız ve emîrinizdir. Eğer O’ndan (CC) korkarsanız sizin üzerinize görevlendirilmiş olanları yormamış olursunuz.

Ey fakir! Ey aç! Ey çıplak! Ey muhtaç! Başkasından yardım istiyorsun. Susman senin için daha iyi ve daha faydalı. O’nun (CC) senin hâlini bilmesi sana yeter, istemene gerek yok. Belâya düşmen O’na (CC) dönmen için. Kalbinle O’na (CC) dön ve sebat et ki, hayrı göresin. O’nun (CC) kapısına mı, yoksa başkasının kapısına mı yapışacağını görmek için, O (CC) seni aç bıraktı, çıplak bıraktı, muhtaç etti, mahrum etti. O’ndan (CC) memnun mu olacaksın, yoksa hoşnutsuz mu? Şikâyetini O’na mı (CC) yapacaksın, yoksa O’ndan mı (CC) şikâyet edeceksin? O’na (CC) bağıracak mısın, yoksa O’na (CC) tazarrû ve niyaz mı edeceksin? O (CC) size belâları ne yapacağınıza bakmak için verir!

Ey câhiller! Siz zenginlik kapısını terkettiniz, fakirlik kapısına yapıştınız. Cömertin kapısını terkettiniz, sizi aşağılayanın kapısına yapıştınız. Merhamet sâhibinin kapısını terkettiniz, merhametsizin kapısına yapıştınız. Kâdirin kapısını terkettiniz, âcizin kapısına yapıştınız.

Ey O’nu (CC) tanımayan câhiller! Yakında O (CC) hepinizi önüne toplayacak, o toplanma gününde hepinizi biraraya getirecek. Birbirinizden ne kadar farklı olursanız olun hepinizi toplayacak.

Ey Hakk (CC) yolunun yolcusu! Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “Bugün fasl (ayırma, hüküm) günüdür, sizi ve evvelkileri biraraya getirdik; eğer bana karşı bir hîleniz varsa, buyurun yapın![1] Kıyâmet günü Allah-ü Teâlâ (CC) bütün yarattıklarını toplayacak, ama bunu bu dünyâda yapmayacak; mâsum kanının akmadığı, hatânın işlenmediği bir dünyâda gerçekleşecek bu; bunda hiç şüphe yok!

Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “Kıyâmet günü gelecektir, bunda şüphe yok. Muhakkakki, Allah (CC) kabirde olanları diriltecektir.[2] Kıyâmet günü aldanma günüdür, pişmanlık günüdür, hatırlama günüdür, muvâfakat günüdür, şehâdet günüdür, kısas günüdür, ferah günüdür, hüzün günüdür, korku günüdür, emniyet günüdür, nîmet günüdür, azap günüdür, rahat günüdür, yorulma günüdür, acıkma günüdür, görme günüdür, giyinme günüdür, çıplak kalma günüdür, kazanç günüdür, kaybetme günüdür; o gün mü’minler Allah-ü Teâlâ’nın (CC) yardımıyla sevinç duyarlar.

Allah’ım (CC)! O günün şerrinden sana sığınırız ve o senden günün hayrını dileriz. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”


[1] Mürselât S. A.38-39.

[2] Hac S. A.7.

46. SOHBET NEFSE VE DÜNYAYA ALDANMAMA

İbâdet, âdeti terketmektir. Çünkü âdet ibâdetin hükmünü ortadan kaldırır. Şerîat ise âdeti kaldırır, yok eder. Rabbinizin (CC) şerîatine sarılın ve âdetlerinizi terkedin. Âlim ibâdetle, câhil ise âdetle ayakta kalır. Kendinizi, çoluk çocuğunuzu ve eşlerinizi hayır işlemeye ve onda devamlı olmaya alıştırın. Ellerinizi dünyâ malını dağıtmaya alıştırın; kalplerinizi de ona karşı zâhid olmaya alıştırın. Ondan fakirlere verme husûsunda cimrilik etmeyin. Dilencileri boş çevirmeyin: Cenâb-ı Hakk (CC) da sizin dileklerinizi boş çevirir. O (CC) sizin dileklerinizi nasıl boş çevirmesin ki, siz O’nun (CC) hediyesini kabul etmediniz! Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet olunmuştur: “Kapıya gelen dilenci, Allah-ü Teâlâ’nın (CC) kuluna hediyesidir.[1]

Yazık sana! Komşunun fakir ve aç olduğunu belirtip, sonra da bâtıl zannınla onu mahrum bırakmandan utanmıyor musun? Diyorsun ki: “Aslında onun gizli altınları var, ama kendini fakir gösteriyor!” Îman iddiâsındasın ama komşun aç dururken sen uyuyorsun ve yanında fazladan bir şeylerin olduğu halde ona vermiyorsun. Yakında malın elinden alınır, sofran önünden kaldırılır; zillet ve fakra düşersin; o çok sevdiğin dünyandan ayrılırsın.

Dünyâyı, ıztırârî (zorunlu) olarak değil, ihtiyârî (gönüllü) olarak terkedin. Kısmetlerinize râzı olun, başkasının kısmetine nazar etmeyin. Kıtkanaat geçinmeye ve üzerinizin örtülmesine râzı olun. Eğer başka bir nasibiniz varsa, o size gelir. Bu zekî ve tecrübeli kimselerin davranışıdır.

Müsterih olun! Allah-ü Teâlâ (CC) tamahkârlığı ve zelilliği ağır bir davranış olarak belirledi. Zâhidler dünyâyı tanıdılar, ama onu bir mârifet ve bilgi ile tanıdırlar. Bildiler ki, dünyâ terbiye edilir sonra öldürülür; alınır sonra verilir; ele geçilir sonra terkedilir; sevilir sonra buğzedilir; beslenir sonra yenir; kabul edilir sonra idâre edilir; başlar üzerinde kaldırılır sonra başaşağı edilir… Ondan kalplerinizle ve mânâlarınızla kaçın. Onun memesinden içmeyin, onun odasında uyumayın, süsünden dolayı ona rağbet etmeyin. Onun teni ve elbisesi yumuşaktır, sözü güzel, yemeği tatlıdır: Aslında onun yemeği zehirlidir. O bir kâtil, bir sihirbaz, bir hîlekâr, bir hâindir. O ne ebedî kalınacak, ne de ikâmet edilecek bir yerdir. Daha önce geçmiş olanlara ve onun onlara ne yaptığına bakın. Onu daha fazla isteyerek kendinizi öldürmeyin. O sizin mallarınıza sâhip olduğu şeyden fazlasını katacak değildir. Fazla veyâ noksan talebini terket, sus, edepli ol, râzı ol. De ki: Allah-ü Teâlâ (CC) da, Resûlü (SAV) de şu vaatte ve sözde sâdıktırlar: “Rabbiniz (CC) yaratma, rızık ve ecel işlerini bitirmiştir; kıyâmete kadar olacak şeyler husûsunda kalem kurumuştur.[2] Ve yine: “Allah (CC) kalemi yarattığında ona şöyle buyurdu: “Yürü, yaz” O dedi ki: “Neyi yazayım?” Buyurdu ki: “Yarattıklarım hakkındaki kıyâmete kadar olacak hükümlerimi yaz![3]

Ey oğul! Eğer ölümü tezekkür eder, sürekli hatırlarsan, nefsinin sana söyleyecek sözü olmaz ve Mevlâ’na (CC) tâatte sana muhâlefet etmez. Fakat sen onu emîrin ve sürücün yaptın. O (nefsin) senin ölümü tefekkür ederek kendisine elem vermeni, kızdırmanı ve üzmeni istemez. O (nefsin) seni ateşe oturtuyor da senin haberin yok!

Ey nefsin, hevâ ve hevesin kulu! Sen babanın (Hz. Peygamber’in SAV.) nesebinden çıktın, ama onunla bağlantıyı kopardın. Eğer nefsini, sâlihlerin nefislerini gördüğü gibi görseydin, ondan kaçardın. Yazık sana! Uyan… O seni hamal yaptı, yüklerini sana yükledi ve senin üzerine bindi, sen de onu bir diyardan bir diyara taşıyıp duruyorsun!

Evliyâ ise bunun tam tersini yaptı; onlar nefislerini hamal yaptılar, onun üzerine mücâhede yüklerini, ibâdet sorumluluklarını yüklediler ve onun üzerindeki “selâmet tepesi”ne oturttular. Hoş, ondan sonra da dünyâ ve âhiret onlara hizmetkâr olarak geldi ve onların huzûrunda emirlerine âmâde bir şekilde durdu. Onlar bu dünyâdaki nasiplerini hemen alıyorlar, daha sonra da âhiretteki nasiplerini alacaklar.

Ey bu sözümü işitenler! Eğer nefsi kullanmazsanız, kıyâmet günü sizin aleyhinize şâhit olur; kullanırsanız lehinize olur. Size denir ki: “İşittiniz, ama amel etmediniz. Hevâ, günah ve îtiraz meclislerinde çokça bulundunuz; o halde burada huzurda bulunmanız boşuna. Size sevap yerine cezâ var, hayır yerine şer var.” Bu sıfatla burada bulunmaktan tevbe edin. Faydalanma niyetiyle burada bulunun ki, fayda temin edin. Ben Allah-ü Teâlâ’dan (CC) benden sizi faydalandırmasını ve kalplerinizi, niyetlerinizi ve maksatlarınızı düzeltmesini dilerim. Şu âyete imtisâlen sizden ümit kesmiyorum: “Umulur ki, Allah (CC) bundan sonra yeni bir iş (durum) yaratır.[4] İleride uyanacak ve O’nun haberini alacaksınız.

Allah’ım (CC)! Bizi uyanıkların uyanıklığı ile rızıklandır. Onlara nasıl muâmele ettiysen bize da öyle muâmele et. Bizi affet, bize dinde, dünyâda ve âhirette dâimî bir âfiyet ver ve bizi onların halleriyle hallendir. Afv ve âfiyetle bizi senin yakınlığından rızıklandır. Bugünün ve ve her günün hayrından bizi rızıklandır. Burada hazır olanların sevâbıyla da, olmayanların sevâbıyla da rızıklandır. Burada olanın veyâ olmayanın şerrinden de bizi koru. Arzında yerleştirdiğin sultanların sevâbıyla da bizi rızıklandır. Ve onların şerrinden, bütün şerlilerin şerrinden, fâcirlerin tuzaklarından, ibâdının ve bilâdın (kulların ve beldelerin) şerrinden, alnındaki perçeminden tuttuğun yürüyenlerin şerrinden bizleri koru. Sen dosdoğru bir yol üzerindesin. Âsîleri itaatkârlara, câhilleri âlimlere, seni görmeyenleri huzûrunda olanlara, seni talep edenleri ilmiyle âmil olanlara, sapıtmışları mühtedîlere bağışla. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”


[1] Hindî, Kenzü’l-ummâl, hadîs no: 16078.

[2] Hindî, Kenzü’l-ummâl, hadîs no:496.

[3] Beyhakî, el-Esmâ ve’s-sıfât,  hadîs no: 378, (Beyrut-tsz).

[4] Talâk S. A.1.

47. SOHBET SUFİLER VE TEVHİD

Kalplerinizden zıtları, putları ve ortakları atın! Zîrâ Allah-ü Teâlâ (CC) ortak istemiyor; özellikle de “evi” olan kalpte. Hz. Hasan (RA) ve Hz. Hüseyin (RA) Hz. Peygamber’in (SAV) huzûrunda oynuyorlardı. Daha küçüktüler. Hz. Peygamber (SAV) onlar ile çok mutlu oluyor, onları çok seviyordu. Cebrâil (AS) geldi: “Şu zehirlenecek, şu da öldürülecek[1] dedi. Bir anda mutlulukları kedere dönüşüverdi.

Hz. Peygamber’in (SAV) Hz. Âişe’ye (RA) muhabbeti vardı. Sonra meşhur olay[2] cereyan etti de, suçsuzluğunun Hz. Peygamber (RA) tarafından bilinmesine rağmen Hz. Âişe onun gönlünden uzaklaştı. Allah-ü Teâlâ (CC) da onun tamâmiyle suçsuz olduğu husûsunda Hz. Peygamber’i (SAV) kesin bir bilgi sâhibi yaptı. Ve Hz. Peygamber (SAV) de Cenâb-ı Hakk’ın (CC) bu husustaki maksadını anladı.

Ya’kûb (AS) da Yûsuf (AS)’a muhabbet düşürünce olanlar oldu… Birbirlerinden ayrılıverdiler. Bu türden olaylar Peygamberlerin (AS), Velîlerin (RA) ve Hakk (CC) mahbublarının kıssalarında çoktur; çünkü o “Gayûr”dur yâni “kıskanç”tır. Onların kalplerini kendisinin dışındaki her şeyden temizlemiştir.

İhlaslı olun! Yarattığı şeyler için değil, O’nun (CC) için namaz kılın. Kulları için değil, Allah (CC) için oruç tutun. Dünyâda nefisleriniz için değil, O’nun (CC) için yaşayın. Bütün tâatleriniz Allah (CC) için olsun, yarattıkları için değil.

Sâlih amellere ve ihlasa ancak kasr-ı emel ile güç yetirebilirsiniz. Kasr-ı emele ise ancak ölümü tezekkür ederek güç yetirebilirsiniz. Ona ise kabirlere bakıp ibret alarak, kabir ehlini ve orada olanları tefekkür ederek ulaşabilirsiniz. O ibretlik kabirlerin yanında oturun ve kendi kendinize şöyle deyin: “İşte bunlar da yiyorlardı, içiyorlardı, evleniyorlardı, giyiniyorlardı; halleri nice oldu? Şimdi bunların onlara ne faydası var? Ellerinde sâlih amellerden başka ne kaldı?”

Ey bu beldenin insanları! İçinizden, Dehriyye mezhebine uyarak, ba’se ve neşre, yeniden dirilmeye inanmayanlar var. Onlar öldürülmekten korktukları için kendilerini gizliyorlar. Ben onlardan birçoğunu tanıyorum, ama size Allah-ü Teâlâ’nın (CC) hilmi ile davranıyorum. Ey böyle inananlar! Allah’ın (CC) ilmi yönünden sizleri açıklamıyorum. Sizleri birer birer kurtarıyorum. Gözlerimi size kapıyorum. Allah’ım (CC)! Günahlarımızı ört, affet. Bizi hidâyete, kifâyete ve gâyeye erdir. (Âmin)

Vah sana! Ahmak olma! Allah-ü Teâlâ (CC) ile ahmaklığın ve câhilliğinle çekişip münâzara etme: Sonra zâhir başını da, dîninin başını da tehlikeye atarsın. Gözlerini yum, kapıyı çal, edepli ol. Sen kimsin?, bil. Gücünü bil, nefsini alçalt. Sen kulsun, kulun ise Mevlâ’sına (CC) karşı mülkü olmaz. Kendisi için tasarrufu olmaz. İrâdesini efendisinin irâdesine, sözünü onun sözüne terketmesi gerekir. Sen nefsin için Rabbine (CC) karşı utanmazca davranıyorsun.

Sûfîler halk için, Rablerine (CC) karşı âdetâ “arsızlaşırlar”. O’na (CC) şöyle yalvarırlar: “Rabbim (CC)! Hayâtım onlara fedâ olsun.” Onlar bu tür kabalıkları halk için yaparlar. Oysa onlar halka vedâ etmiş, kalplerini halktan temizlemiş, kalplerinde halktan zerrece bir şey kalmamış olan kimselerdir. Onlar sâdece O’nunla (CC) berâber ve O’nun (CC) için ayaktadırlar. Onlar “kabz”ı[3] olmayan küllî bir  “bast”[4], zilleti olmayan küllî bir izzet, mahrûmiyeti olmayan küllî bir bahşiş, engelleyeni olmayan küllî bir icâbet, reddi olmayan küllî bir kabul, üzüntüsü olmayan bir sevinç, acziyeti olmayan bir kudret, zaafı olmayan bir kuvvet ve nikmetsiz (kesintisiz) bir nîmet içindedirler. Onlar “kerâmet hil’ati”ni giymişlerdir. Böylece Tevkî’ (onaylama), tefvîz (Hakk’a CC. havâle etme), temkîn (yerleşme, muhkem olma ve etme) ve tekvîn (yaratma) onların “kalp elleri”ne teslim edilmiştir. Tekvîn onların ellerinde bitmeyen bir hazîne ve çekilmeyen bir menbâ olmuştur. Ne kadar çok korkarlarsa o kadar emniyetleri artar. Ne kadar geri giderlerse o kadar ilerlerler. Onların sözleri duyulur. Şefâatleri makbuldür. Dünyâ ve âhiret işleri onlara havâle edilmiştir. Bu halkın anlayabilceği bir şey değildir. Onlara melekût âleminde “uzemâ” (büyükler) diye çağırılır. Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet olunmuştur: “İlim öğrenen ve öğrendikleriyle de amel edenler melekût âleminde “azîm” diye çağırılır.[5]

Neyin içindesiniz ve ne üzerindesiniz? onu düşünün. Eğer Allah-ü Teâlâ’nın (CC) rızâsına uygun bir şey görürseniz ona yapışın, O’nun (CC) rızâsına muhâlif bir şey görürseniz terkedin. Yediklerinizde, içtiklerinizde, evlenmenizde ve davranışlarınızda vera sâhibi olun.

