1-10 Sohbetler

1.SOHBET HASET-SAMİMİYET

Ey oğul! Hasetten sakın. O ne kötü bir dosttur! İblîs’in evini harap eden, onu helak eden, cehennemliklerden olmasına sebep olan ve onu Hakk’ın (CC), meleklerinin, peygamberlerinin ve bütün halkının lanet ettiği bir kimse olmasına sebep olan şey hasettir. Cenâb-ı Hakk’ın (CC): “Onların rızıklarını aralarında taksim ettik[1]Yoksa onlar Allah’ın (CC) bir ikram olarak insanlara verdiği şeylere mi haset ediyorlar?[2] âyetlerini; Hz. Peygamber’in (SAV): “Haset, ateşin odunu yediği gibi iyilikleri yer bitirir”[3] hadîsini; âlimlerden birinin de: “Hasede âferin! Ne kadar âdil: Öldürmeye önce sâhibinden başlıyor” sözlerini işittikten sonra, haset etmek akıllı kişiye hiç yakışır mı? Hasetçi Allah’ın (CC) düşmanıdır. Sakın, fiilleri ve yarattıkları hakkında O’nunla (CC) çekişmeyin, yoksa O (CC) öldürücü darbeyi size indirir.

Ben, konuşmamı size, evlerinizdeki erzâkınıza, mallarınıza ve hediyelerinize değer vererek yapmıyorum. Bu şekilde olduğum müddetçe konuşmamdan istifâde edersiniz, -inşaAllah-. Vâizin gözü sizin sarığınız, gömleğiniz ve cebinizde ise, sizin dükkanınıza gelip-gittiği ve size karşı tamahkâr olduğu müddetçe onun konuşmasından faydalanamazsınız. Onun sözü, özü olmayan boş bir kabuktur. Eti olmayan bir kemiktir. Tatlılığı olmayan acı bir yiyecektir. Mânâsız bir sûrettir. Onun konuşması menfaat özleminden ve yağcılıktan uzak değildir. Onda sadâkate yer yoktur. Tamahkârın konuşması tıpkı tama’ (tamah) kelimesi gibi boştur; çünkü onun harflerinin (tı, mîm, ayn) hepsinin de ortası boştur.

Ey Allah’ın (CC) kulları! Sâdık (samîmî) olunuz ki, felah bulasınız. Sâdık aslâ geriye, eski kötü hâline dönmez. Allah-ü Teâlâ’nın (CC) tevhîdinde sâdık olan kimse, nefsinin, hevâsının ve şeytanının sözüyle geriye dönmez. Muhabbetullah’ta sâdık olan kimse, ne ayıp işitir, ne de ayıp onun kulağına girer. Allah-ü Teâlâ’nın (CC), Resûlünün (SAV), sâlih kullarının muhabbetinde sâdık olan kimse ise, alçak ve günahkâr bir münâfığın sözüyle yolundan dönmez. Sâdık sâdığı, yalancı da yalancıyı tanır. Sâdığın himmeti semâda yücelerdedir; ona herhangi bir laf atan, onun hakkında ileri geri konuşan kimsenin konuşması zarar vermez. Allah (CC) her işte gâliptir, üstün gelendir.[4] O (CC) senin için bir şey isterse sana o şeyi kolaylaştırır.

Ey oğul! Eğer sende ilmin meyvesi ve bereketi olsaydı, nefsinin hazzı ve istekleri için sultanların kapısına gitmezdin. Âlimin, sultanların ve halkın kapısına götüren ayakları olmaz. Zâhidin, insanların mallarını almak için eli olmaz. Allah (CC) muhibbinin de, O’ndan (CC) başkasına bakan gözleri olmaz. Sâdık bir muhib, samîmî bir âşık, halktan kiminle karşılaşırsa karşılaşsın, mahbûbundan başkasına nazar etmez. Onun “baş gözü”nde dünyânın, “kalp gözü”nde âhiretin, “sır gözünde” de Mevlâ’sından (CC) gayrısının en küçük bir ehemmiyeti yoktur.