Ey oğul! Sâhip olduğun mânevî halleri gizle. Eğer ondan başkalarına haber verirsen, o senden alınır. Kendinde olan şeylerden haber verirsen cezâlandırılırsın. Bu husustaki edep, haber veren kişinin sen olmamandır.

Sâlihlerden biri dergâhında halvet hâlinde oturuyor, murâkabe ediyor ve Rabbini (CC) zikrederek O’nunla (CC) ünsiyet hâlinde bulunuyordu. İnsan, cin ve melek sâlihlerinden bir aziz ona geldi ve şöyle seslendi: “Allah-ü Teâlâ (CC) senin ünsiyetini ve zikrini mübârek etsin, ey tertemiz edilmiş, seçilmiş, mukarreb, müttakî, ihlaslı ve nîmetler bahşedilmiş kişi!” O başını hiç kaldırmadı ve duyduklarına da kalbiyle hiç aldanmadı. Daha sonra o sözleri birkaç defâ daha duydu, ama o bu sözleri sanki hiç duymamış gibiydi.

Eğer onlardan biri halka dönerse, bu dünyâ hastânesinde onlara tabip olur. Onun ilaçları faydalı ve tesirli olur. Onun sürmesi kalbin gözyaşı selini kopartır, kalp hastalıklarını giderir. O, âfiyet içerisindedir. Ona kendisiyle aydınlandığı bir nur verilir. Onun, yediğinde doyduğu bir yemeği vardır. İçtiğinde kandığı bir içeceği vardır. Makbul bir şefâati vardır. Geçerli bir söze sâhiptir. O emir verdiğinde emri hemen yerine getirilir, nehyi de kabul edilir.

Sûfîler kalplerinde olanı gizlerler. Mârifetlerini ve ilimlerini gizlerler. Onların kalplerinin kapıları, Rablerinin (CC) kurbiyet yurduna gece ve gündüz açıktır. Onlar “kalp ziyâfeti evi”ne sâhiptir. Onların kalpleri ve sırları, gece-gündüz, Rablerinden (CC) gelen “vârid”leri (ilâhî tecellîleri) dinlemekten geri durmaz. Âdemoğlu düzelir ve mânevî sıhhat bulursa her şeyin üzerine çıkar. Cevherleşir, saflaşır, yükselir, herşeyden üstün olur. Bütün güzelliklere sâhip olur. Âdetâ, Hz. Mûsâ’nın (AS) bütün hayırları topladığı asâsı gibi olur.

Denir ki: Cebrâîl (AS) o asâyı cennetin köklerinden aldı ve Hz. Mûsâ’ya (AS) Firavun’dan kaçtığı zaman verdi. Ve yine denir ki: Hz. Ya’kûb (AS) onu kendisinden sonraki birilerine teslim etti. Allah-ü Teâlâ (CC) o asâyı halk için bir mûcize ve Hz. Mûsâ’nın (AS) nübüvveti için bir takviye ve bir tashih vâsıtası yaptı. Onu Hz. Mûsâ (AS) için daha başka nice atâ ve ihsanlara da vesîle kıldı. O asâ, Hz. Mûsâ’yı (AS) yorulduğunda, canlı bir hayvan gibi, taşırdı. Önüne bir nehir geldiğinde üzerinden geçtiği köprü olurdu. Bir düşmanla karşılaştığında onunla savaşırdı. Bir gün sahrâ çöllerinde Rabbinden (CC) başka hiçbir mûnisinin olmadığı ve tek başına bulunduğu bir sırada koyunlarını otlatırken, uyku bastı ve uyudu. Birden uyanıverdi; asânın tepesinde bir kan izi gördü. Hemen etrâfını kolaçan etti, bir de ne görsün: Kocaman bir yılan ölüsü! Asâsının kendisini korumasından dolayı Allah-ü Teâlâ’ya (CC) şükretti. Acıktığında hemen meyveli bir ağaç oluverir, o da ondan yeterince yerdi. Susadığında hemen bir nehir olur, o da ondan yeterince içerdi. Güneşin sıcaklığı onu rahatsız ettiğinde onu sırtına koyar, o da ona gölgelik olurdu.

İşte bir kul da böylece, kalbi düzelir ve Rabbi (CC) için ıslah olursa, Allah-ü Teâlâ (CC) o kalpte halk için genel ve onun için özel nice manfaatler yaratır. Genel ve özel herkes ondan faydalanır. Bunların bir kısmı halka zâhir olur, bir kısmı onlara gizli kalır. Halka karşı açık, kalp sâhibinin kendisi için gizli olur.

Bu işin evveli “Lâ ilâhe illAllah Muhammedün resûlullâh” ve âhiri ise, övgünün ve yerginin, iyiliğin ve kötülüğün, faydanın ve zararın, kabûlün ve reddin, teveccühün ve sırt çevirmenin kişinin gözünde eşit olmasıdır. Bir şeyin evvelini düzgün yaparsan, sonu da düzgün olur. İlk derecede ayağını sâbit basamazsan ikinci dereceye nasıl yükselirsin? Amellerin netîcelerine bakılır. “Lâ ilâhe illAllah Muhammedün Resûlullâh” bir iddiâdır; delîlin nerede? Onun delîli tevhîd, ihlas, ahkâmı yerine getirmek ve onun hakkını vermektir.

“Muvahhid”in (Hakk’ı CC. gerçek anlamda tevhîd eden kimse) sultandan da, şeytandan da haberi olmaz. O Rahmân’la (CC) berâber olan kalbiyle onlardan uzaktır. O O’nun (CC) halk ve kendi üzerindeki tasarrufâtını görür. Onun eli kazâ ve kader kapısının iki halkasındadır. Onların nasıl açılıp kapandığına bakar. Halkı âciz, zayıf, hasta, fakir, zavallı ve ölü olarak görür. Rabbi (CC) onu birisine karşı bedduâ etmesi için konuşturduğunda onun aleyhine bedduâ eder ve başka birisine karşı duâ etmesi için konuşturduğunda da onun için duâ eder. O emrin ve nehyin hükmü altındadır. Onun kalbi meleklere karışmıştır. Ki, böylesi kimseler hakkında Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “Onlar Allah’ın (CC) kendilerine emrettiği hususlarda isyan etmezler, ne emredilirse onu yaparlar.[6] O, kıyâmet günü uzuvların konuşacağı gibi konuşur. Kendilerinden olan birisi onları kınadığında derler ki: “Her şeyi konuşturan Allah (CC) bizi konuşturuyor.” Bu makâma bu kul kendinden fânî ve Rabbi (CC) ile mevcut olmak suretiyle ulaşmıştır.

Allah’ım (CC)! Senin uğrunda yaptığımız iddiâlarımızı düzelt. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”


[1] bak.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned,  III/242.

[2] “Meşhur kıssa” tâbiri ile Nûr Sûresi 24/11-17. âyetlerinde konu edinilen “ifk hâdisesi” kasdedilmektedir.

[3] “Kabz”: Sûfînin kalbine Hakk’tan (CC) karşılıksız olarak gelen darlık ve sıkıntı.

[4] “Bast”: Sûfînin kalbine Hakk’tan (CC) karşılıksız olarak gelen ferahlık ve sükûn.

[5] Azîm-Âbâdî, Avnü’l-Ma’bûd, IV/229.

[6] Tahrîm S. A.6.

48. SOHBET FENAFİLLAH-MUHABBET

Hz. Peygamber’in (SAV) şöyle söylediği rivâyet edilmiştir: “Âilesine mal bırakıp da, Allah’a (CC) şer ile gelene yazıklar olsun![1] Ben insanların çoğunun bu şekilde olduğunu görüyorum. “Vera”sız bir şekilde dinar ve dirhem biriktiriyorlar; onu da âilelerine ve çocuklarına bırakıyorlar, onları o mala emânet ediyorlar. Halbuki o malın hesâbı onlar üzerine olduğu halde zevki başkalarınadır. Harbini onlar yapar, ama kutlamasını başkaları yapar.

Ey ailesine dünyâyı bırakanlar! Peygamberinizin (SAV) sözünü dinleyin. Kendinizden sonrakilere haram bırakmayın. Aksi halde Allah’ın (CC) sohbetine karşı kötüyü, azâbı ve felâketi tercih etmiş olursunuz.

Münâfık, çocuklarını geriye bıraktığı malına teslim eder. Oysa mü’min, çocuklarını Rabbine (CC) teslim eder; geriye dünyâyı bırakmış olsa bile çocuklarını o mala teslim etmez. Çoğu kez tecrübe edilmiş ve bilinmiştir ki, insanların çoğu çocuklarını geriye bıraktığı mala emânet etmiş ve onlar babalarından sonra zelil olmuşlar, fakirleşmişler, insanlardan dilenmişler, geriye bırakılan mal ve mülk üzerinden bereket kalkmıştır. O mal ve mülkün üzerinden bereket kalkmıştır, çünkü sâhipleri onu vera eliyle biriktirmemiş, ona güvenmiş, çocuklarını ona teslim etmiş ve Rablerini (CC) unutmuş idiler.

Münâfık halkın kuludur; dinarın ve dirhemin kuludur; gücün, kuvvetin ve kazancın kuludur; zenginlerin, meliklerin ve sultanların kuludur. Onlar kendisini Rabbine (CC) çağıran, O’na (CC) götüren kişilere düşmanlık beslerler, onları kötülerler. Mü’minler ise, zorlukta, darlıkta, rahatlıkta, bollukta, âfiyet içindeyken, hastalık hâlindeyken, fakirlikte, zenginlikte, halk kendilerine teveccüh ettiğinde, sırtını dönüp gittiğinde… bütün hallerinde Rableriyle (CC) berâber dimdik ayaktadırlar. O’ndan (CC) kalpleriyle bir an olsun ayrılmazlar. Müslümandırlar, teslim olmuşlardır. Kendilerini onun önüne atmışlardır. Râzı olmuşlar ve muvâfakat göstermişlerdir. Münâzaayı terketmişlerdir. Onlar kendilerini ancak emrin ve nehyin uyandırdığı gâib (halkın gözünden kaybolmuş) kimselerdir.

Ey oğul! Bütün tasarruflarında, davranışlarında Kitap ve Sünnetten fetvâ al. Eğer dîninle ilgili bir konuda sıkıntıya düşersen şöyle de: “Ne dersin ey Kitap? Ne dersin ey sünnet? Yâ ResulAllah (SAV)! Bu müşkilim hakkında ne dersiniz? Ey Resûlullah (SAV) adına bana rehberlik eden şeyh! Sen ne dersin? Ey kendisini elçi olarak gönderen adına bana rehberlik eden Resûl (SAV)! Ne dersiniz?” Eğer böyle yaparsan müşkilin hallolur, zulmetin kaybolur. Bir müşkille karşılaştığında onu hüküm ehlinden, din âlimlerinden zâhiren sor; kalbinden ise bâtınen sor. Bundan dolayı Hz. Peygember (SAV) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar sana fetvâ verseler de, sen kalbinden fetvâ al.[2]

İnsanlar sana fetvâ verseler de, müftülerden çokça istifâde etsen de, sen yine de bâtınının, içinin sana ne dediğine bak. Müftüler fetvâ verseler de, kalbin ne diyor? Onda nasıl bir hareket var? Sen ona bak. Hâcibe (saray görevlisi), bevvâba (kapı görevlisi) ve vezire danış, sonra sultanın yanına gir ve sana ne dediğine bak. Eğer uygun görürse, uygunluğa merhaba! Eğer uygun görmezse onun sözüne yapış, başkalarının lafını bırak.

Ey oğul! Melik (Sultân) ile devamlı sohbet istersen, mülkten ayrıl. Mülk, melike karşı perdedir. Nîmet, nîmet bahşedene karşı perdedir. Belâya takılıp kalmak, belâyı verene karşı perdedir. Mahlûkâta, mükevvenâta, musavverâta takılıp kalmak, kalpler, sırlar ve ma’nâlar için bağdır. Allah-ü Teâlâ (CC) kim için hayır dilerse onu bağlar, onu kalbinin iki ayağı üzerinde huzûrunda oturtur. O (CC) senin kalbine iki kanat vermiştir. Kalbin o kanatlarla O’nun (CC) ilim semâsında uçar, sonra O’nun (CC) kurbiyet burcuna konar. Bununla birlikte kalbine, bir korku ve sâhip olduğu şeylerle aldanmayı terketme duygusu da verilmiştir. Kalp, mârifete ulaştıktan sonra gayret ve kıskançlık sebebiyle kanadının kesilmesinden ve perdelenmekten korkar. Kul, dünyâda olduğu müddetçe, her ne dereceye ulaşmış olursa olsun, korkması ve gururlanmayı, aldanmayı terketmesi gerekir. Zîrâ dünyâ değişme ve dönüşme yeridir. Âhiret ise ikâmet yeridir, orada değişme de, dönüşme de yoktur.

Yazık sana! Kalbinin vuslata erdiğini söylüyorsun ama kapıların peşinde kayıtlı ve hapsedilmişsin. Süsünü benden başkasına göster! Benim yanımdaki sana uygun değil. Benim yanıma başka şey için değil ancak gösteriş için geliyorsun. Yoruluyorsun, ama süsünü alan kimse yok! Benim yanıma, altınını senin yanında bırakayım, ondan şüpheyi, gümüşü, kabuğu ayıklayayım, çıkarayım diye geliyorsun. Buyur gel! Sen bilmez misin ki, sûfîler “din dinarları”nın kusurlarını araştırırlar, iyisi ile kötüsünü, Allah (CC) için olanı ile halk için olanını ayırırlar, ayıklarlar. Sûfîler elçidirler, rehberdirler, doktordurlar, uzmandırlar, vekildirler, görevlidirler. Onlar Rablerinin (CC) dînine çağıran kimselerdir.

Ey cemâat! Rabbinizi (CC) sevin ve O’nu (CC) halkına sevdirin. O’nu (CC) sevin ve O’nun (CC) için halka rehberlik edin ki, halk da sizinle birlikte O’nu (CC) sevsin. Gâfillere O’nu (CC) hatırlatın, O’nun (CC) nîmetlerini hatırlatın ki, onlar da O’nu (CC) sevsinler. Allah-ü Teâlâ (CC), Hz. Dâvûd’a (AS) şöyle vahyetmiş: “Ey Dâvûd (AS)! Beni halkıma, yarattıklarıma sevdir.” O’nu (CC) dileyen kimseye O’nun (CC) muhabbetinin hak olduğu yazılmıştır. O’nu (CC) sevene O’nun (CC) ilminin verilmesi bir hak olarak yazılmıştır. Allah-ü Teâlâ (CC), Hz. Dâvûd’a (AS) halkına kendisini sevdirmesini emretmiştir ki, bu kadîm önceden yazılmış ilim (hüküm) ortaya çıksın.

Karanlık bir evdesin, yanında da çakmak, kibrit gibi yanıcı maddeler var: Onları yaktığında ortaya ateş çıkmaz mı? Ateş, yanıcı maddelerde kadîmdir, ezeldendir. Fakat onu ancak çakma fiili ortaya çıkarır. Allah-ü Teâlâ’nın (CC) teklîfi (emir ve nehiyleri) de bu şekilde ortaya çıkar: Bu halk hakkındaki ezelî ilimdir. Nehiy ve emir, itaatkâr kul ile isyankâr kulu belli eder. Emir ve nehiyden oluşan teklîf uzmanı, iyi borçluyu da, kötü borçluyu da tanır.

Eski zamanlarda ihlaslı kimseler azdı, bu zamanda ise azdan da az. Mü’min, kendisini belâya mübtelâ etse bile, yiyeceğini, içeceğini, giyeceğini, makâmını, sağlığını az verse de, halkı üzerine salsa da, Allah-ü Teâlâ’yı (CC) sever. O’nun (CC) kapısından kaçmaz, kapısının eşiğine başını koyar. O’ndan (CC) soğumaz. Verse de, vermese de O’na (CC) îtirazda bulunmaz. Eğer verirse O’na (CC) şükreder, vermezse sabreder. Onun maksadı atâ ve ihsan değildir. Aksine, onun maksadı O’nu (CC) görmek, O’nun (CC) yakınlığına ermek ve O’nun (CC) katına girmektir.

Ey yalancılar! Sâdık kimsenin yalanı olmaz. Sâdık kimse geriye dönmez. Sâdık kimsenin önü vardır, arkası yoktur. Yalanı yoktur, sadâkati vardır. Ameli vardır, lafı yoktur. Delîli vardır, iddiâsı yoktur. Üzerine gelen oklar sebebiyle mahbûbundan geri dönmez, bilakis o okları göğsüyle karşılar. Bir şeye olan muhabbetin seni ona karşı sağır ve kör yapar. İstediğini bilen kimseye yaptığı harcamalar hafif gelir. Muhabbetinde dâimâ sâdık olan muhib, mahbûbu uğruna tehlikelere atılır. Eğer önünde ateş olsa, ateşe dalar. Onun uğruna, kimsenin cesâret edemediği hücumlara kalkışır. Sadâkati onu bu durumlara götürür. Muhabbeti ve mahbûbuna karşı sabırsızlığı onu bu durumlara sürükler.

Belâlar sâdık ile yalancıyı birbirinden ayırır. Ne güzel demişler: “Rızâ hâlinde değil, hoşnutsuzluk hâlinde sevenle sevmeyen belli olur.” Belâlar ve âfetler îmanı ve yakîni ortaya çıkarır. Mârifet ve ilim öz ile kabuğu birbirinden ayırır. Belâlara muvâfakat eden kimse özdür, onunla çekişen kimse ise kabuktur. Rabbine (CC) muvâfakat eden kimse, kalbinden halk kabuğunu temizler ve orada kabuksuz bir öz kalır. Tevhîdi, tevekkülü ve yakîn gözü ile görme gücü kuvvetli olan kimse Hakk (CC) yolundan dönmez, O’nun (CC) kapısından kaçmaz. Sıdk ve istikâmet ayağı üzere olmaktan geri durmaz. Rablerine (CC) muhib olan kimseler dünyâyı, âhireti, insanları, cinleri ve melekleri görmemeyi dilerler. Ne gözleriyle başkalarını görmeyi, ne de başkalarının gözlerinin kendilerini görmesini isterler; tıpkı, bir âşığın mâşûkuna kavuştuğunda halvet duvarını veyâ evin kapısını görmek istemediği gibi. O âşık ne mâşûkunun dadısını, ne de lalasını görmek ister. Bunun gibi Hakk (CC) âşıkları da O’nu (CC) başka şeyler olmaksızın isterler. O’nun (CC) rızâsını dünyâ veyâ âhiret dışında, bağış, övgü ve senâ olmaksızın isterler.

Bu gibi kimseler nâdirden de nâdirdir. Sizler nefislerinizi, şehvetlerinizi, zevklerinizi ve hoşlandığınız kimselerin rızâsını seviyorsunuz; o halde felah bulamazsınız. Rabbinizin (CC) kurbiyetini göremezsiniz. En fazla yemeye, içmeye, giyinmeye ve evlenmeye önem veriyosunuz. Konuşmalarınızın çoğu bunlar hakkında. Hattâ câmilerde, Cenâb-ı Hakk’ı (CC) zikretme evleri olan yerlerde bile bunlardan konuşuyorsunuz. Oysa câmiler Allah-ü Teâlâ’yı (CC) zikredenlerle neşelenir, başka şeyleri ananlardan nefret ederler.

Açlık ve fakirlikten ne kadar da çok korkuyorsunuz! Eğer yakîniniz olsaydı bu gibi şeyleri düşünmezdiniz. Rabbinizin (CC) irâdesine muvâfakat gösterin. Aç bırakırsa, kalplerinizden gelen bir güzellikle sabredin. Eğer doyurursa şükredin. O (CC) sizin lehinize olanı daha iyi bilir; O’nun (CC) yanında cimrilik ve pintilik yoktur. Yetmiş Peygamberi (AS) açlığın ve bitlenmenin öldürdüğü anlatılır. O memlekette onları doyuracak kimse yok mu idi? Fakat O (CC) onlar hakkında bunu dilemişti, buna râzı olmuştu. Bunu başka şey için değil, onların derecesini yükseltmek için yapmıştı, onları küçük düşürmek için değil. Aksine dünyânın onlara önemsiz gelmesi içindi.

Böyle bir kul için sâdece O’nu (CC) isteme vardır, bir mahlûku değil. İrâdesini O’ndan (CC) başka her şeye karşı hapsetmştir. Nefsinin eriyip iştahının sönmesi, rûhuna dünyâda kalmanın ağır gelmesi ve Rabbinin (CC) olduğu âhirete iştiyak duyması için, eşyâ ile, varlık ile kendi arasına perde koyar. Bundan dolayı o, Rabbine (CC) kavuşacağı için ölümü ister ve onu güzel görür. Bu genel bir durumdur. İstisnâlar ise az mı azdır.

Allah-ü Teâlâ (CC) onları başka bir mânâ için yaratmıştır; onların durumu adedin ve âdetin dışındadır; onları ne için yarattığını ancak kendisi bilir. Allah-ü Teâlâ (CC) onları, halka kendisi adına sâhip olmaları, onlara kendisi adına nâiplik, elçilik ve rehberlik etmeleri yaratmıştır. Onları doğuda, batıda ve denizlerde seyrettirir, yürütür. Onlar halka kendi dilleri ile hitap ederler. Cenâb-ı Hak (CC) onları kendisine ulaştıran kapılar yapmıştır. Onlar ise ne hayâtı ne de ölümü temennî ederler. Onlar kendi irâdelerinden sıyrılarak O’nda (CC) fânî olmuşlardır. Onların irâdesi ölmüş, nefisleri itmînâna (huzura) ermiştir. Onların hevâ ve hevesleri kırılmış, nefis ateşleri sönmüştür. Şeytanları hezîmete uğramış, dünyâ onların gözünde küçülmüştür. Dünyânın onlara karşı bir gücü kalmamıştır. Onlar nâdirden de nâdirdirler. Aşîretlerinden soyutlanmışlardır. Onlar Hakk’ın (CC) âşıklarıdır, halktan çok O’nu (CC) sevenlerdir.

Ey cemâat! Eğer muhib olamıyorsanız, muhiblere hizmet edenlerden olun. Muhiblere yakınlaşın, muhiblere muhabbet duyun, muhibler hakkındaki zannınızı güzelleştirin.

Dinleyenlerden birisi şöyle dedi: “Sanırız muhabbet başlangıçta ıztırârî (zorunlu) sonda ise ihtiyârî (isteyerek, gönüllü) oluyor, ne dersiniz?” Şöyle cevap verdi: Muhabbet ıztırârî de olur, ihtiyârî de. Çok az kimse için ıztırârî olur. Cenâb-ı Hakk (CC) onlara nazar eder, onlar da O’na (CC) muhabbet duyar. Onları bir anda bir halden başka bir hâle aktarıverir. Onların seneler sonra kendisine muhabbet duymasını değil, o sâat ve o an içinde, hemen muhabbet duymalarını ister; onlar da, herhangi bir tehir, takdim, tedric olmaksızın ve zaman kaybı olmaksızın, zorunlu bir şekilde O’na (CC) karşı muhabbet duyarlar.

Genelin durumu ise şudur: Muhibler halka karşı Allah-ü Teâlâ’nın (CC) muhabbetini seçerler. Nîmeti halktan değil, O’nun (CC) katından bilirler. O’nun (CC) lutuflarını, kendilerini terbiye ettiğini, atâ ve ihsanlarını gürürler ve O’na (CC) karşı muhabbet duyarlar. Sonra da O’nu (CC) hem dünyâya, hem de âhirete karşı tercih ederler. Haramı, şüpheliyi ve mübahı terkederler. Helâli de azaltırlar. Olanı tercih ederler. Yorganı, yatağı, uykuyu dürerler ve rahattan kaçarlar. Yanları yataklardan uzak kalır. Onların ne geceleri gecedir, ne de gündüzleri gündüz! Şöyle derler: “Ey İlâhımız (CC)! Her şeyi terkettik ve kalplerimizin gerisine attık. Senin rızâna hemen kavuşmak istedik.” Bâzan kalp adımlarıyla, bâzan sır adımlarıyla, bâzan irâde adımlarıyla, bâzan himmet adımlarıyla, bâzan sadâkat adımlarıyla, bâzan muhabbet adımlarıyla, bâzan şevk adımlarıyla, bâzan zillet adımlarıyla, bâzan tevâzu adımlarıyla, bâzan kurbiyet adımlarıyla, bâzan havf adımlarıyla ve bâzan da recâ adımlarıyla O’na (CC) doğru yürürler. Bütün bunlar O’na (CC) muhabbettir, O’nunla (CC) mülâkî olmaya, karşılaşmaya iştiyaktır.

Ey soruyu soran kimse! Sen Allah-ü Teâlâ’yı (CC) ıztırârî olarak mı, yoksa ihtiyârî olarak mı sevenlerdensin? Eğer bunlardan da, onlardan da değilsen, sus! Müslümanlığını düzeltmeye çalış. Keşke, islâmını ve îmânını düzeltseydin. Keşke, bugün de, yarın da kâfirler ve münâfıklar zümresinden çıkmış olsaydın. Keşke, halkı ve sebepleri şirk koşanların ve Cenâb-ı Hakk (CC) ile münâzaa edenlerin meclisinden kalkıp gitmiş olsaydın. Tevbe et. Meliklerin hazînelerine ve sırlarına taarruz etme.

Şeyh Hammâd (RA)[3] şöyle derdi: Kadrini (aczini) bilmeyen kişiye diğer kudretler, kadrini bildirir.” Kadrini (zaafını) îtiraf etmek, inkâr etmekten daha güzeldir. Zîrâ câhil kendi gücünü de, başkalarının gücünü de bilmeyen kimsedir.

Allah’ım (CC)! Bizleri iddiâcılardan, yalancılardan, seni ve senin halk içindeki “havâss”ını (özel kullarını) bilmeyen câhillerden eyleme. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”


[1] bak.: Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, II/314, (no: 2976)

[2] bak.: Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, I/110 (no: 345).

[3] Şeyh Hammâd b. Müslim ed-Debbâs (v. 525/1130), Abdulkâdir-i Geylânî’nin (KSA) tasavvufa intisap etmesini sağlayan Bağdatlı bir sûfîdir ve aynı zamanda da onun ilk şeyhidir.

49. SOHBET SABIR-HÜZÜN-MARİFETULLAH-ADAB-I MUAŞERET

Tevhîdiniz ne kadar da az! Allah’tan (CC) râzılığınız ne kadar da az! Allah’ın (CC) istediği dışında, aranızda hiçbir ev (kalp) yok ki, içerisinde Cenâb-ı Hakk (CC) ile tartışma ve O’ndan (CC) hoşnutsuzluk olmasın. Halkı ve sebepleri ne kadar da çok şirk koşuyorsunuz! Allah’ı (CC) değil de, falan ve falan kişileri rab ediniyorsunuz. Faydayı, zararı, bağışlara nâil olmayı veyâ olmamayı onlara izâfe ediyorsunuz. Böyle yapmayın. Rabbinize (CC) dönün. Kalplerinizi O’nun (CC) için boşaltın. O’na (CC) tazarrû edin. İhtiyaçlarınızı O’ndan (CC) isteyin. Sizin için başka bir yer yok. Başka kapı yok. Bütün kapılar kapalı; sâdece O’nun (CC) kapısı açık. Tenhâ yerlerde O’nunla (CC) başbaşa kalın. O’nunla (CC) konuşun. Îman dillerinizle O’na (CC) hitap edin. Âile fertleri uyuyup, halkın sesi kesilince her biriniz temizlensin. Yüzünüzü secdeye koysun. Tevbe etsin. Özürler dilesin. Günahlarını îtiraf etsin. Emellerini arzetsin. İhtiyaçlarını dilesin. Göğsünü sıkıştıran her şeyi O’na (CC) şikâyet etsin.

Sizin Rabbiniz O’dur (CC), başkası değil. İlâhınız O’dur (CC), başkası değil. Melikiniz O’dur (CC), başkası değil. Âfet okları yüzünden O’ndan (CC) kaçmayın. Zararda ve faydada, zorlukta ve rahatlıkta, size gelen her şeyin gerçek fâili O’dur (CC). Bunlar O’nu (CC) tanımanız, şikâyetlerininizi O’na (CC) yapmanız, O’nun (CC) için sabretmeniz ve O’na (CC) “tevbe etmeniz” (dönmeniz) içindir.

Cezâlar avam içindir. Kefâretler müttakî mü’minler içindir. Yüksek dereceler ise, mü’min, müeyyed (desteklenmiş) ve sıddık olan sâlihler içindir. Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Biz peygamberler insanlar içinde en şiddetli belâya uğrayan kesimiz. Sonra diğerleri, sonra da diğerleri gelir.[1]

Mü’min, bir belâya uğradığında sabreder ve belâsını halktan saklar, onlara şikâyet etmez. Bundan dolayı Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Mü’minin sevinci yüzünde olur. Onun kalbinde ise hüzün vardır. Kalbine diğer insanlar muttalî olmasın diye o, hüznü sevinçle karşılar.[2] Bâtınlarındaki hâzîneleri gizlerler. Bâtınlarındaki yükleri, azıkları gizlerler. Hüzün kalp azığı, kalp yüküdür; havf nefsin azığıdır. Hüzün, kalplere sır hikmetlerini yağdıran bir buluttur. Allah-ü Teâlâ (CC): “Ben kalpleri benim için kırılmış olanların yanındayım[3] buyurmuşken, onlar hüzün ve inkisar üzere nasıl sabretmesinler? Onların kalpleri her ne zaman uzaklık sebebiyle kırılsa, kurbiyet onlara zorla gelir. Her ne zaman halktan uzaklaşsalar, Allah-ü Teâlâ (CC) ile ünsiyet onlara öyle bir gelir ki! Her ne zaman halktan uzaklaşıp soğusalar, Allah-ü Teâlâ’nın (CC) ünsiyeti ile ünsiyet, yakınlığı ile yakınlık bulurlar. Dünyâda hüzünleri ne kadar çok olursa, âhiretteki ferahları da o derece çok olur.

Peygamberimiz (SAV) çok hüzün ve tefekkür-i dâim sâhibi idi. Sanki birisi O’na (SAV) konuşuyor veyâ sesleniyor da O (SAV) ona kulak veriyormuş gibi idi. O’nun (SAV) halîfeleri, nâibleri ve vârisleri de çok hüzün ve tefekkür-i dâim sâhibidirler. Onlar fiillerinde nasıl o Peygamberlerine  (SAV) uymasınlar ki, O’nun (SAV) makâmına geçmişlerdir; O’nun (SAV) yemeğinden yerler, O’nun (SAV) içeceğinden içerler; O’nun (SAV) binekleri üzerinde taşınırlar; O’nun (SAV) kılıçları ve mızrakları ile savaşırlar. Sûfîler, isimleri ve lakapları yönünden değil, halleri ve makamları cihetiyle, onlara mahsus özellikler ve fazîletler yönünden Peygamberlere (AS) vâris olmuşlardır.

“Evliyâ”nın ve “abdâl”ın sayısı bellidir;[4] onlar artmaz da, eksilmez de. Onlardan kiminin durumu hayatlarının ilk döneminde, kiminin durumu da son döneminde belli olur. Haller onunla değişir. O, Allah’ın (CC) ilmi içerisindedir ve Allah’ın (CC) velîsidir. Mâsumluk (günahsızlık) bedel olmanın ve velî olmanın şartlarından değildir; Peygamberlerden (AS) sonra mâsum gelmeyecektir. “İsmet” (gühahsızlık) Peygamberlerin (SAV) sıfatlarındandır. Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet olunmuştur: “Allah-ü Teâlâ’nın (CC) velîlerinden birisi günah işlediği zaman melekler güler ve birbirlerine şöyle derler: Bakın, bakın, bir Allah (CC) velîsi nasıl da günah işliyor!” Onun günâhından, küfründen, uzaklığından, nifâkından nasıl da taaccüp ediyorlar, hayrete düşüyorlar? Halbuki onlar onun birkaç gün sonra mukarreb, mutahhar (tertemiz), şefâatçi, rehber ve vâris bir velî olacağını bilirler.

Ey münâfık! Senin bu sözü dinlemekle eline ne geçiyor? Çık git; sen Allah’ın (CC) düşmanısın, sen O’nun (CC) Resûlünün (SAV), Peygamberlerinin (AS) ve Velîlerinin (RA) düşmanısın. Eğer hilim sâhibi olmasaydım ve Allah’tan (CC) utanmasaydım, buradan iner, seni boğazından tutar ve dışarı atardım! Neyin varsa hepsi boş bir heves…

Ey cemâat! Amel edin, ihlaslı olun ve ucüplenmeyin, böbürlenmeyin. Yaptığınız amellerdeki başarınızla Rabbinizi(CC)  minnet altına almaya kalkmayın. Ucüp sâhibi câhildir. Minnet altında bırakan câhildir. Halka karşı büyüklenen câhildir. Tevâzu Rahmân’dan (CC), tekebbür ise şeytandandır. Kibirlenenlerin ilki İblîs’tir; o bu yüzden lânete ve nefrete uğramıştır, tardedilmiştir, mahrum edilmiştir. Eğer zül ve tevâzu için yüksek bir derece olmasaydı, Allah-ü Teâlâ’yı (CC) sevenler ve O’nun da (CC) kendilerini sevdiği kimseler şu şekilde vasıflanmazlardı: “Ey îmân edenler! Sizden her kim dîninden dönerse bilsin ki: Allah (CC) öyle bir topluluk getirir; O (CC) onları sever, onlar da O’nu (CC) severler. Onlar mü’minlere karşı zül (tevâzu), kâfirlere karşı ise şeref ve izzet sâhibidirler.[5] Mü’minler mü’minlere karşı zül ve tevâzu gösterirler, kâfirlere karşı ise üstünlük ve şiddet gösterirler. Onların mü’minlere karşı gösterdikleri zül de, kâfirlere karşı gösterdikleri tekebbür de bir ibâdettir.