Münâfığın samîmiyeti sâdece dilindedir. Oysa sâdığın sadâkati ve samîmiyeti kalbinden ve sırrından gelir. Onun kalbi Rabbinin (CC) kapısındadır, sırrı ise kapıdan içeri girmiştir. O, eve girinceye kadar, kapının önünde feryâd-ü figâna devam eder. Vallahi, sen davranışlarının tamamında yalancısın. Allah-ü Teâlâ’nın (CC) kapısına götüren yolu bilmiyorsun. Sen bir körsün, o yola nasıl rehberlik edersin? Hevâ ve hevesin, nefsin, dünyâya muhabbetin, baş olma sevdan ve şehvetlerin seni kör etmiş iken, nasıl olur da başkasına yol göstermeye kalkarsın? Yazıklar olsun sana! Dünyâda ebedî kalmayı arzuluyorsun; halbuki bu senin elinde olan bir şey değil. Rabbinin (CC) kapısına ne zaman geleceksin? Ne zaman âhireti dünyâya tercih edeceksin? Hâlık’ı (CC) halka ne zaman tercih edeceksin? Namazı dükkanına ve kârına ne zaman tercih edeceksin? Dilenciyi kendi nefsine karşı ne zaman tercih edeceksin? O’nun (CC) emrini tutmayı ve yasaklarından kesilmeyi ne zaman öne geçireceksin? Hevâ ve hevesine uyman dolayısıyla başına gelen belâlara sabretmeyi ne zaman bileceksin? Halk yerine O’na (CC) icâbet etmeyi ne zaman tercih edeceksin?

Ey oğul! Akıllı ol. Sen boş, bâtıl bir heves içerisindesin. Bâtını olmayan bir zâhir, özü  olmayan bir görüntüsün. Mâsıyetlerin kalbine ulaşmadan, daha henüz zâhirinde iken bana gel; aksi takdirde ısrarcılardan olursun ve bu ısrarın da küfre dönüşür! Emri tut. Kolayı muhâfaza et. Elinde olduğu müddetçe ipi bırakma. Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Günde yetmiş defâ günâha dönse de, tevbe eden kimse, günah işlememiş gibidir.[5]

Resûlullâh’ın (SAV) bir hadîsini işitir, onunla amel ve onunla yakınlığını Ashâbına (RA) uymak yoluyla da güzelleştirirsen kalbin Rabbine (CC) doğru ilerler, O’nun (CC) sözünü duyar. Allah’a (CC) tâati ve ubûdiyeti kâmilen gerçekleştiren kimse, O’nun (CC) kelâmını duyma gücüne erişir.

Mûsâ (AS) elinde Hakk’ın (CC) emir ve nehiylerini ihtivâ eden Tevrat’la kavmine geldi. O’na (AS) dediler ki: “Allah’ın (CC) vechini gösterinceye kadar senin getirdiklerini kabul etmeyecğiz ve seni dinlemeyeceğiz.” Onlara dedi ki: “O’nun (CC) vechini ben göremedim, size nasıl gösterebilirim?” Dediler ki: “Mâdemki O’nun (CC) vechini bize gösteremiyorsun, o halde kelâmını işittir.” Bunun üzerine Allah-ü Teâlâ (CC) ona şöyle vahyetti: “Onlara de ki: Eğer benim kelâmımı işitmek istiyorlarsa üç gün oruç tutsunlar. Dördüncü gün olduğunda temizlensinler ve yeni temiz elbiseler giysinler. Sonra onları getir, tâ ki, kelâmımı işitsinler.” Hz. Mûsâ bunu onlara haber verdi. Onlar da söyleneni yaptılar. Sonra Mûsâ (AS)’ın münâcât ettiği yere geldiler –ki o, kavminden yetmiş âlim ve zâhid seçmişti-. Cenâb-ı Hakk (CC) onlara hitap etti. Hepsi de kendinden geçip bayıldı, Mûsâ (AS) tek başına kaldı. O’na (AS) dediler ki: “Ey Mûsâ (AS), bizim Allah’ın (CC) kelâmını işitecek tâkatimiz yok! Sen O’nunla (CC) bizim aramızda vâsıta ol.” Allah-ü Teâlâ (CC) Hz. Mûsâ (AS) ile konuştu. O (AS) da O’nun (CC) kelâmını onlara iletti. Gerçek şu ki, Mûsâ (AS) Cenâb-ı Hakk’ın (CC) kelâmını ancak iman kuvveti ile, O’na (CC) itâat ve kulluğundaki sağlamlığı ile işitmişti. Kavmi ise imanlarındaki zayıflık sebebiyle o kelâmı işitmeye güç yetirememişlerdi. Eğer onlar onun Tevrat’ta getirdiklerini kabul etselerdi, emir ve nehye itâat etselerdi ve edepli davransalardı söyledikleri şeye cür’et edemezler ve Cenâb-ı Hakk’ın (CC) kelâmını işitmeye de muktedir olurlardı.

Ey oğul! Rabbine (CC) itâatte bütün gayretinle çalış. Sana vermeyene sen ver. Sana gelmeyene sen git. Sana zulmedeni sen affet. Niyetinde kullarla, kalbinde ise kulların Rabbi (CC) ile berâber olmaya bak. Sâdık olmaya, yalancı olmamaya gayret et. İhlaslı omaya, münâfık olmamaya çalış. Lokman Hekim şöyle dermiş: “Ey oğulcuğum! Kalbin fısk u fücûr içerisinde olduğu halde, insanların seni takvâ sâhibi gibi görmelerinden sakın!” Vah sana! Filan filan gibi iki yüzlü, iki dilli, iki fiilli olmayasın. Her münâfık yalancı deccâl, Allah-ü Teâlâ’ya (CC) âsî olan herkes bana musallat olur. Onların en büyüğü İblîs, en küçüğü ise fâsıktır. Bâtıla çağıran her sapık ve saptırıcı bana musallat olur ve ben “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm (Güç ve kuvvet ancak yüce ve azîm olan Allah-ü Teâlâ’dandır CC.) deyip, Allah-ü Teâlâ’ya (CC) dayanarak onlarla muhârebe ederim.

Allah’ım (CC)! Bizi râzı olduğun şeyde muvaffak kıl. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.[6]


[1] Zuhruf S. A.32.

[2] Nisâ S. A. 54.

[3] Ebû Dâvûd, es-Sünen, “Edeb” hadîs no: 4903, (Dâru İhyâi’s-Sünneti’n-Nebeviyye).

[4] bak.: Yûsuf S. A.21.

[5] İbn Mâce, es-Sünen, “Zühd” hadîs no: 4250, (Mısır-1957).

[6] Bakara, 2/201. Bütün sohbetler bu âyet ile bitmektedir.

Kaynak: Gavsulazam Abdulkadir-i Geylani (KSA), Cilâü’l-hâtır fi’l-bâtın ve’z-zâhir

2.SOHBET MÜ’MİN-MÜNAFIK

Yazık sana! Kalbinde nifak bitmiş. Tevbeye ve teslîmiyete muhtaçsın. Yakında toz duman ortalığı kaplayınca gerçeği anlayacak ve uyanmanın ne demek olduğunu bileceksin. Her kim ki, sözlerimi işitir, onunla amel eder ve amelinde de ihlaslı olursa “mukarreb”lerden[1] olur. Çünkü benim sözlerimde kabuk yoktur.

Yazıklar olsun sizlere ki, Allah’a (CC) karşı muhabbet duyduğunuzu iddia ediyorsunuz ama, kalbinizle ondan başkasına yöneliyorsunuz!. Mecnun Leylâ’ya olan muhabbetinde sadâkat derecesine ulaşınca kalbine Leylâ’dan başkasını sokmamıştı. Bir keresinde bir topluluğa rastlamıştı. Ona dediler ki:

–Nereden geliyorsun?

–Leylâ!

–Nereye gitmek istiyorsun?

–Leylâ!

Kalp Allah-ü Teâlâ’nın (CC) muhabbetinde sâdık olursa, Mûsâ (AS) gibi olur. Allah-ü Teâlâ (CC) O’nun (AS) hakkında şöyle buyurmuştur: “Biz başkalarından süt emmesini daha önceden O’na (AS) haram kılmıştık.[2] Yalan söyleme, çünkü senin iki kalbin yok; bir tek kalbin var. Onu neyle dolduruyorsun? O ikinci bir şeyi daha almaz ki! Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “Allah (CC) hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır.[3] Bir kalp ki, hem Hâlık’ı (CC), hem de halkı: Bu mümkün değildir. Yine bir kalp ki, içinde hem dünyâ, hem de âhiret olacak: Bu mümkün değildir. Hakk’ın (CC) câhili riyâkârlık ve münâfıklık yapar; âlim-billâh olan, Hakk’ı (CC) bilen ise aslâ böyle yapmaz. Ahmak, Allah-ü Teâlâ’ya (CC) âsî olur; akıllı kimse ise O’na (CC) itaatkârâr olur. Hakk’a (CC) buğzeden O’na (CC) isyan eder; O’nu (CC) seven ise itâat eder. Dünyâlık mal toplama hırsında olan riyâkârlık ve münâfıklık yapar; emeli kısa olan ise aslâ böyle yapmaz. Ölümü unutan riyâkar olur; ölümü hatırda tutan ise riyâkârlık yapamaz. Hakk’ın (CC) nazarını unutan riyâkârlık yapar; O’nun (CC) nazarını gözeten ise riyâkârlık yapamaz. Gâfil riyâkârlık yapar; uyanık ise aslâ… Allah’ın (CC) evliyâsının kendilerini gafletten uyandıran uyandırıcıları, onlara ilim öğreten öğretmenleri vardır. Allah-ü Teâlâ (CC) onlara ilim vâsıtalarını elde etmeleri husûsunda yardım eder. Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Eğer bir mü’min bir dağın tepesinde olsa Allah-ü Teâlâ (CC) ona ilim öğreten bir âlimi yine de gönderir.