Mü’min halka karşı tekebbür göstermez, bilakis onlara karşı zül gösterir. Halkın işini ve hâlini zül ve tevâzusu ile gizler. O melikin evinde O’na (CC) yakındır. Oradan dışarı çıkacak olursa, Rabbiyle (CC) berâber ve bir hizmetçi kıyâfetinde çıkar. Böylece, kimse onun Rabbine (CC) yakınlığını bilmez. Meselâ bir vezir, sultanla birlikte tebdîl-i kıyâfet ederek dışarı çıkar. Dostlarından biri veziri tanır ve onunla konuşur. O anda vezir o adama karşı kibirlenerek ve onu bir kenara çekerek: “Bak, sultan benim yanımda” diyemez. Bilakis ona gülümser. İşine bakar, hattâ yanındakinin kendi hizmetçilerinden birisi olduğunu îmâ eder, onu gizler.

Ey oğul! Ne onların hallerini biliyorsun, ne de sözlerine inanıyorsun. Halkla berâber oluşun onlardan seni perdeliyor. Dünyâ makam ve mevkîsi sevdan, baş olma isteğin seni onlardan perdeliyor. Eğer onları istemede sâmîmî olsaydın, onları görür ve onların sözlerinden istifâde ederdin.

Yazık sana! Onların ilmine sâhip olmayan bu âlimlerin meclisine gitme. Benim yanımda içtiğini onların yanında dökme, yoksa şarab sana tesir etmez. Onların hepsi de ilmiyle âmil olanlara nisbetle avamdır, halktır. İlmiyle amel etmeyen kimse, isterse bütün ilimleri yutmuş olsa dahi avamdır. Allah-ü Teâlâ’yı (CC) tanımayan herkes avamdır. Allah-ü Teâlâ’ya (CC) karşı havfi olmadığı halde recâsı olan herkes avamdır. Halvetinde de, celvetinde de takvâ sâhibi olmayan kimse avamdır.

Boşuna bana yol göstermeyin; benim indimde sizin halleriniz şu güneş gibi apaçık. Sizler âdetâ oyun oynayan çocuklarsınız. Şehvetlerinizi yerine getirmek istiyorsunuz. Sizler halkın kulusunuz. Onların atâ ve ihsanlarının kulcuklarısınız. Medihlerinin ve zemlerinin kullarısınız. Boşuna bana delil getirmeyin; benim şüphem kalmadı. Kapının dışında olan da, evin içinde olan da benim nazarımda birdir. Kalplerinizde olan her şeyin yüzünüzde izleri ve işâretleri var.

Beni sizin aranızda oturtan ve beni size konuşturan Allah’ı (CC) tenzîh ederim. Ben kendim hakkında da, sizin hakkınızda da, kısmetim hakkında da zâhidim. Müjdeler olsun bana ki, ben yemiyorum, içmiyorum, giymiyorum, evlenmiyorum, görmüyorum ve gösterilmiyorum… Müjdeler olsun bana ki, ben sizden uzakta duruyorum ve size sözle değil, işâretle vaaz ediyorum. Ben münâfıkları, isyankârları ve müşrikleri görmekten hoşlanmıyorum, ama onlarsız da olmuyorum. Onlar hasta, ben ise onların ateşiyim.

Ey oğul! Îmanda mübtedî olan kimse onlardan bir tânesini bile görmeye katlanamaz ve bir an dahi çekemez; bir münâfık veyâ bir isyankâr veyâ bir müşrik gördüğünde öfkelenir, hattâ elinden gelse onu öldürür. Öyle ki, onlardan bâzıları bir kâfir gördüğünde öfkesinin şiddetinden bayılıp yere düşer. Daha da ilerisi, onların bu hâli Allah-ü Teâlâ (CC) için gösterdikleri gayret ve kıskançlıktan ve o kişiye olan öfkelerinden kaynaklanır. “Bir kul nasıl olur da kâfir olur?” Şüphe yok ki, böyle düşünenler mübtedîdirler. Zîrâ îman başlangıçta zayıf olur, nihâyet ise kuvvetli olur.

Derler ki: “Münâfığın yüzüne ancak ârif güler.” Çünkü ameli çok, mahâreti çok ince ve tıbbı yerleşmiş olduğu için o, münâfığın yüzüne gülümser. Yâni: “Senin devan bendedir, yaklaş!” demektedir. Onu kendine çekebilsin, onunla meşgul olabilsin diye, ona karşı güzel konuşur. Kendisiyle ünsiyet kurabilsin onunla ünsiyet kurar. O kâfir, ârife yakınlaştığında onun hastalığını iyileştirir. Ona islâmı ve îmânı sunar. Bunların vasıflarını, özelliklerini ona anlatır. Ona Rabbinin (CC) kelâmını sunar. Onunla Allah-ü Teâlâ (CC) arasında sulh (barış) olacağına garanti verir. Gün geçtikçe onun küfrü, nifâkı ve mâsiyeti erir, kalbinin hastalığı azalır. Nefsinin cerâhati iyileşir. Zâhiri de, bâtını da herhangi bir husûmet ve münâzaa olmaksızın, herhangi bir azarlama veyâ vurma olmaksızın düzelir.

Hz. İsâ b. Meryem (AS) ve Hz. Yahyâ b. Zekeriyâ (AS) çölde Cenâb-ı Hakk’ı (CC) tesbîh ediyorlardı. Gece olunca Hz. Yahyâ (AS) mü’minlerin köyüne gitti. Hz. İsa (AS) da fâsıkların köyüne gitti. Hz. Yahyâ (AS) hâlinin zayıflığından dolayı mü’minlere, Hz. Îsâ (AS) da hâlinin kuvvetinden dolayı fâsıklara vaaz etmek, onları uyarmak ve onların ellerinden tutup, Rablerinin (CC) kapısına götürmek için gitmişlerdi. Bu, mü’minler arasında namaz kılmaz ve oruç tutmak isterken, öbürü insanları Allah-ü Teâlâ’ya (CC) ve O’na (CC) kulluğa çağırmak istiyordu.

Ârifin yevmiyesi ve ibâdeti halkı Allah-ü Teâlâ’ya (CC) dâvet etmektir. O bu makamda Allah-ü Teâlâ (CC) ile berâber olmaktan geri durmaz. Mü’min ameledir, mü’min gündelikçidir; ârif-billâh binâ yapandır (mîmardır); âlim-billâh ise mühendis ve yol yapan kimsedir.

Yazık sana! İslâmını düzeltmeden nasıl bu makâma çıkar ve halka ilim öğretirsin? Aşağı in! Aksi halde başaşağı indirilirsin. Allah-ü Teâlâ’nın (CC) dînini koruyacağı, münâfık kimseleri velâyetinden azledeceği, kürsülerinden alaşağı edeceği, halka konuşmalarını engelleyeceği muhakkaktır. Ey münâfıklar! Benim halka karşı genel bir muhebbet ve dinde herkes için velâyet sâhibi olduğumu bilmiyor musunuz?

Ey bütün halk! Ben Allah-ü Teâlâ (CC) ile size karşı zenginim. Dünyâdan zerrece bir şeye sâhip olmasam dahi, zenginlik benim ellerimindedir. Halktan birisi bana bir şey verirse veyâ bana bir iyilik ederse, ben onu Allah-ü Teâlâ’nın (CC) elinden alırım ve o iyiliği onun hezeyânı, Rabbine (CC) karşı cehâleti ve O’ndan (CC) uzaklığı olarak görürüm. Birisine bir şey verdiğimde de bunu Allah-ü Teâlâ’nın (CC) muvaffakiyeti sayarım. O’nun (CC) atâ ve ihsânı nasıl benim elimden çıkmasın ki, ben gerçekte verenin Allah-ü Teâlâ (CC) olduğunu, kendim olmadığını bilirim. Önemsemen kadar atâya kavuşursun, önemsemen kadar menedilirsin. Bundan dolayı Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Muhakkakki, Allah (CC) yüce işleri sever, önemsizleri değil.[6]

Ey cemâat! Çoluk çocuğunuza ve eşlerinize edep öğretin, Allah-ü Teâlâ’ya (CC) ibâdeti, O’na (CC) karşı güzel edepli olmayı, O’ndan (CC) râzı olmayı öğretin. Rızıklarınız husûsunda kalp yönünden endişelenmeyin, ama kazanç ve çaba yönünden onları önemseyebilirsiniz. Ben sizlerin çoğunu evlat terbiyesini terketmiş, fakat rızık konusuna büyük önem veren kimseler olarak görüyorum. Aksine gidin, gittiğiniz yoldan dönün… Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet olunmuştur: “Hepiniz çobansınız (gözeticisiniz) ve hepiniz güttüğünüzden (gözetiminizden) sorumlusunuz.[7] Baba, evlâdından ve eşinden sorumludur, evlat ve eşler de babadan sorumludur. Her lider kendisine tâbi olanlardan sorumludur, her tâbi de liderinden sorumludur. Öğretmen öğrencilerinden sorumludur. Muhtar köy halkından sorumludur. Sultan memleketindeki insanlardan sorumludur. Mü’minlerin lideri de –ki, o halkın tamâmını gözeten kimsedir- halkından sorumludur. İçinizde sorumlu olmayan kimse yoktur. Herkesin bir derecesi vardır.

Zulmetmemeye çalışın. Hakları hak edenlere vermek uğrunda çabalayın. Aranızda hediyeleşin. Birbirinize merhamet edin. Birbirinize lânet okumayın. Birbirinize kahretmeyin. Birbirinize güzellikle, hoşlukla muâmele edin. Gizli yönlerinizi araştırmayın. Birbirinizin hatâlarını affedin. İnsanları Allah-ü Teâlâ’nın (CC) örtüsü altına çağırın. Hiçbir teftiş, tecessüs (araştırma) ve meraklanma olmaksızın, mârufu emredin, münkerden menedin. Ortaya çıkan hatâları görmezden gelin; siz gizliden sorumlu değilsiniz. Siz insanların hatâlarını örtün ki, Allah-ü Teâlâ (CC) da sizin hatâlarınızı örtsün. Hz. Peygamber (SAV) insanların hatâlarını örtmeyi sever, iz ve işâret peşinde gitmekten hoşlanmazdı. Bundan dolayı şöyle demiştir: “Sınırı şüphelilerle bitirin.[8] Ve güneşi işâret ederek, Hz. Ali’ye (KV) şöyle buyurmuştur: “Ey Ali (KV)! İşte bunun gibi apaçık olanlar için şâhitlik et.

Ey oğul! İhsân, hakkı vermek ve bâzı hakları almaktır. Gücün varsa hakkının hepsini hibe et, bağışla, hattâ fazlasını da ver. Bu senin için îmâna ve Rabbine yakınlığa dönecektir. Tarttığında fazla fazla tart ki, Allah-ü Teâlâ (CC) da kıyâmet gününde senin mîzânını fazla fazla tartsın. Ey tartıcı! Fazla fazla tart ki, senin için de fazla fazla tartılsın. Katı olma. Hz. Peygamber (SAV) birisinden bir şeyler ödünç almıştı. Geri öderken tartıcıya şöyle dedi: “Fazla fazla tart.[9] Biriniz birisinden bir borç aldığında -başlangıçta şart koşulmaksızın- aldığından daha iyisini veyâ fazlasını ödesin.

Ey cemâat! Allah’tan (CC) Allah’ın (CC) kurbiyetini satın alın. Allah’tan (CC) Allah’ı (CC) satın alın. Kısmetlere gelince, onlar yazılmıştır, kaydedilmiştir. Talep etseniz de, talep etmeseniz de, Rabbinize (CC) ibâdet etseniz de, isyan etseniz de, iyi olsanız da, kötü olsanız da onlar ne artar, ne eksilir. Onların sonradan geleni öne geçmez, önce geleni ertelenmez. Size düşen, kalp cihetinden halktan çıkmak ve sır ayaklarınız üzerine Rabbinizin (CC) huzûrunda ayakta durmaktır. Muhakkak ki, Allah-ü Teâlâ (CC) gerçek râzıktır, gerçek rızık verendir. Diğerleri ise ancak “rızık verilen”dir. O (CC) zengindir, diğerleri fakirdir. O (CC) kâdirdir, güçlüdür, diğerleri âcizdir. Hareket ettiren, sükûnet veren, musallat eden, musahhar kılan hep O’dur (CC). Halk O’nun (CC) elindeki bir sebepten ibârettir. O (CC) her şeyi sebep kılmıştır. Kalpleriniz yönünden, halvetleriniz, mânâlarınız ve sırlarınız yönünden halkı unutun. Mâsivâyı kalplerinizden çıkarın. O’ndan (CC) başka bir şeyin isteği ve arzusu olduğu halde kalplerinize nazar edilmesinden sakının. İslam olun, teslim olmaya çalışın. Tevhîd edin, birleyin ki, vahdeti bulasınız. Kadere râzı olun, mukadderde fânî olun. Rabbinizi (CC) dinleyin, halkı dinlemekte sağır olun. Halkı dinlemeye karşı bir saatçik de olsa sağır ve onları görmede kör olun. “Cesâret bir saatlik sabretmektir.” Bütün kalbinizle bu saatte tevbe edin.

Ölümü ve ondan sonrasını düşünün. Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Zevkleri yerle bir edeni çokça anın; o çok hatırlanan şeyleri azaltır, az hatırlanan şeyleri çoğaltır.[10] Ölümü düşünmek nefis hastalıklarının devâsı ve kalpler için bir azık ve faydadır. Ölümü unutmak kalbi katılaştırır ve ibâdetlere karşı tembelleştirir. Ölümü unutmak insana, halkı dikkate alma, zararı ve faydayı ondan görme, onlara izâfe etme duygusu verir ve onu küfre iter, karartır, Rabbinden (CC) perdeler. Sebeplere güvenmek îmânı eksiltir; îkan nûrunu söndürür; kalbi Rabbinden (CC) perdeler; O’ndan (CC) nefret etmeye sevkeder; O’nun (CC) gözünden düşmeye sebep olur; O’nun (CC) kurbiyetinin kapısını kapatır.

Vah sizlerden çektiklerim! Bu hâlinizle nasıl ölürsünüz! Kalpleriniz îmandan, îkandan, tevhîdden, ihlastan ve mârifetullahtan bomboş… Rabbinize (CC) karşı îtirazınız ne de çok! Yazık sizlere! Siz kimsiniz? Ne kadar da küstahsınız! Bütün işiniz gücünüz gece gündüz Rabbinize (CC) îtiraz etmek. Îtiraczı, kurbiyet kokusunu duyamaz. Eline zerrece bir şey geçmez. Rabbinize (CC) karşı îtirazı terkedin, ey kalplerini kaybetmişler, ey îmânı gerilerine atmışlar!

Allah’ım (CC)! Bizi sevdiğin şeylerle biraraya getir. Sevmediğin şeylerden bizi ayır. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.” (Âmin)


[1] Buhârî, es-Sahîh, “Mardâ” 3; Tirmizî, es-Sünen, “Zühd”57.

[2] bak.: Hâkim, el-Müstedrek, IV/315.

[3] Zebîdî, İthâfü’s-sâde, VI/290.

[4] Kanaatimizce Hazret burada, sayısı belli olan ricâl-i gaybı kesdetmektedir.

[5] Mâide S. A.45.

[6] Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, hadîs no: 2894.

[7] bak.: Buhârî, es-Sahîh, “Cum’a” hadîs no: 853 (bu hadîsin anlamı hakkında açıklama için 34 no.lu dipnota bakınız).

[8] bak.: Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, I/63 (no: 166).

[9] Ebû Dâvûd, es-Sünen, “Büyû’” hadîs no: 3336.

[10] Tirmizî, “Zühd” hadîs no: 3308.

50. SOHBET KİŞİNİN ACZİNİ BİLMESİ-DÜNYAYI TERK

Sâlihlerden birinin şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Münâfık kırk sene bir tek hâl üzere kalır. Sıddîkın hâli ise bir günde kırk kere değişir.” Münâfık nefis, hevâ, heves, şeytan ve dünyâ ile berâberdir. Onlara hizmetten geri durmaz. Onların görüşünden çıkmaz. Onlara sözlü muhâlefet etmez. Bütün derdi ve tasası yemek, içmek, giyinmek, evlenmektir. Bunları nereden ve nasıl elde ettiği de onu ilgilendirmez. Bedenini ve dünyâsını mâmur eder. Kalbini ve dînini tahrip eder. Halktan râzı, Hâlık’tan (CC) hoşnutsuzdur. Münâfıklığı arttıkça kalbi katılaşır ve kararır. Hiçbir nasîhat onu harekete geçirmez, rahatsız etmez. Hiç kimsenin vaazını dinlemez. Hiçbir hatırlatmaya kulak asmaz. Hoş, bu şekilde de aynı hal üzere kırk yıl kalır.

Sıddık ise bir günde kırk kere değişir. Çünkü o “Mukallibü’l-kulûb” (kalpleri değiştiren) ile berâberdir. O’nun (CC) kudret denizine dalmıştır. Bir dalga gelir onu kaldırır, başka bir dalga gelir aşağı çeker. O, “boş arâzideki bir tüy” (rüzgârın önündeki yaprak) gibi, gassalın önündeki ölü gibi, ana kucağındaki bebek gibi, çevgan oyununcusunun deyneğinin önündeki top gibi, Rabbinin (CC) tasarrufu ve takallübü (değiştirmesi) altındadır. Zâhirini de, bâtınını da O’na (CC) teslim etmiş, O’nun (CC) yönetiminden, idâresinden râzı olmuştur. Bundan dolayı şöyle denmiştir: “Sûfîlerin yemeleri, hastanın yemesi gibi, uyumaları da suda boğulanın uyuması gibidir, konuşmaları ise zarûretten dolayıdır.”

Nasıl böyle olmasınlar ki, onlar diğerlerinin görmediği şeyleri kalpleriyle müşâhede etmişlerdir. Rablerinden (CC) başka her şeyi unutmuşlardır. Dünyâ, âhiret ve bütün mâsivâ onların gözlerinden kaybolmuştur. O’nun (CC) kapısının önüne çadır kurmuşlar, O’nun (CC) kapısının eşiğine muvâfakat yoluyla baş koymuşlardır. Kazâ ve kader onlara hizmet eder, onları alınlarının ortasından öper, onları başlarının üzerinde taşırlar. Onlar eğer sûfilerden değillerse bile, sûfîlere hizmet ederler, onlarla arkadaşlık kurarlar, onlarla oturup kalkarlar, onlara yakınlaşırlar. Mallarını onların uğruna dağıtırlar. Onların konuşmalarındaki hikâyelere değil, fiillerinde onlara tâbi olurlar. Onlara karşı güzel düşünürler, hayran kalırlar.

Elbiseni değil, kalbini temizle. Halkın giydiğini giy, ama onların yaptığını yapma. Yemekte, giyinmekte ve nikahta ruhbanlık yoktur. Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “…Ruhbanlığı onlar kendileri çıkardı, biz onlara farz kılmamıştık…[1] Hz. Peygamber (SAV) de: “İslâm’da ruhbanlık yoktur[2] buyurmuştur.

“Muhlis” (ihlaslı) “muvahhid”lerin (tevhîd ehlinin) tekkeleri kalpleridir. Onlar nefislerine, hevâ ve heveslerine karşı haşindirler. Onların meyveleri halvetlerindedir. Müşâhedeleri Rableriyle (CC) ünsiyet etmek ve O’na (CC) münâcât etmektir. İşte size sâlihlerin halleri konusunda, o hallere siz de kavuşasınız ve sâlihlere uyasınız diye, benim lisânımdan O (CC) haber veriyor. Bu hususta nasîbiniz sâdece dinlemekten ibâret olmasın. Size, haberiniz olsun diye, benim lisânım vâsıtasıyla O (CC) haber veriyor. Öğüt alasınız diye. O halde sizler de öğüt alın. Sizi benim dilim vâsıtasıyla çağırıyor: O halde O’nun (CC) dâvetine icâbet edin. Sizi safâya çağırıyor. Sizi yarattıklarına karşı zâhid olmaya ve kendisine rağbet etmeye çağırıyor. O’nu (CC) zikredenlerden olmanıza çağırıyor; tâ ki, O’nun (CC) katında zikredilenlerden olasınız. Mevlâ’sını (CC) talep etmede sâdık olan bir kul, O’nu (CC) bâtınen ve zâhiren, halvette ve celvette, gece ve gündüz, darlıkta ve bollukta, nîmette ve sıkıntıda zikretmekten geri durmaz. Öyle ki, zikredilenlerden olur, onun zikrini etrâfındaki herkes işitir. Sizler sûfîlerin nâil olduğu nîmetlerden gâfilsiniz. Sizler bayılmış kimseler gibisiniz.

Ey nîmetlerden gâfil olanlar! Sizler gâfilsiniz. Sizler kayıpsınız. Sizler bayılmışsınız. Sizler dünyâ işlerinde akıllı, ama âhiret işlerinde akılları başından gitmiş kimselersiniz. Sizle öyle bir bataklıktasınız ki, kımıldadıkça batıyorsunuz. Ellerinizi ilticâ ile, tevbe ile, özür ile Allah-ü Teâlâ’ya (CC) uzatın ki, bulunduğunuz bataktan sizleri kurtarsın.

Dikkat edin! Ben sizi nefsinize, hevâ ve hevesinize, şehvetlerinize karşı muhâlefet etmeye, bunlardan çokça yüzçevirmeye ve sabretmeye çağırıyorum. Bu dâvetime icâbet edin. Bunun meyvesini hemen veyâ daha sonra göreceksiniz. Ben sizi “kızıl bir ölüm”e çağırıyorum. Haydi Bismillah! Kim istiyor? Kim geliyor? Kimin buna cesâreti var. Kim bu tehlikeyi göze alıyor? O ölümdür, ama arkasından ebedî bir hayat gelir. Kaçmayın. Sabretmeye çalışın, sabredin. Cesâret bir saatlik sabırdır. Rabbinize (CC) muvâfakat etme husûsunda sabredin. Sizden her kim kazâya rızâ gözterirse, Allah-ü Teâlâ (CC) da onun yükünü alır ve onu “cesurlar defteri”ne kaydeder. Nefsiyle savaşan kimse nefîs şeylere mâlik olur. İstediği şeyi bilen kimseye onun uğrunda harcadığı şeyler hafif gelir.

Ey Allah’ın (CC) kulları! Yerinizde sâbit durun. Acele etmeyin. Sadâkat ayaklarınızla yaklaşın ki, Cenâb-ı Hakk’ın (CC) kapısını çalalım. Kapı bize açılıncaya kadar, yolumuz açılıncaya kadar ayrılmayalım. İhtiyaçlarınızı O’ndan (CC) isteme husûsunda arsızlaşın, ısrarcı olun. Bu sizin için, meliklere, sultanlara ve zenginlere karşı arsızlaşmaktan daha iyidir. Rablerini (CC) talep etmede sizden öne geçenlere ve fânî olanlara uyun.

Allah’ım (CC)! Sen bizim de onların da Rabbisin (CC). Bizim de onların da yaratıcısısın. Bizim de onların da rızık vereni Sensin. Bize, onlara muâmele ettiğin gibi muâmele et. Bizi bizden çıkar, kendine ilet. Meliklerin mülklerini ve onlara musallat olan sultanları, ister zengin ister fakir, ister havâs ister avam, ister pahalı ister ucuz, ister çok ister az… hepsini bize unuttur. Bize senin zikrini hatırlat. Fiillerinde bize lutfunla muâmele et. Bizi yakınlığına yakınlaştır. Kalplerimizi ünsiyetinle ünsiyet et. İbâdının ve bilâdının (kullarının ve beldelerinin) şerrini, her canlının şerrini bizden gider. Sen onları alınlarının perçeminden tutarsın. Bizi şerlilerin şerrinden, fâcirlerin tuzaklarından koru. Bizi, Seni işâret eden, Senin için rehberlik eden, Sana dâvet eden, Senin rızan için tevâzu gösteren, Sana karşı ve Senin mü’min kullarına karşı tekebbür edenlere tekebbür eden kullarından eyle. (Âmin)

Ey oğul! Halk sokağından öyle bir geçiş ile geç ki, bir kapısından gir, öbür kapısından çık. Kalbinle ve niyetinle onlardan çık. “Yalnız kuş” gibi ol. Ne kimseye ünsiyet et, ne de kimse sana ünsiyet etsin. Ne kimseyi gör, ne de kimse seni görsün. Ecel vakti gelinceye kadar, kalbin Rabbinin (CC) kapısına yaklaşıncaya kadar böyle ol. İşte o zaman sûfîlerin kalplerini orada görürsün. Onlar seni karşılarlar. Selâmetini kutlarlar. Alnının ortasından öperler. Sonra kapının içerisinden lutuf eli çıkar ve seni karşılar. Sana öyle güzel yükler yükler, öyle zevkler tattırır ki… Seni kabul eder. Sana yemekler yedirir, sular içirir. Güzel kokular sürer. Sonra seni çıkarır, mutlu bir şekilde kapının önüne oturtur. Müridlerden ve tâliblerden gelenlere bakarsın. Sonra elinden tutar ve geldiğin zaman kendisinden teslim aldığı ele seni teslim eder. Bu şekilde düzelirsen halka çık ve onların arasında, hastaların ortasındaki doktor gibi, delilerin arasındaki akıllı gibi, evlatları arasındaki şefkatli bir baba gibi otur. Böyle olmadan önce sana kerâmet, iyilik yok. Aksi halde onlar için bir münâfık olursun. Onlara kul olursun. Duygularına tâbi olursun. Sen zannedersin ki, onları tedâvi ediyorsun; oysa onları şirk koşarsın. Senin tedâvin sana cezâ olur. Çünkü o iş cehâletle yapılmıştır ve onda hiçbir sanat, mahâret yoktur. Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Cehâlet üzere ibâdet eden kimsenin fesadı sulhünden (zararı faydasından) daha çok olur.[3]

Ey oğul! Seni ilgilendren şeyi konuş, mâlâyânîyi terket. Eğer Allah-ü Teâlâ’yı (CC) tanısaydın, O’ndan havfin daha çok olur, O’nun (CC) huzûrunda az konuşurdun. Bundan dolayı Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Allah’ı (CC) tanıyanın dili tutulur.[4] Yâni: Nefsinin, hevâ ve hevesinin, âdetlerinin, yalancılığının, iftirâcılığının ve sahtekârlığının dili tutulur, kalbinin, sırrının, mânâsının, sıdkının ve safâsının dili konuşur. Bâtıl dili tutulur, hak dili konuşur. Mâlâyânî dili tutulur, kalp dili konuşur. Nefsini talep dili tutulur, Hakk’ı (CC) talep dili konuşur.

Mârifetin başlangıcında insanın konuşması kesilir ve bütün varlığı erir. Kendi varlığından da, başkalarının varlığından da fânî olur. Sonra eğer Hakk (CC) dilerse onu tekrar canlandırır. Eğer onun konuşmasını dilerse ona yeni bir dil yaratır ve onunla onu konuşturur. İstediği hikmet ve sırları ona söyletir. Onun konuşması devâ içinde devâ, nur içinde nur, hak içinde hak, doğru içinde doğru, safâ içinde safâ olur. Çünkü o ancak kalbine Allah-ü Teâlâ’dan (CC) gelen bir emir üzerine konuşur. Emredilmeksizin konuşacak olursa helak olur. O ya emir üzerine veyâ galebe netîcesinde konuşur. Eğer böyle konuşacak olursa, Allah-ü Teâlâ (CC) onu muâheze etmek yerine ona ikramda bulunur. Galebe hâlinde yapılan fiilde nefis, hevâ, heves, şeytan ve irâde yoktur. Tıpkı ölünün, konuşmasından[5] dolayı ve uyuyanın ihtilamdan dolayı muâheze edilmediği gibi. Çünkü insan uykusu esnâsında ne görür, ne de bilir. Sesin ölmüş kimselerden işitilmesi de onlar öldükten sonra olmuştur. Bu sıfatlara sâhip olmaksızın halka konuşma yapan kimsenin susması, konuşmasından daha hayırlıdır. Cesâretlilerden başka kimse birinci safta görünmez.

Yazık sana! Hakk’a (CC) muhabbet iddiâsında bulunuyorsun ama başkasına muhabbet duyuyorsun! Bu iddian senin helak sebebin olur. Alâmetleri senin üzerinde görünmezken nasıl olur da Hakk’a (CC) muhabbet iddiâsında bulunursun? Muhabbet evde bir köşedir ki, ne kapısı vardır, ne de anahtarı. Onun alevi üstünden çıkar. Muhib muhabbet kapısını kapatır ve gizler. Muhabbet onun üzerinde görünür. Onun özel bir lisânı ve konuşması vardır. Mahbûbundan başka birisini istemez ki, bu da onun ve sadâkatinin en büyük alâmetlerinden biridir.

Ey yalancı! Ey sahtekâr! Sus; sen onlardan biri değilsin. Sen ne muhibsin, ne de mahbubsun. Muhib kapıda durur, mahbub da kapıdan içeride olur. Muhib heyecanlı, kıpır kıpır, endişeli olur; mahbub ise, sâkindir, lutuf göğsüne sığınmıştır, orada uyur. Muhib için yorgunluk, mahbub için rahatlık sözkonusudur. Muhib öğrenci, mahbub âlimdir. Muhib mahpustur, mahbub serbesttir. Muhabbet (aşk) aklı baştan giderir. Çocuk yılan gördüğünde bağırır; ehli ise yılan gördüğünde susar. Vahşî hayvan gören kimse bağırır ve kaçar; vahşî hayvan eğiticileri ise onlarla oynar ve onların yanında uyur. Oysa onların arasına giren herkes dehşet duyar. Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “Allah’a (CC) karşı tavkâ sâhibi olun ki, O da (CC) size ilim öğretsin.[6]

Muhib müttakîdir, kapısının üzerini tehzib eder, temizler. Bedenini ve kalbini  yâni “kapıyı” temizler. Orası temizlendiğinde, kurbiyet kâtipleri gelir ve o kapıdan içeri girer. Hüküm, kapının üzerinde güzellik olur, ilim ise kapının iç tarafını güzelleştirir. Hüküm ile güzelleşen kimse ilimle ünsiyet eder, ilim onu üstlenir, ona emirler verir, onu zenginleştirir. Hüküm ortak kapıdır, ilim ise özel kapıdır ve mahbublar içindir. Oraya yapışman, oraya sürekli vurman, hayâ etmen, kulluğu gerçekleştirmen ve nefsine kusur ve noksan gözüyle bakman sâyesinde, kapıdaki makâmın uzun olmadıkça sana konuşma hakkı yok, yasak.

Noksanını gören, kemâle ulaşır. Kemâlini görende de noksan olur. Gittiğiniz yoldan dönün. Danışın, istişâre edin ki, yolun doğrusunu bulasınız. Sabredin ki, zafere ulaşasınız, mülke ulaşasınız, varlık bulasınız, yük edinesiniz. Sabredin ki, size de sabredilsin. Râzı olun ki, sizden de râzı olunsun. Tahammül edin ki, size de tahammül edilsin. Güvenin ki, size de güvenilsin. Muvâfakat edin ki, size de muvâfakat edilsin. Hizmet edin ki, size de hizmet edilsin. Kapıya yapışın ki, size açılsın. Acele etmezseniz muhakkakki, size bağış gelir. İkram edin ki, size de ikram edilsin. Yakınlaşmak için çabalayın ki, size de yakınlaşılsın.

Kalp, eğer mücâhede ve mükâbede (zorluklara dayanma) ayaklarıyla yürür, mesâfeler kateder ve Rabbine (CC) vâsıl olursa, orada sebat bulur. Artık oradan dönüşü olmaz. Hikmetten kudrete, âlet ve sebeplerden “Sâni”a ve “Müsebbib”e intikal eder; kendi irâdesinden Rabbinin (CC) irâdesine intikal eder. Sükûnu ve hareketi Rabbi (CC) ile olur.

Ey dünyânın tâlipleri! Onu istediğiniz müddetçe yorulacaksınız. O, kendisinden kaçanlara tâlip olur. O kendisinden kaçanları peşinden koşturarak dener. O kimse eğer ona iltifat ederse onun yalancılığına hükmeder. Onu sıkıca tutar, bağlar, kullanır, sonra da öldürür. Şâyet iltifat etmezse, onun sadâkatine hükmeder ve ona hizmet eder. Dünyâdan, ona karşı zâhid olmadıkça ve ondan kaçmadıkça istifâde edilemez. Ondan kaçın! Onda öldürücü, tuzaklar kurucu, büyüleyici şeyler vardır. O sizden ayrılmadan önce siz ondan kalplerinizle ayrılın. O size karşı zâhid olmadan önce siz ona karşı zâhid olun. Onunla evlenmeyin. Eğer onunla evlenirseniz, mehrini dîniniz yapmayın. O önce evlenir, sonra hemen boşanır. Onun evlenmesi de, boşanması da çok hızlıdır. Eğer onu dînin karşılığında istersen, mehri dînin olur. Zîrâ münâfığın dîni dünyânın mehridir. Şehit mü’minin kanı da âhiretin mehridir. Muhibbin kanı ise Mevlâ’sına (CC) kurbiyet mehridir.