Menfaat kazanma uğruna sâlihlerin kelimelerini satma. Onların sözlerini konuşma. Onlarla nefsine destek çıkma. Kusur gizli kalmaz. Kendi malından giy, çıplak kalma. Pamuğu kendi ellerinle ek, kendi ellerinle sula, gayretinle büyüt. Sonra ondan kumaş yap, onu dik ve giy. Başkasının malıyla, başkasının elbisesiyle şımarma. Eğer başkasının sözünü kullanır, konuşur ve başkasının sözüyle iddiaya kalkışırsan, âriflerin kalpleri senden iğrenir. Fiilin olmazsa sözün de olamaz. İşin zâhirinin amelle alâkası vardır. Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “Amelleriniz dolayısıyla cennete girin.[4] Mü’min hevâ ve hevesi ve mâlâyânî ile konuşarak melekleri yormaz. Onun kalbi Hakk’tan (CC) haşyet duyar. Hoş onun âzâları da Hakk’tan (CC) haşyet duyar ya! Onun kalbinin dili konuşamaz, aslında onda olan hiçbir dil konuşamaz. Onun kalbinin ateşi Rabbinin (CC) heybeti karşısında hafifler, dolayısıyla âzâlarının ateşi de zayıflar ve melekler rahat içerisinde kalır.

Ey oğul! Senin birbirinden ağır, âkıbeti müşkil, pek çok günâhın var; işin zor. Onlar ister lehine, ister aleyhine olsun; ölüm hatırlama duygusuyla uyan. Ölümünü unutman hiç de senin hayrına değildir. Kıyl-u kâli bırak, mâlâyânî ile uğraşmayı terket. Emelini kısalt. Hırsını azalt. Yakında öleceksin. Belki de sen bu hâl üzere iken ölümün gerçekleşiverecek. Buraya ayaklarınla geldin ama belki de bir cenâze olarak evine taşınacaksın. Mü’min nefsini hastalıklarından kurtarır, şifâ bulur.  Hastalık eziyeti vâki olduğunda nefsine der ki: “Sana nasîhat ettim, beni dinlemedin. Bundan seni sakındırmıştım ey câhil, ey kâfir, ey Allah’ın (CC) düşmanı!” Nefsini hesâba çekmeyen ve onunla mücâdele etmeyen kimse felah bulamaz. Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Kendi kendinin vâizi olmayan kimseye başkalarının vaaz ve nasîhati fayda vermez.[5]

Felah istiyen kimse, nefsine vaaz u nasîhatta bulunsun, onu zühde alıştırsın, onunla mücâhede. Zühd, önce haramları, sonra şüphelileri, daha sonra mübahları, en sonunda da bütün hallerde mutlak helâlleri terk etmektir. Böylece terkedilmemiş hiçbir şey kalmamış olur. Hakîkî zühd, dünyâyı ve âhireti terktir; şehvetleri ve zevkleri terktir; varlığı terktir; hâli, dereceyi, kerâmeti, makâmı talep etmeyi terktir; kâinâtın Rabbinin (CC) dışında her şeyi terktir. Böylece, her şeyin kendisinde son bulduğu Hâlık’tan (CC)  başka hiçbir şey kalmaz ki, O (CC) bütün emellerin nihâyetidir. Bütün işler O’na (CC) döner. Konuşmacılardan kimisi kalbiyle konuşur, kimisi sırrıyla konuşur ve kimisi de nefsiyle, hevâsıyla ve şeytanıyla konuşur. Mü’minin âdeti önce tefekkür etmek, sonra konuşmaktır. Münâfık ise önce konuşur, sonra düşünür. Mü’minin lisânı aklının ve kalbinin ötesindedir. Münâfığın lisânı ise aklından ve kalbinden öndedir.