Dünyâ sana sürekli zarar veriyor ve fayda vermiyor olduğu halde, sen daha ne zamâna kadar ona hizmet edeceksin? Onu kalbinden tardedip uzaklaştırırsan, onun hayrını, hizmetini ve önünde zillete düştüğünü görürsün. O üzerinde her türlü süs olduğu halde, senin mü’min kalbine en güzel hâliyle görününce kalbin ona: “Sen kimsin?” der. O da: “Ben dünyâyım” der. Kalbin ondan yüzçevirir; işte o zaman onun ayıplı, kusurlu hâli ortaya çıkıverir. O güzel sûret, çirkin bir sûrete dönüverir.

Yazık sana! Dünyâya karşı zâhid olduğunu iddiâ ediyorsun ama dinarı ve dirhemi seviyorsun, onların peşinden koşuyorsun. Onlar uğruna zenginlerin ve sultanların huzûrunda eğiliyorsun. Sen zühdünde yalancısın. Sâlihlerden birisi şöyle demiş: “Rüyamda güzel bir kadın gördüm. Ona dedim ki: “Sen kimsin?” Bana şöyle cevap verdi: “Ben dünyâyım.” Ona: “Senden ve senin şerrinden Allah-ü Teâlâ’ya (CC) sığınırım” dedim. Bana şöyle dedi: “Dirhemden ve dinardan nefret edersen benim şerrimden kurtulursun!”

Allah’ım (CC)! Bizi dünyânın ve her türlü şerlinin şerrinden koru. Sen her şeye kâdirsin. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”


[1] Hadîd S. A.27.

[2] bak.: Beyhakî, Şuabu’l-îmân, hadîs no: 9761.

[3] bak.: Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, II/233 (no: 2528).

[4] bak.: Süyûtî, Şerhu Süneni İbn Mâce, I/288.

[5] Ölmüş bir kimsenin rüyâda görülmesi esnâsındaki konuşması kasdedilmektedir.

[6] Bakara S. A.282.

51. SOHBET DÜNYAYA VE AHİRETE KARŞI ZAHİD OLMAK

Ey yalancılar! Rabbini (CC) istemede sâdık olmanın en başta gelen şartı, ister gizli, isterse açık olsun mâsivâya buğzetmektir. Mâsivânın zâhiri, dünyâ ve dünyevî arzular, dünyânın kulları ve ellerindekiler ve halkın övgüsü ve yergisidir. Mâsivânın gizlisi ise cennet ve içindeki nîmetlerdir. İşte bu düşünceyi gerçekleştiren, bu düşünceye ulaşan kişinin irâdesi düzelmiştir. Kalbi Rabbine (CC) yakınlaşmıştır. O’nun (CC) yanında oturmuş, O’na (CC) konuk olmuştur. O zaman dünyâ da, âhiret de kişinin sofrasına gelir. Dünyâ süsü ile, âhiret ihtişâmı ile gelir. İki hizmetçi olurlar. Ama onların sofrası nefis içindir, kalp için değil. Dünyâ ve âhiret yemekleri nefis içindir. Kurbiyet yemeği ise kalp içindir. Benim kendisine dâvet ettiğim şey Allah-ü Teâlâ’nın (CC) irâdesidir, sizin dâvet ettiğiniz şeyler değil.

Ey münâfıklar! Akıllı kişi işlerin başlangıcına değil, sonucuna bakar. Akıllı kişi, sûfîlerin câriyeleri olan dünyâ ve âhiretten yüzçeviren, onları deneyen, onların sözlerini işiten kimsedir. Akıllı kişi, dünyâyı ve sıfatlarını nefsi için dinler ve ondan uygun olanını satın alır; fânî olduğu için ona karşı zâhid olur. Âhiretten de, mahluk ve muhdes (sonradan olma) olduğu için, Rabbinden (CC) kendisini perdelediği için, bağlayıcı ve Rabbin dışında rağbet edilen bir şey olduğu için yüzçevirir.

Dünyâ akıllı kişiye şöyle der: “Bana tâlip olma, benimle evlenme çünkü ben bir evden diğer bir eve, bir mülkten diğer bir mülke sürekli el değiştiririm. Ben evlendiğim kimseyi öldürürüm. Malını mülkünü elinden alırım. Benden sakın; ben öldürücü bir zevk veririm. Ahitli olduğum kimsenin ahdine vefâ göstermem.” Âhiret ise ona şöyle der: “Alış-veriş sevinci üzerine Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “Allah, (CC) mü’minlerden canlarını cennet karşılığında satın aldı.[1] Ben senin yüzünde kurbiyet sevinci görüyorum, ama sen yine de beni satın alıyorsun ve Cenâb-ı Hakk (CC) seni bana bırakıyor!” Akıllı kişi, bu durumla karşılaşıp, dünyâyı ve âhireti terkedip, Rabbine (CC) tâlip olarak onlardan yüzçevirince, dünyâ ona geri verilir, kısmeti zararsız ve eksiksiz bir şekilde ona iâde edilir. Âhiret de iâde edilir. Onun için, işlerini gören, çekip çeviren birisi olur.

Ey dünyâyı da, âhireti de isteyenler! Ey bundan da, ondan da râzı olanlar! İyi dinleyin. Bu size açıkladığım hususlar sizin dertlerinizin ilacıdır, iyi anlayın! Kim ki, bir şeye karşı zâhid olursa, o ona tâlip olur. Yaratılmış şeylere karşı zâhid olun ki, Yaratıcınız (CC) sizi sevsin. Allah-ü Teâlâ (CC) katında mahbûbun misâli, şefkatli bir doktorun göğsüne sığınmış, ona kendisini bırakmış hastanın durumuna benzer.

Ey cemâat! Beni kabul edin. Dünyâya karşı zâhid olun. Dünyâya rağbetiniz ve muhabbetiniz sizi âhiretten ve Rabbinize (CC) yakınlıktan perdeler. Kalp gözlerinizi kör eder. Dünyâ ile berâberlik sizi âhirete karşı perdeler. Nefis ile berâber oturmak da sizin için Cenâb-ı Hakk’a (CC) karşı bir perde oluşturur.

Ey câhiller! Âhiret âmeli karşılığında dünyâyı yemeyin, sonra ikisini de kaybedersiniz. Âhiret efendidir, dünyâ ise onun kölesidir. Köle efendiye tâbi olur. O aşağıdadır, bu ise yukarıdadır. Aşağıdaki yukarıdakine tâbi olur. Panzehirini yemeden önce dünyâ yemeğinden yemeyin. Onun yemeği zehirlidir. Pekiyi, onun panzehiri nedir? Onun panzehiri, ona karşı zâhid olmak, kalp yönüyle ondan çıkmaktır. Hüküm denizinden kudret denizine geçmektir. Tıptan, yemeğin zehirlisini ve etlisini ayırt eden tabîbe ulaşmaktır. Hiç görüp işitmediniz mi ki, doktor yılanı alır, öldürür, parçalar, zehirini çıkarır, sonra da etini yer. Cenâb-ı Hakk (CC) bu dünyânın zehirini kendisine karşı gelen kâfirler için yaratmıştır. Onun temizlenmiş etini de kendisine inananlar, tevâzu gösterenler ve kendisinden başka her şeyi unutanlar için yaratmıştır. Dünyâ onlar için nasıl temizlenmesin ki, onlar O’nun (CC) konuklarıdır, O (CC) onlara sevenin sevgilisine davrandığı gibi davranır. Onlar için tatlıyı acıdan, duruyu bulanıktan ayırır, temizler. Murad olan kimseler için yiyecekler, içecekler, giyecekler ve ihtiyaç duyulan her şey tertemiz edilir.

“Mütezehhid” (zâhid olmaya çalışan veyâ sahte zâhid) çalışır, çabalar. Bâzan durulur, bâzan durulmaz. Bâzan ayakta dimdik durur, bâzan oturur. “Zâhid”[2] için en büyük iş inkişâf etmiş, gerçekleşmiştir. Onun sevapları hatâlarından daha çoktur. Ârife gelince, onun için işin işin tamânı inkişâf etmiş, bitmiştir. O duruyu bulanıktan ayırt eder. Duru da, bulanık da ona ses verir.

Sûfîlerin bütün yönleri birtek yön olmuştur. Onlar için birtek yön kalmıştır. Halk yönü, halka tarafı onların nazarında sıkıntıdan başka bir şey değildir. Onlar için Cenâb-ı Hakk’ın (CC) yönü (vechi), genişlik ve ferahlık yönüdür. Onlar sadâkat elleriyle halk tarafını kapatmışlar ve kalp elleriyle Hâlık (CC) tarafını açmışlardır. Hoş, onların kalpleri genişlemiş, büyümüş, yücelmiştir. “Gayret” (kıskançlık) onların kalp kapılarında bekler; oradan o kapının mâlikinden ve sâhibinden başka kimsenin girmesine imkân yoktur. Sûfîlerin her biri bu dünyâda güneş ve ay gibidir. Onlar dünyânın aydınlanma sebebidirler. Onların yüzleri Hakk’a (CC) yönelmiş, sırtları ise halka dönmüştür. Eğer onların yüzü, teveccühü dünyâya dönecek olsa oradaki her şey yanıp kül olur.

Sizler yeryüzünde yürüyen ölülersiniz. Akıllı ol! Senin aklın yok! “Ricâl”den (Hakk CC. erlerinden) de değilsin, onları tanımıyorsun. Sen halkın büyüklerini ve önderlerini tanımıyorsun. Sözlerin kalbinde olana işâret ediyor. Dil kalbin tercümanıdır. Senin gönlüne bir kişinin muhabbeti ve başka bir kişinin de buğzu düşerse, nefsin sebebiyle ne sevdiğine buğzedebilirsin, ne de buğzettiğini sevebilirsin. Halbuki her ikisi hakkındaki hükmü de Kitap ve Sünnete göre vermelisin. Eğer sevdiğin kişinin tavır ve hareketleri Kitap ve Sünnete uygunsa onu sevmeye devam et, yok muhâlifse, onu sevmekten vazgeç. Buğzettiğin kişinin tavır ve hareketleri Kitap ve sünnete uygun ise ona buğzetmekten vazgeç, tersi ise buğzuna devam et.

Yazık sana! Bana buğzediyorsun, çünkü ben hakkı söylüyorum ve seninle bu hususta çekişiyorum. Bana ancak câhiller, Allah’ı (CC) bilmeyenler, ameli az, sözü çok olanlar buğzeder ve beni tanımaz. Bana muhabbet besleyenler ise âlim-billâh olanlar ve ameli çok, sözü az olanlardır. Cenâb-ı Hakk’a (CC) kurbiyet beni her şeye karşı müstağnî kılmıştır. Etrâfımda çok su var ve ben bir kurbağa gibiyim; yanımda olan şeyleri söylemeye gücüm yok. Suyun çekilmesini bekliyorum ki, konuşayım. İşte o zaman kendi haberini de, başkalarının haberini de duyarsın.

Ey geride kalanlar, ey âsîler! Ne zaman tevbe edeceksiniz? Tevbe vâsıtasıyla Rabbinizle kendi aranızı düzeltin. Eğer Allah-ü Teâlâ’dan (CC) utanmasaydım ve O’nun (CC) hilmi olmasaydı, buradan iner, hepinizin elini teker teker tutar ve şöyle derdim: “Sen şunları, şunları işledin; Allah-ü Teâlâ’ya (CC) tevbe et.” Îmânın, îkânın ve mârifetullâhın kuvvetleninceye kadar sana konuşma yok. İşte o zaman, kalbinin Rabbine (CC) vuslat vâsıtası olan sapasağlam ipe tutunursun. Hz. Peygamber (SAV) ve bütün ümmet seninle övünür.

Ey diliyle îman etmiş olan! Ne zaman kalbinle îman edeceksin? Ey celvetlerinde îman etmiş olanlar! Ne zaman halvetlerinizde de îman edeceksiniz? Bunun size bir faydası yok! Münâfığın îmânı, kılıçtan korkanın îmânıdır. Ey isyankârlar! Tevbe edin. Rabbinizin (CC) rahmetinden ümit kesmeyin. Allah’ın (CC) merhametinden ümtsizliğe düşmeyin. Ey ölü kalpliler! Rabbinizi (CC) zikretmeye, O’nun (CC) Kitâbını ve Nebîsinin (SAV) sünnetini okumaya, zikir meclislerine devam edin; o zaman kalpleriniz, ölü toprağın su gelince canladığı gibi canlanır. Kalp, Cenâb-ı Hakk’ı (CC) zikretmeye devam ederse, ona mârifet, ilim, tevhid, tevekkül ve mâsivânın tamâmından yüzçevirme melekesi ulaşır. Zikre devam, dünyâda da, âhirette de hayrın devâmına sebeptir.

Halk ve dünyâ ile berâber olduğun müddetçe övgüden ve yergiden etkilenirsin. Çünkü sen nefsinle, hevânla ve hevesinle mevcutsun. Kalbin Rabbine (CC) ulaşıp, işin O’na (CC) âit olunca, onların övgüsü ve yergisinin tesiri gider, büyük bir yükten kurtulursun. Kendi gücüne ve kuvvetine güvenerek dünyâ ile meşgul olduğun müddetçe geri kalırsın, parçalanırsın, yorulursun, memnun kalmazsın. Cenâb-ı Hakk (CC) ile meşgul olursan, geçim kapısı O’nun (CC) gücüyle ve O’na (CC) tevekkül etmek sûretiyle açılır. O’nun (CC) muvaffakatiyle tâat kapısı açılır. Talep etme mertebesine ulaştığında O’ndan (CC) O’nu (CC) talep etme güç ve sadâkatini iste. O zaman kalbin, dünyâ ve âhiret meşgalelerinden sıyrıldığında, O’nun (CC) huzûrunda kalp ayaklarınla sâbit ve sağlam durursun.

“Rabbimiz! Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”


[1] Tevbe S. A.111.

[2] “Zâhid”: Dünyâdan tam mânâsıyla yüzçevirmiş kimse.

52. SOHBET SABIR-KURBİYYET

Ey oğul! Yazıklar olsun sana! Senin nefsin hasta. Dolayısıyla onu, Rabbinin (CC) yakınlığı âfiyetine erişinceye kadar yiyeceklerden uzak tut. Yazıklar olsun sana! Üzerinde haram varken, yemende, içmende, oturmanda, evliliğinde ve bütün işlerinde haram içerisinde yüzerken Allah-ü Teâlâ’ya (CC) yakınlığı nasıl beklersin? Nefsin ve hevân seni istilâ etmişken, seni onlar idâre ediyorken, onlar seni şehvetlere, zevklere, hevâ ateşine sürüklüyor, dînini ve takvânı yakıp yıkıyorlarken, Allah-ü Teâlâ’ya (CC) yakınlığı nasıl beklersin? Akıllı ol! Bu, ölüme inanan, ona yakîn duyan kişinin ameli değil. Bu Allah-ü Teâlâ (CC) ile karşılaşmayı bekleyen, O’nun (CC) muhâsebesinden ve münâkaşasından (sorgusundan) korkan kişinin ameli değil. Sende tefekkür yok; irâde yok; tedbir yok; gece-gündüz sükûnet yok. Sen dünyâya, onu düşünmeye, dünyâ ehli ile sohbete ve onlar önünde eğilmeye dalmışsın.

Sûfîler dünyâdan, hayattan ve halka bulaşmaktan istifâ etmişlerdir. Onların her biri, kervanını Horasan’a göndermiş, kendisi ise tek başına bir bineğe binip yerinde kalakalmış, dolayısıyla, kâfilenin gelmesini bekleyen kimseye benzer. Bedeni oradadır, ama gönlü evindedir onun. İşte mü’min de malını âhirete göndermiş, orada bir saray yaptırmış ve muhtaç olduğu her şeyi orada bulmuş kimsedir. Bütün kalbiyle Rabbine (CC) yakınlaşmıştır. Bundan dolayı Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Dünyâ mü’minin zindanıdır.[1]

Mü’min îmânında tahkîke ulaşmaya devam eder, tâ ki, ârif-billâh ve âlim-billâh olur; O’nun (CC) karîbi, yakını olur, O’na (CC) vâsıl olur. İşte o zaman O’nu (CC) her şeye tercih eder. Malını kapıda bekleyenlere dağıtır. Bütün tasası kurbiyet evine girmek olur. Cennetteki köşkünün anahtarını muhâfızına geri verir. Sırrı cennet kapılarına varır, onları da halk ve varlık kapılarını da kapatır. Kendini melikin (sultânın) kapısının önüne atar. Orada hastalanır, bir et parçası gibi yere düşüverir. Lutuf ayaklarının gelmesini ve üzerine basıp geçmesini bekler. Rahmet gözünün nazarını, cömertlik ve iyilik elinin kendisine yetişmesini bekler. O bu halde iken kurbiyet hazînesine, lutuf odasına, tabîbin ve “Habîr”in (her şeyden haberdâr olanın) önüne düşüverir. Cenâb-ı Hakk (CC) onu güzelce tedâvi eder ve kuvvetini ona geri verir. Onunla ünsiyet eder, ona güzel, süslü elbiseler giydirir. Fazîlet yemeğinden yedirir. Ünsiyet içeceğinden içirir. İşte o zaman O’na kurbiyet evinde rahatlığa erer. Kurbiyet şerefelerinden ferahlıklar gelir. Bütün yaratıklar onun altında olur. Onlara rahmet ve şefkat gözüyle bakar. Cenâb-ı Hakk’ın (CC) ahlâkı ile ahlâklanır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’a (CC) vâsıl olanların kalpleri halka karşı rahmet ile dolar. Müslümanlara da, kâfirlere de, avâma da, havâssa da rahmet nazarıyla bakarlar. Şerîatin hudutlarını onlardan istemekle birlikte, herkese merhamet ederler. Zâhiren talep, bâtınen rahmet!

Ey Allah’ın (CC) kulları! Sûfîlerden birini gördüğünüz zaman ona hizmet edin, onu kabul edin. Çünkü o size nasîhat verir. Ey evlerinde ve savmaalarında (tekkelerinde) nefis, hevâ ve hevesleri ile, azıcık ilimleri ile oturanlar! İlmiyle âmil şeyhlerin sohbetlerine katılın. Onlara tâbi olun ve adımlarınızla onların arkasından yürüyün. Onlara tevâzu gösterin. Onların sizi kırmasına sabredin ki, hevânız kaybolsun, nefisleriniz kırılsın, ateşiniz sönsün. İşte o zaman dünyâyı tanır ve ondan uzaklaşırsınız. O zaman dünyâ sizin hizmetçiniz olur. Verilmesi gerekenleri, kısmetlerinizi size verir. Siz Rabbinizin (CC) kurbiyet kapısında olduğunuz halde kısmetlerinizi size getirir. Dünyâ ve âhiret, Hakk’a (CC) hizmet edenin hizmetçisidirler.

İçerisinde tevhid ve kurbiyetin yetiştiği bir kalp, her gün daha da büyür. Her seferinde daha da büyür, yücelir ve yükselir. Ne yeryüzünde, ne de gökyüzünde Allah’tan (CC) başka bir şey görmez. Bütün mahlûkat onun kaydı altında olur. Onunla Rabbi (CC) arasında bir “sır” gerçekleşir. O’na (CC) iyice yakınlaşır ve ulaşır. Zamânının sultânı olur. Kazâ ve kaderi, ilmi ve hükmü anlar. “Melik”in sıfatları ona hizmet eder, zâtı ona yakınlaşır.

Ey cemâat! Allah-ü Teâlâ’yı (CC), Resûlünü (SAV) ve sâlih kullarını tasdik edin. O (CC) sözüne sâdıktır, çünkü şöyle buyurmuştur: “Sözünde O’ndan (CC) daha sâdık kim vardır?[2] Resûl (SAV) de sözünde sâdıktır, sâlihler de sözünde sâdıktırlar. O (CC) kendisine sadâkat gösterilmesini sever, ister.

Ey oğul! Rabbinin (CC) kapısı önünde kalbinin beklemesi uzadıkça oburluğun ve yanlış isteklerin kaybolur, edebinin güzelliği artar. Sabır, şehvetleri giderir. Sabır alışkanlıkları sona erdirir, sebepleri bitirir, putları söküp atar. Sen bir hayâlperestsin. Sen Allah-ü Teâlâ’nın da (CC), Resûlünün de (SAV), Evliyâsının ve hâs kullarının da (RA) câhilisin. Sende Rabbine (CC) rağbet yok. Sen dünyâya rağbet ettiğin halde, hâlâ zâhid olduğunu iddiâ ediyorsun! Senin zühdün lafın gelişi. Bütün rağbetin dünyâya ve mahlûkâta. Sende Rabbine (CC) karşı ve O’nun (CC) huzûrunda durmaya karşı rağbet yok. Zannını ve edebini güzelleştirirsen, Rabbine (CC) doğru gitmende sana rehberlik eder, O’na (CC) giden yolu sana öğretirim. Kibir elbisesini üzerinden çıkarıp, tevâzu elbisesini giyersen, yücelirsin. Sen boş bir heves içinde boş bir hevessin. Eğer nefsinin, şeytanın ve dünyânın “hâtır”ından (vesvesesinden) yüzçevirirsen sana âhiret gelir, meleğin ve sonra da Cenâb-ı Hakk’ın (CC) “hâtır”ı (ilhâmı) sana gelir ki, işte o gâyedir. Kalbin düzgün olursa hâtırın künhüne vâkıf olur ve ona şöyle dersin: “Sen bir hâtır mısın? Nasıl bir hâtırsın?” O da der ki: “Ben şöyle şöyle… bir hâtırım.”

Yazık size! Sizin çoğunuz boş birer hevessiniz ve dergahlarınızda boş hevesler içinde Cenâb-ı Hakk’a (CC) ibâdet ediyorsunuz. Bu iş öyle cehâletle halvetlere çekilme yoluyla olacak bir şey değildir. Yazık sana! İlim uğrunda ve ilmiyle âmil âlimleri talep uğrunda, yol tükeninceye kadar yürü. Gücün kuvvetin tükenene kadar yürü. Âciz kaldığın zaman önce zâhiren, sonra da kalben ve mânen otur. Zâhiren ve bâtınen kaybolup oturduğun zaman sana Allah-ü Teâlâ’dan (CC) kurbiyet ve vuslat gelir. Kalp ayakların kesilip yürümeye dermanın tükenirse, işte bu durum O’na (CC) yakınlaşmana bir işârettir. Huzur duy ve rahatla; ister kırda sana bir tekke açalım, ister seni harâbâtta oturtalım, ister mâmur yerlere yerleştirelim, ister dünyâyı, âhireti, cinleri, insanları, melekleri ve ruhları senin hizmetine verelim… Cenâb-ı Hakk’ın (CC) kapısında durursan, “acâiplikler” görürsün.

Yemeni, içmeni, giyinmeni… bütün varlığını ve toplumun övmesini ve yermesini unut. İşte bütün bunlar kalp amelleridir. Böyle bir kalpte bostanlar olur, ağaçlar olur, meyve olur. Orada çöller olur, kırlar olur, denizler olur, dağlar olur. Cin, insan, melek ve ruh toplulukları olur. Bunlar aklın ötesindedir.

Allah’ım (CC)! Eğer ben hak üzere isem, o durumu sâlikler için de gerçekleştir; yok, eğer bâtıl üzere isem, onu yok et. Eğer hak üzere isem şânımı yücelt ve yükselt. Halkı benim vâsıtamla hemen hidâyete erdir. Kalplerimizi sana doğru yükselt.

Bu yorgunluk daha ne zamâna kadar? Kalp adımların ne zaman sona erecek? Ne zaman kalp köşkünde ziyâfet yiyecek ve onun şerefelerinden halkı rahatlatacaksın? Allah (CC) misaller verir. Kalp sağlamlaştığı zaman Cenâb-ı Hakk’ın (CC) dışındaki her şeyi unutur. O kadîmdir (ezelîdir) ve dâimdir (ebedîdir); O’nun (CC) dışındaki her şey sonradandır, muhdestir, yaratılmıştır. Kalp sağlamlaştığı zaman, kendisinden sâdece doğrular, reddedilemeyen hakîkatler çıkan bir söz olur. O zaman kalp kalple, sır sırla, halvet halvetle, mânâ mânâ ile, lüb (öz, gönül) lüb ile, doğru doğru ile muhâtap olur. O zaman kalbe gelen söz, toprağa atılan tohum gibi yumuşacık, hoş olur. Çorak olmaz; filizler ve kökler verir. O zaman istersen dünyâyı öğrenir ve dünyâ için çalışırsın, istersen âhireti öğrenir ve âhiret için çalışırsın.

Dallar kökten çıkar. “Sen nasıl davranırsan sana da öyle davranırlar.[3] Her kap içindekini sızdırır. Senin kabına katran konmuş, ama sen onun su sızdırmasını istiyorsun! Sende hiçbir kerâmet (hayır) yok. Dünyâyı inşâ etmek için çalışıp çabalıyorsun ve yarın da âhirete sâhip olmak istiyorsun: Bunda kerâmet olmaz! Halk için çalıştın ve yarın da Hâlık’a (CC), O’nun (CC) kurbiyetine, O’nun (CC) nazarına nâil olmak istiyorsun: Sende kerâmet yok! Bu durum zâhir ve umûmîdir; ama O (CC) isterse sana bütün bunları amelin olmaksızın da bağışlayabilir.

Beni dinleyin ve söylediklerimi anlayın. Ben daha önce gitmiş olanların çocuğuyum, kölesiyim. Onların huzûrundayım. Onların mallarını dağıtırım. Onların mallarını korurum; onlara ihânet etmem. Ben ebedî bir mülk iddiasında da değilim. Onları övüyorum. Allah-ü Teâlâ (CC), Resûlüne (SAV) tâbi olmamın bereketi ile ve anne babama (RA) karşı gösterdiğim güzel davranışlarım vesîlesiyle beni hoş karşılasın. Babam gücünün yettiği kadarıyla dünyâya karşı zâhid birisi idi. Annem de bu konuda babama muvâfakat göstermiş ve ondan râzı idi. Her ikisi de salâh ve diyânet sâhibi idiler. Halka karşı şefkatli idiler. Onlar için de, halk için de benim elimde bir şey yok. Ben Resûle (SAV) onlar sâyesinde geldim ve hayır adına neyim varsa, hepsini onlarla berâber veyâ onların  yanında elde ettim. Ben halktan, Hz. Muhammed (SAV)’den başka hiç kimseyi istemem; ben Rabbimden (CC) başka da herhangi bir rab istememem.

Ey oğul! Sözlerin dilinden çıkıyor, kalbinden değil; sûretinden çıkıyor, mânândan değil. Sağlam bir kalp, kalpten değil, dilden çıkan sözlerden kaçar. Onun böylesi konuşmaları dinlemesi, kuşların kafeste kalması ve münâfıkların câmide bunalması gibidir. Sıddık birisi, bir toplulukta münâfık bir âlim ile karşılaştığında onun için en güvenli hareket orayı terketmektir.

Sufîler, münâfık, deccal, bid’atçi, Allah (CC) düşmanı, Resûl (SAV) düşmanı olanları yüzlerindeki işâretlerden tanırlar. Onların işâretleri yüzlerinde de olur, sözlerinde de. Onlar sıddıklardan, aslandan kaçtıkları gibi kaçarlar. Sıddıkların kalp ateşleriyle kendilerini yakmalarından korkarlar. Melekler onlara karşı sıddıkları ve sâlihleri müdâfaa eder. Onlar halk katında büyük olabilirler, ama sıddıkların gözünde hakîrdirler, alçaktırlar. Onlar halk nazarında âdemîdir, insandır, fakat sıddıkların gözünde onlar kedi gibidirler, hiçbir değerleri yoktur.

Ey cemâat! Hüküm tabîbini bulun. O sizin hastalıklarınızı tedâvi eder. Ona tâbi olun, onu kabul edin ki, sıhhate erişesiniz. Görevli kişiye tâbi olun ki, o sizi hikmet sâhibi olan bir üstâda götürsün. İlim kölesine, ilim çocuğuna tâbi olun; onun nereden girdiğine bakmayın, onun arkasından siz de girin. Rabbinizin (CC) kapısını talep edin. Hükümle (dîn ile) aranızı güzelleştirin; çünkü o “kapı görevlisi”dir. Hüküme tâbi olmazsanız ilme ulaşamazsınız. Rabbinizin (CC): “Resûl (SAV) size neyi verirse onu alın ve sizi neyden nehyederse ondan uzaklaşın[4] buyruğunu işitmediniz mi?

Rabbinizin (CC) kapısındaki hükümle muâşeretiniz güzel olursa ve onun edebiyle edeplenirseniz, O (CC) sizden hoşlanır ve size kurbiyet kapısını açar. Sizi fazîlet ve ikram sofrasına oturtur. O’nun (CC) konuğu olursunuz. Kalplerinize konuşur. Sırlarınız ünsiyet bulur. Havâs (seçkin) kullarına öğrettiği ilmi size de öğretir. Böylece halk ile aranıza O’nun (CC) hükmü, kendisi ile aranıza ise O’nun (CC) ilmi girer. Çünkü hüküm müşterek, ilim özeldir. Hüküm îman etmek, inanmaktır; ilim ise apaçık görmektir.


[1] Müslim, es-Sahîh, “ez-Zühd ve ve’r-Rakâik” hadîs no: 2965.

[2] Nisâ S. A.221.

[3] Deylemî, el-Firdevs, hadîs no: 3918.

[4] Haşr S. A.59.

DUA

Ey kul! Kulak ver. Çünkü sen görensin, benim mürîdimsin. Kalp kulağınla dinle, çünkü ben senden uzak değilim. Ey kul! Sen daha nefsin için olmadan önce ben senin “müdebbirin” (her şeyi idâre edenin) idim. O halde, nefsin için olmaksızın onun için ol. Sen daha zuhur etmeden önce ben onun yönetmini üstlenmiştim, şu an da onun gözetimi bana âit.

Ey kul! Ben yaratmada ve sûret vermede tekim. Hükmetmede ve yönetmede tekim. Yaratmamda ve sûret vermemde benim ortağım yok. Hükmetmemde ve idâre etmemde şerîkim yok. Ben mülkümün mâlikiyim, sâhibiyim, bunda nazîrim yok. Hükmetmekte tekim, vezîre ihtiyâcım yok.

Ey kul! Sen yaratılmadan önce senin idârecin kimdi? O halde, istenen şeyde O’nunla (CC) çekişme. Seni güzel bakmaya kim alıştırdı? O halde O’na (CC) inatla karşılık verme. Seni bana güzel bakışa ben alıştırdım. O halde sen de tedbîri terkederek bana alış.

Ey kul! Tecrübeden sonra hâlâ şüphe olur mu? Her şey apaçık belli olduktan sonra hâlâ hayret ve zihin karışıklığı olur mu? İlmin seni bana yükseltir, çünkü senin benden başka murâdın yok. Yaptığın bütün hayırlar seni benimle münâzaadan uzaklaştırır.

Ey kul! Varlığına, benim yarattığım nazarıyla bak, kendinin fânî olduğunu görürsün. Fânî olan şey hakkında ne dersin? Otur, sen benim memleketimin idâresini bana teslim ettin. Sen de benim memleketimden bir parçasın. O halde benim rabliğim husûsunda tartışma, ilâhî vücûdumdaki irâdemde bana zıt davranma.

Ey kul! Ben sana yeterim; bu sana yetmez mi? Benimle sükûnet bulman, sende bana sevkeden alışkanlıklara vesîle olmuyor mu?

Ey kul! Ne zaman sana ihtiyaç duysam, sen bana sığınıyorsun. Memleketimden her hangi bir şeye bir vekil tâyin etsem, hep seni tâyin ederim.

Ey kul! Seni kendi varlığım için yaratmadan önce, senin için cömertliğimi hazırladım. Bana karşı nasıl inkâr sâhibi olabilirsin?

Ey kul! Benim istediğim kişi ne zaman başarısız olur? Benim yardımcı olduğum kimse ne zaman yenilgiye uğrar?

Ey kul! Seni, benden bir şeyler talep etmek değil, bana hizmet etmek meşgul etsin. Benim hakkımdaki hüsn-i zannın, rubûbiyetim ile ilgili şüpheli düşüncelere engel olsun.

Ey kul! İhsan sâhibini itham etmen, güç ve kuvvet sâhibi ile çekişmen, kahhâra, ezip geçene mukâvemet göstermen, hikmet sâhibinin hükmüne îtiraz etmen, lutuf sâhibini sıkıntıya sokman aslâ uygun değildir.

Ey kul! İrâdesini benim için terkeden kişi kurtulmuştur. Bana kurnazlık(!) yapan işini yoluna koymuştur. Bana karşı fakirliğinde samîmî olan kimse zenginlik hazînesine kavuşmuştur. Bir kulun hareketi sırf benim için olursa ona yardımım vâcip olur. Benim vesîleme sarılan kimse en kuvvetli vesîleye sarılmıştır. Ben, tedbir ehlini (sırf kendi aklına güvenen kimseleri) cezâlandıracağıma, onların binâlarını yerle bir edeceğime ve düğümlerini çözeceğime dâir kendime söz verdim. Onları kendi kendilerine vekil yapacağıma, hîlelerini kendi aleyhlerine çevireceğime, onları rızâ rahatlığından, işlerini bana havâle etme nîmetinden mahrum edeceğime söz verdim. Eğer onlar bana îtimat etselerdi, kendi tedbirlerinden ziyâde benim onlar hakkındaki tedbîrime (idâreme), kendi riâyetlerinden (gözetimlerinden) ziyâde benim kendileri hakkındaki riâyetime râzı olurlardı. O zaman onları rızâ yoluma sokardım, hidâyet ehlinin usûlünü onlara verirdim, beyzâ (tertemiz olma) yoluna onları koyardım. İnâyetimi onların, her türlü korkularına karşı onlar için yeterli ve istedikleri her şeyden daha çok celbedici kılardım. Bu benim için kolaydır.