Allah’ım (CC)! Bizi mü’minlerden eyle. Münâfıklardan eyleme. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.” (Âmîn)


[1] “Mukarreb”: İbâdet ve ihlas gibi şeylerle Cenâb-ı Hakk’a (CC) yakınlaşmış kimse.

[2] Kasas S. A.12.

[3] Ahzâb S. A.4.

[4] Nahl S. A.32.

[5] bak.: Abdullâh b. Mübârek, Kitâbü’z-zühd, hadîs no: 1103, (Beyrut-tsz).

3.SOHBET RIZA-TÖVBE

Ey oğul! Kalp kitap ve sünnet ile amel işlerse “kurbiyet”[1] kazanır. Kurbiyet kazanınca da neyin lehine, neyin aleyhine, neyin Allah (CC) için, neyin gayrısı için, neyin hak, neyin bâtıl olduğunu bilir ve görür. Mü’min, nûrâ sâhip olunca onunla bakar. Cenâb-ı Hakk’a (CC) yakınlık kazanmış ve sâdık olan bir mü’minin böyle bir nûru nasıl olmaz ki? İşte bunun içindir ki, Hz. Peygamber (SAV) mü’minin bu nazarından sakındırarak şöyle buyurmuştur: “Mü’minin ferâsetinden sakının; zîrâ o Allah’ın (CC) nûru ile bakar.[2]

Mukarreb ârife de bir nur ihsan edilir. Ârif de kendisine bahşedilen bu nur ile Rabbine (CC) olan kurbiyetini görür. Ârif kalp cihetinden Rabbinin (CC) yakınlığını görür. Meleklerin, nebîlerin ruhlarını görür. Sıddıkların ruhlarını ve kalplerini görür. Onların hal ve makamlarını seyreder. Bütün bunlar onun kalbinin derinliklerinde ve sırrının safâsında olur. O Rabbi (CC) ile ebedî bir ferahlık içerisindedir. O artık Rabbinden (CC) alan ve O’nun (CC) halkına dağıtan bir vâsıtadır. Bunlardan kimi vardır ki, hem “kalp” hem de “dil” (hitâbet kâbiliyeti) âlimidir. Kimi de vardır ki, yalnızca kalp âlimidir, hitâbet âlimi değildir. Münâfığa gelince, onun hitâbeti süslüdür ama kalp âlimi değildir. Bütün ilmi dilindedir onun. Bundan dolayı Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Ümmetim için en çok korktuğum şey, dili bilgin münâfıktır.[3]

Ey oğul! Benim yanıma geldiğinde ilmini ve nefsini görmeyi bir kenara dür. Yanıma hiçbir şey sâhibi olmadan, bir müflis olarak gir. Eğer benim yanıma ilmini ve nefsini görerek gelirsen, işâret ettiğim bu “tasavvuf” işi senden perdelenir. Vah sana ki, bana buğzediyorsun; halbuki ben sâdece gerçeği söylüyorum ve hakîkati dile getiriyorum. Bana ancak Allah’ı (CC) bilmeyen, sözü çok, ameli az câhil buğzeder ve benden câhil kalır. Buna karşılık, Allah’ı (CC) bilen, ameli çok, sözü az kimseler beni sever. Eğer bana muhabbet edersen, bunun menfaati sana döner. Bana buğzedersen bunun zararı da yine sana döner. Ben halkın övmesi veyâ yermesi ile ayakta duran birisi değilim. Yeryüzü üzerinde ne bir insan, ne de bir cin, hiç kimse yoktur ki, ben ondan korkayım, bir şey umayım; ne bir hayvan, ne bir haşere ve ne de mahlûkattan herhangi birisi… Ben sâdece Hakk’tan (CC) korkarım. Ne zaman âciz kalsam “havfim” (korkum) artar. Zîrâ O (CC) “istediğini yapandır”.[4] “O (CC) yaptığından sorumlu tutulmaz, bilakis onlar (insanlar) sorumludur.[5]

Ey oğul! Kalp elbisen kirli iken kalbinin üzerindeki elbiseyi temizlemekle uğraşma, pis kalbinin üzerindeki elbiseyi bırak, önce kalbini, sonra elbiseni temizle. İki tarafı yıkamayı, temizlemeyi birleştir. Elbiseni pislikten, kalbini de günahlardan temizle. Hiçbir şeye aldırma, zîrâ Rabbin (CC) “istediğini yapan”dır. Bununla ilgili sâlih bir zattan şöyle rivâyet edilmiştir: O bir gün sırf Allah’ın (CC) rızâsı için kardeşlik yaptığı birini ziyâret eder ve şöyle der: “Ey kardeşim! Yaklaş, tâ ki, Allah’ın (CC) bizim hakkımızdaki “ilmine” (hükmüne) ağlayalım!”