Ey kul! Biz senin yalnızca bizi istemeni, yalnızca bizi tercih etmeni, yalnızca bizden râzı olup, bizden başka hiçbir şeyden râzı olmamanı istiyoruz.

Ey kul! Sana bir üstünlük de yazsam, bir belâ da takdir etsem, bunların hepsinde de sana lutfumun sırlarının ulaşmasını istemekteyim.

Ey kul! Senin için her ne nîmet ızhar edersem, onun karşılığını benimle çekişme yapma. Sana verdiğim akıl ihsânını da bana zıtlaşmada kullanma.

Ey kul! Nasıl ki, göğümün ve yeryüzümün idâresindeki tekliğimi, onlara hükmetmedeki ve onları yönetmedeki tekliğimi bana teslim etmişsen, varlığını da öylece bana teslim et. Sen benim içinsin; bana karşı tedbir olmaz. Sen benimle berâbersin; o halde beni vekil tâyin et. Kefil olarak bana sarıl. Sana öyle bağışlarda bulunur, öyle övünçler ihsan ederim ki!

Ey kul! “Kulumun kalbinde bana teslimiyet nûru ile benimle çekişme zulmeti birarada bulunmaz” hükmünü ben ezelde koydum. Bunlardan birisi olursa diğeri olmaz. Kendin için bu ikisinden birini seç!

Yazık sana! Kendi işinle uğraşasın diye senin kadrini yücelttik; ey kıymetini yükselttiğimiz kişi! Kıymetini alçaltma. Ey izzet ve şeref verdiğimiz kişi! Benden başkasına güvenerek küstahlaşma. Yazık sana! Sen bizim katımızda bizden başkasıyla uğraşmayacak kadar yücesin. Seni kendi huzûrum için yarattım ve onun için sana “hitap”ta bulundum. Yardımımın çekişiyle seni kendime cezbedip çektim. Eğer kendi nefsin ile meşgul olursan seni perdelerim. Nefsinin hevâsına uyarsan seni tardederim, kovarım. Şâyet ondan çıkacak olursan, işte o zaman seni desteklerim. Eğer benden başka her şeyden yüzçevirmek sûretiyle beni sevmeye çalışırsan, ben de sana muhabbet ederim.

Ey kul! Sana kifâyet etsem, bu sana kâfî gelmez mi? Seni hidâyete erdirsem, bu hidâyet olmaz mı? Ben ki, yaratıp şekil veren benim! Değer verip atâ ve ihsanda bulunan benim! Bunlar seni, takdir ettiğim hususlarda münâzaadan ve yaptığım şeylerde îtirazdan engellemiyor mu?

Ey kul! Benimle çekişen kimse bana inanmamıştır. Bana karşı tedbir alan kimse beni tevhîd etmemiştir. Başkasına verdiğim şeyler hakkında şikâyet eden kimse benden râzı olmamıştır. Bana karşı tercihi olan kimse beni tercih etmemiştir. Kahrıma katlanmayan kimse benim emirlerime bağlanmamıştır. İşini bana bırakmayan kimse beni ârif değildir, beni tanımamıştır. Bana tevekkül etmeyen kimse benim câhilimdir, beni bilmeyendir.

Ey kul! Benim elimdekiyle değil de, kendi elindekinle yetinmen cehâlet olarak sana yeter. Ben senin beni tercih etmeni tercih ediyorum; o halde beni tercih et. Vah sana! Kulluk, tercih ve zulüm biraraya gelmez; bana ve başka şeylere teveccühün biraraya gelmez. Senin için ya ben varım, ya da nefsin var. Bilerek seç. Hevâyı hayrât ile değiştiremezsin.

Ey kul! Eğer sen kendin için benim tedbir almamı talep edersen, câhillik etmiş olursun; kendi kendine tedbir alman nasıl olur? artık sen düşün! Benimle birlikte başka bir şeyi de tercih edersen insafsızlık etmiş olursun; bana karşı bir şeyi tercih edersen nasıl olur?

Ey kul! Eğer ben senin tedbir almana izin verseydim, tedbir almaktan senin utanç duyman gerekirdi; oysa sana tedbir almama emri verdim, bu nasıl olur? bir düşün! Ey nefsine değer veren! Eğer onu bize bıraksaydın rahat ederdin. Yazık sana! Tedbîr yükünü ancak rubûbiyet taşıyabilir, onu beşeriyet zaafı taşıyamaz. Yazık sana! Sen taşınan yüksün, yük taşıyan olma. Senin rahat olmanı murâd ettik, nefsin için boşa kendini yorma. Seni anne karnındaki karanlıklar içinde idâre eden ve sana vücut verdikten sonra istediği şeyleri veren kim? O’nun (CC) dileğinde O’nunla (CC) çekişme.

Ey kul! Sana benim için hizmet etmeni emrettim ve kısmetimi sana garanti ettim. Oysa sen benim emrimi ihmal ettin ve garanti verdiğim şey hakkında şüpheye düştün. Garanti etmekle de yetinmedin, yemin ettim. Yeminle de yetinmedim, misaller verdim; anlayan kullarıma şöyle hitap ettim: “Rızkınız ve size vâdedilen şeyler göktedir. Göğün ve yerin Rabbine (CC) andolsun ki, bu, sizin (kendi aranızdaki) konuşmanız gibi gerçektir.[1]

Ârifler benim sıfatımla yetindiler. Yakîn sâhipleri de keremimi ve cömertliğimi bana karşı hîle yaptılar. Eğer vaadim olmasaydı, benim onlara olan ihsanlarımı hiç kesmeyeceğimi bilirlerdi. Eğer garantim olmasaydı, onlar ihsan ve bağış vücûduma sarılırlardı. Ben benden gâfil olanı ve bana isyan edeni bile rızıklandırırken, bana itâat edeni ve bana duâ edeni nasıl rızıklandırmam? Yazık sana! Fidanı diken onu sular. Mahlûkunu yaratan onun imdâdına da yetişir. O ona her şeyiyle yeter. Yaratma olduğu müddetçe imdâdım da devam edecektir. Yaratma olduğu müddetçe rızık da benim üzerimedir.

Yazık sana! Evine, yemek yedirmek istemediğin kimseyi çağırır mısın? İkram etmek istemediğin ve sevmediğin kimseye yakınlık duyar mısın?

Ey kul! Himmetini fânî rızkına yoğunlaştıracağına bana yoğunlaştır. Onu senden kaldırmam, boşuna onun için yorulma. Sana ne yüklenirse onu kabul et. Seni evin içine alacağım ve ikramımdan mahrum edeceğim! Senden hakkımı yerine getirmeni isteyeceğim ve ikramımdan seni mahrum edeceğim! Ben senden bana hizmet etmeni istiyorum, kısmetini istemeni değil. Senin kısmetin benim katımdadır; o orada bâkî kalacak değildir. Sana iyiliklerimi hazırladım, rahmetimi senin için ızhar ettim, ortaya çıkardım. Senin için sâdece dünyâ ile kanaat etmedim, cennetimi de senin için donattım. Senin için bununla da yetinmedim, sana rü’yetimi verdim. Bunlar benim fiillerim iken, sen nasıl olur da benim fazîletlerimden, ikramlarımdan şüphelenirsin?

Ey kul! Nîmetimi elde eden, fazîletlerime ulaşan birileri mutlakâ olur. Benim bunlardan her hangi bir şekilde menfaatlenmekten müstağnîyim. Bu, kat’î deliller ile ispatlanmış bir husustur. Şâyet sen benden seni rızıklandırmamamı talep etsen dahi, sin bu isteğini kabul etmem. Benden kendini benim fazlımdan mahrum etmeni dilesen dahi, ben seni mahrum etmem. Öyleyse, sen bana dâimâ duâ edersen, benden her zaman talepte bulunursan nasıl olur? Eğer başkalarından utanmıyor isen, bâri benden utan. Beni iyi anla. Beni anlayanlar bütün atâ ve ihsanlara nâil olmuştur.

Ey kul! Beni tercih et, bana karşı tercihte bulunma. Kalbin sadâkatle bana yönelsin. Eğer böyle yaparsan, sana acâip lutuflar ve müthiş ikramlar gösteririm. Sırrını beni müşâhede etme nîmetiyle nîmetlendiririm. “Tahkîk” (hakîkat) ehli için yolu ızhar ettim, ortaya koydum. “Tevfîk” (başarı) sâhipleri içinse hidâyet kaynaklarını açıkladım. Yakînen inananlar bana hakkıyla teslim oldular. Mü’minler de bana apaçık tevekkül ettiler. Benim onlar için kendi nefislerinden daha hayırlı olduğumu ve tedbîrimin onların kendi tedbirlerinden daha güzel olduğunu bildiler. Rubûbiyetime teslim oldular ve kendilerini huzûruma attılar. Buna karşılık olarak ben de onların içlerine bir rahatlık, akıllarına bir nur ve kalplerine de bir mârifet verdim. Onların makamlarını, mevkîlerini ve şanlı bayraklarını yükseltmek benim üzerimde bir hak oldu. Ayrıca, benim evime girdiklerinde onlar için, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın iştmediği ve hiçbir beşer kalbine gelmeyen şeyler vardır.

Ey kul! İçinde bulunduğun her vakitte ben senden, kısmetini talep etmeni değil, bana hizmet etmeni isterim. Çünkü zâten ben kısmetini sana garanti etttim. Seni bir hizmette kullanırsam, seni doyururum. Bil ki, sen beni unutsan bile ben seni unutmam. Sen beni zikretmeden önce ben seni zikrederim. Bana isyan etsen bile benim sana verdiğim rızık süreklidir. Sen böyle benden yüzçevirmiş olduğun halde bile ben böyle iken, bana yöneldiğinde nasıl olurum? Buna ne dersin? Beni hakkıyla takdir edemedin. Kahrımı görünceye kadar teslim olmadın ve bana rağbet etmedin. Emirlerimi tutmasan da benden yüzçevirme. Benden başka dayanacak bir şey bulamazsın. Benden başkasından zenginlik bekleme. Seni benden başka bir kimse zengin edemez. Ben seni kudretimle yaratanım. İyiliklerimi önüne serenim. Benden başka “Hâlık” olmadığı gibi, benden başka “Râzık” da yoktur. Yaratırım ve sonra da başkasına (mı) gönderirim? İzzet ve ikram veren benim; kullarımı hayır vücûdumdan men (mi) ederim? O halde, ey kul! Güven, çünkü ben kulların Rabbiyim (CC). Seni kendi murâdından çıkarır, onun kaynağına ulaştırırım. Geçmiş lutuflarımı hatırla. Sevginin hakkını unutma.”

Biz bu kitabı onun mevzûsuna uygun şu duâ ile bitirmek istedik:[2]

“Allah’ım (CC)! Biz Senin Efendimiz Muhammed’e (SAV) ve O’nun (SAV) âilesine (RA), tıpkı İbrâhîm’e (AS) ve O’nun (AS) âilesine (RA) yaptığın gibi, her iki âlemde de salât etmeni, onların şânını yüceltmeni dileriz. Hamde, övgüye lâyık olan ancak Sensin, şânı yüce olan ancak Sensin.

Allah’ım (CC)! Bizi Sana teslim olmaya çalışanlardan, dâimâ Senin huzûrunda duranlardan eyle. Sana karşı tedbir almaktan bizi uzaklaştır. Bizi, işlerini Sana bırakanlardan eyle. Biz kendimiz için olmadan önce Sen bizim içindin. Nasıl ki, bizden önce bizim için idiysen, bizden sonra da yine bizim için ol. Bize lutfunun elbiselerini giydir. Bize Senden hayâ etme duygusu ver. Tedbir karanlıklarını kalplerimizden çıkar. Sırlarımızda tefvîz nurlarını aydınlat. Bize Senin güzel tercîhini göster, tâ ki, onun gerekleri içimize yerleşsin ve Senin bizim için tercîhin bizim kendi tercihlerimizden bize daha hoş gelsin.

Allah’ım (CC)! Nefislerimize acı. Bize emrettiğin şeyler dururken, bize garanti ettiğin şeylerle bizi meşgul etme. Bizden tâlibi olduğun şeyler dururken, bizden talep ettiğin şeylerle bizi meşgul etme.

Allah’ım (CC)! Sen bizi Sana bağlanmaya ve sürekli Senin huzûrunda  olmaya çağırıyorsun; Sen bizi muvaffak etmedikçe biz bundan âciziz, bize kuvvet vermediğin müddetçe buna gücümüz yok. Sen yapmadığın sürece, bizim bir şey olmamız mümkün mü? Sen bizi ulaştırmadıkça, biz bir şeye nasıl ulaşırız? Senin yardımın olmadıkça, bizim bir şeye güç yetirmemiz mümkün mü hiç? Emrettiğin şeylerde bizi muvaffak kıl; menettiğin şeyleri terketme husûsunda da bize yardım et.

Allah’ım (CC)! Bizleri tefvîz bahçelerine, teslîmiyet cennetlerine koy. Bizi onlarla ve onların içinde nîmetlendir; sırlarımızı ise, onların nîmetleri ve lezzetleri ile değil, kendinle berâber et.

Allah’ım (CC)! Sana teslim olma ve Sana yönelme nûruyla bizi aydınlat ki, sırlarımız onunla sevinç duysun ve nurlarımız onunla kemal bulsun. Bir şeyi yaratmadan önce onun tedbîrini alan Sensin. Biz biliriz ki, ancak Senin dilediğin şey gerçekleşir. Sen murad etmedikçe bu ilmin bize bir faydası olmaz. Biz Senin iyiliklerini istiyoruz. Fazlına teslim olduk. İnâyetinle bize ulaş. Riâyetinle bizi kuşat. Bizi himâye vücûduna dâhil et. Muhakkak ki, Sen her şeye kâdirsin.

Allah’ım (CC)! Biz biliriz ki, Senin hükmüne karşı konulmaz. Kaderinle zıtlaşılmaz. Senin koyduğun hükmü bozmaya bizim gücümüz yetmez. Hükmünde Senden lutuf ve destek bekliyoruz. Ey âlemlerin Rabbi (CC)! Bizi, hükmünde riâyet ettiğin, koruyup gözettiğin kimselerden eyle.

Allah’ım (CC)! Bize kısmetlerimizi ayıran Sensin, onları bize ulaştıran Sensin; onları bize tatlılıkla, kolaylıkla cehennemden korunmuş ve vuslat nûruyla etrâfı çevrilmiş olarak ulaştır. Onları senden bilelim. Onlar için şükredenlerden olalım. Onları sana izâfe edelim; hiç mahlûka izâfe etmeyelim.

Allah’ım (CC)! Dünyâ rızkı olsun, âhiret rızkı olsun, rızkın tamâmı Senin elindedir. Bize, hakkımızda hayırlı bildiğin rızkı ver ve ondan hayırlısıyla faydalanmayı nasip et.

Allah’ım (CC)! Bizi, Senin için seçilmişlerden eyle, Sana karşı seçilmişlerden eyleme. İşlerini Sana teslim edenlerden eyle, Sana îtiraz edenlerden eyleme.

Allah’ım (CC)! Bizler Sana muhtâcız; bize atâ ve ihsanda bulun. Sana tâattten âciziz; bize güç ver. Bize, Sana itâat etme kuvveti bağışla. Sana isyan etmede bize acziyet ver. Rubûbiyetine (CC) teslîmiyet ver. Ulûhiyetinin hükümlerine karşı bize sabır ver. Sana mensup olma şerefi ver. Kalplerimizde Sana tevekkül etme rahatlığı ver. Bizi rızâ meydanlarına girenlerden eyle. Teslîmiyet kokusunu koklayanlardan eyle. Mârifet meyvelerini toplayanlardan eyle. Bize tahsîs (özel olma) elbiselerini giydir. Kurbiyet ve muhabbet mertebesi ile bizi hediyelendir. Dâimâ senin hizmetinde olanlardan, mârifetine erenlerden eyle. Bizi, Resûlüne (SAV) tâbi ve vâris olanlardan, O’ndan (SAV) aldıklarını hakkıyla yerine getirenlerden ve O’nun (SAV) makâmına niyâbeten geçenlerden eyle.

Ey âlemlerin Rabbi (CC)! Bize katından hayırlı bir son nasip eyle.

Allah-ü Teâlâ (CC), Efendimiz Muhammed’e salât etsin (O’nun SAV. şânını yüceltsin). O’ndan da (SAV), bütün Ashâbından da (RA) râzı olsun.


[1] Zâriyât S. A.22-23.[2] Kanaatimizce bu sözler müstensihlere âittir