Bu sâlih kulun sözü ne kadar da hoş! O ârif-billâhtır. O Hz. Peygamber’in (SAV) şu sözünü işitmiştir: “Sizden biriniz cennet ehlinin amelini işler; tâ ki, onunla cennet arasında bir arşın mesâfe kalır…[6]

Ey oğul! Eğer bütün kalbin ve himmetinle O’na (CC) döner ve O’nun (CC) rahmet kapısına yapışırsan, kendin ile şehvetler arasına demirden bir set çekersen, kabri ve ölümü baş ve kalp gözünün önüne dikersen, Hakk’ın (CC) seni gördüğü, senin yaptığını bildiği ve senin yanında olduğu şuurunu gözetirsen, fakr ile yetinir, iflâsa râzı olur, hudûd içerisindeki aza kanâat edersen –ki bu, emirlere sarılmak ve nehiylerden kaçınmanın ta kendisidir- ve kaderin getirdiğine sabredersen Allah’ın (CC) senin hakkındaki hükmü senin için ayan beyan olur. Bu hal üzere devam edersen kalbin Rabbin (CC) ile mülâkî olur. Sırrın O’nun (CC) katına girer. İşte o zaman eşyâ sana keşfolunur. Gözün gözünü görürsün. Emîrü’l-mü’minîn Alî b. Ebî Tâlib’in (KV) dediği gibi olursun: “Perde kaldırılsaydı dahi yakînim artmazdı.” Yine, O’na (KV) derler ki: “Rabbini (CC) gördün mü?” Şöyle cevap verir: “Görmediğim Rabbe (CC) kulluk etmem!”

Sâlih bir zâta: “Rabbini (CC) gördün mü?” diye soruldu. Dedi ki: “Eğer O’nu (CC) görmeseydim mekânımı paramparça ederdim.” Birisi: “Nasıl görürsün?” diye sorarsa derim ki: “Halk kulun kalbinden çıkar ve orada Hakk’tan (CC) başka bir şey kalmazsa, işte o zaman O’nu (CC) dilediği gibi görür, dilediği gibi O’na (CC) yakınlaşır. Diğerlerine zâhiren gösterildiği gibi, O’na (CC) da “bâtınen” (iç âleminde) gösterilir. Tıpkı Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (SAV) Mîraç Gecesinde gösterildiği gibi, bu kul da, O’nu (CC) rüyâsında görür, O’na (CC) yakınlaşır, O’nunla (CC) konuşur. Onun kalbi ise yakaza hâlinde O’nun (CC) tarafına cezbedilir; vücut gözlerini kapattığında kalp gözleri ile tıpkı zâhirde olduğu gibi Hakk’ı (CC) görür. Cenâb-ı Hakk (CC) ona başka bir mânâ (meleke) daha verir, o da onunla O’nu (CC) görür. O’nun (CC) sıfatlarını görür. O’nun (CC) “kerâmetlerini” (ikramlarını), fazlını, ihsânını ve zaferini görür. O’nun (CC) iyiliğini ve desteğini görür. Hakk’a (CC) ubûdiyeti, mâbûdiyeti, mârifetullâhı gerçekleştiren kimse “bana görün-görünme, bana ver-verme” gibi laflar etmez. Fânî ve müstağrak olur. Bu makâma ulaşan bir zat şöyle der idi: “Bana senden gelen her şey kabul!” Onun en güzel sözü ise şudur: “Ben O’nun (CC) kölesiyim; kölenin ise efendisine karşı ihtiyârı ve irâdesi olmaz!.”

Adamın biri bir köle satın aldı. Bu köle din ve salah sâhibi idi. Ona: “Ne yemek istersin?” dedi. “Bana yedirdiğini” diye cevap verdi. “Ne giymek istersin?” diye sordu. “Bana giydirdiğini” diye cevap verdi. “Nerede oturmak istersin?” dedi. “Senin beni oturttuğun yerde” diye cevap verdi. “Neyle uğraşmayı seversin?” diye sordu. “Bana neyi emredersen” diye cevap verdi. Adam ağlamaya başladı ve şöyle dedi: “Müjdeler olsun bana! Ne dersin? Keşke senin benimle olduğun gibi ben de kendi sâhibim (Rabbim) (CC) ile olabilseydim.” Köle şöyle karşılık verdi: “Efendim! Kölenin efendisinin irâdesi karşısında irâdesi ve ihtiyarı olur mu?” Adam dedi ki: “Sen Allah (CC) rızâsı için hürsün. Fakat senin benimle berâber kalmanı isterim ki, canımla ve malımla sana hizmet edeyim.” Ârif olanın irâdesi ve ihtiyârı kalmaz. O “Senden gelen her şey hoştur” der. Ne kendi işlerinde, ne de başkalarının işlerinde kader ona zahmet vermez.

Beni dinleyin, ey îtirazcılar, çekişmeciler! Beni dinleyin ey kötü edepliler! Ben peygamberlerin huzûrunda bir münâdîyim, onların tâbilerinden ve aracılarından biriyim. Ben önce Kitap ve Sünnete göre, sonra da kalbime göre hüküm veririm. Mukarreb bir kalbe sâhip olan kimseye benim söylediklerim gizli kalmaz. Allah’ın (CC) kullarından, halka karşı zâhid olan, Kur’ân tilâveti ve Resûlullâh’ın (SAV) sözlerini dinleyerek ünsiyet bulan çok az kimse vardır. Hoş, onlar Hakk (CC) ile ünsiyet, kurbiyet kesbetmiş bir “kalp” de sâhibidirler. Kendi nefislerini de, başkalarınınkini de bu kalp ile görürler. Onların kalpleri sağlamdır. Sizin hiçbir şeyiniz onlara gizli kalmaz. Onlar sizin bâtınlarınız hakkında konuşur, evlerinizde olanı size haber verirler.

Yazık sana! Akıllı ol! Cehâletinle sûfîlerle yarışma. Kitaplardan birşeyler öğrenir öğrenmez, hemen kürsüye çıkıp insanlara konuşuyorsun; oysa elin ve elbisen kapkara! Bu “iş” (tasavvuf) zâhirî ve bâtınî hükümlere birlikte riâyet etmeyi ve sonra da her şeyden fânî olmayı gerektirir.

Ey kendileri hakkında murad edilenden gâfil olanlar! Kıyâmet ânını düşünün! Özel kıyâmeti düşünün! Büyük kıyâmeti düşünün! Özel kıyâmet sizden birisinin ölmesidir. Büyük kıyâmet ise Allah-ü Teâlâ’nın (CC) vaadettiği kıyâmettir. Allah-ü Teâlâ’nın (CC) şu buyruğunu düşünüp hatırlayın: “O gün müttakîleri vefd olarak Rahmân’ın (CC) huzûrunda haşrederiz. Mücrimleri ise vird olarak cehenneme sevkederiz.[7] “Vefd” cemâat demektir. “Vird” ise susuz demektir. Müttakîler haşredilirler; mücrimler ise sevkedilirler. Allah-ü Teâlâ (CC) o günü dünyâ hayâtında iken düşünmüş olan kuluna acır da, müttakîler arasına katar ve onlar arasında haşreder.

Ey takvâyı terkedenler! Kıyâmet günü müttakîler Rahmân’ın (CC) huzûrunda haşredilirler; onların etrâfında melekler olur. Amelleri sûret kazanır da, onlar o güzîde amellere binerler. Onların asâleti, güzelliği, önderi o gün amelleri olur. Amellerin sûreti vardır; kiminin güzeldir, kiminin çirkindir. Takvânın anahtarı tevbedir. Tevbede sebatkâr olmak ise Allah-ü Teâlâ’ya (CC) yakınlığın anahtarıdır. Her aslî ve fer’î hayrın anahtarı tevbedir. Bu sebepledir ki, sâlihler hiçbir hallerinde tevbeden müstağnî durmazlar.

Ey gühahkârlar, ey isyankârlar! Tevbe ediniz. Rabbinizle (CC) kendi aranızda tevbe vâsıtasıyla barış imzâlayın. Bu kalp, içinde dünyâdan, âhiretten, halktan zerrece bir şey kaldığı müddetçe salah bulamaz, düzelemez. Eğer O’nun (CC) sohbetine, yakınlığına ulaşmak istiyorsanız, dünyâyı da, âhireti de kalbinizden çıkarın. Bu size zarar veremez. Eğer vuslatı gerçekleştiriseniz, siz O’nun (CC) kapısında olduğunuz halde, O (CC) size dünyâyı da, halkı da verir. Bu tercübe edilmiş bir şeydir. Dünyâya zâhid olanlar, vedâ edenler ve onu terketmiş olanlar bunu tecrübe etmişlerdir.

Ey oğul! Namazında, orucunda, haccında, zekâtında ve bütün fiillerinde Allah (CC) rızâsı için ihlaslı ol. O’na (CC) vâsıl olmadan önce O’nun (CC) ahdiyle donan. O’nun(CC) ahdi tevhîddir, ihlastır, sabırdır, şükürdür, tefvîzdir, halkı reddetmektir, O’dan (CC) istemek ve gayrısından yüz çevirmektir, kalbin ve sırrınla O’na (CC) dönmektir. Hoş, O (CC) dünyâda sana bir kurbiyet, herşeye karşı bir zühd, kendisine karşı bir muhabbet bir iştiyak bahşettiği gibi, âhirette de gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir beşerin aklına gelmeyecek nîmet ve kendisine yakınlık bağışlar.

Ey oğul! Rabbinin (CC) rahmetine götüren şeylere alâka duy. Şeytan seni ayartmaya kalkıştığında ondan Rabbine (CC) sığın, senden öncekilerin yaptığı gibi sen de O’ndan (CC) yardım iste. Amelini güzelleştir. Sonra Rabbine (CC) karşı zannını hüsn-i zan ile güzelleştir. O’na (CC) itâat et. Eğe O’na (CC) karşı, peygamberlerine karşı, sâlih kullarına karşı hüsn-i zan beslersen, O da (CC) sana nice güzel şeyler ihsan eder. İşte bol hayır bundadır.

Hayıf sana! “Sûfî” (dupduru) olduğunu iddia ediyorsun, ama senin her tarafın bulanık. Oysa sûfî bâtınını ve zâhirini Allah’ın (CC) Kitâbına ve Resûlünün sünnetine uymak yoluyla tertemiz arıtandır. O, sâfiyeti artarsa, vücut denizinden çıkar, irâdesini, dileğini, ihtiyârını terkeder. Resûlullah (SAV), kalbini temizleyen kimse ile Rabbi (CC) arasında sefir (elçi) olur. Hayrın esâsı, sözde ve fiilde Hz. Peygamber’e (SAV) uymaktır.

Bir kulun kalbi ne zaman saf, tertemiz olursa, o zaman Hz. Peygamber’i (SAV) rüyâsında görür; ona bir şeyler emreder, onu bir şeylerden nehyeder. Onun her şeyi “kalp” olur, niyetiyle başbaşa kalır. O, alenî olmayan bir “sır” ve bulanıklığı olmayan bir “safâ” olur. Her şeyi kalpten çıkarmak dağların direklerini söküp atmak gibidir; mücâhede vâsıtalarını, tuzaklara ve başa gelen âfetlere sabretmeyi gerektirir. Nasîbiniz olmayan şeyi duâ etmeyin.

Müjdeler olsun sizlere ki, beyazlıktaki bu siyahlığı bildiniz ve müslüman oldunuz. Müjdeler olsun sizlere ki, kıyâmet günü müslümanlar arasında olacaksınız, kâfirler gürûhunda olmayacaksınız. Müjdeler olsun bize ki, cennet toprağında, ya da onun hemen kapısında oturuyoruz; cehennemliklerden değiliz.

Tevâzulu olun, kibirlenmeyin. Tevâzu yüceltir, kibir alçaltır. Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Kim ki, Allah (CC) için tevâzu sâhibi olursa, Allah (CC) onu yüceltir.[8]Allah-ü Teâlâ’nın (CC), dağlar kadar hayır işleyen kulları vardır. Bunlar Allah (CC) için tevâzu gösterirler ve şöyle derler: “Bizi cennete amellerimiz sokmaz; biz cennete ancak Allah’ın (CC) rahmeti sâyesinde gireriz. Eğer cennete giremezsek de, bu ancak O’nun (CC) adâletinin gereğidir.” Onlar bu şekilde, iflas ve yokluk hali üzerinde olmayı elden bırakmazlar.

Tevbe edin. Acziyetinizi ve kusurlarınızı îtiraf edin. Tevbe Hakk’ın (CC), yeryüzünü öldükten sonra suyla tekrar dirilttiği “hayat” sıfatıdır. Hak, kalpleri, öldükten sonra tekrar tevbe ve uyanıklık ile diriltir. Ey isyankârlar! Tevbe edin; Rabbinizin (CC) rahmetinden ümit kesmeyin. O’nun (CC) merhametinden ümitsizliğe kapılmayın. Ey ölü kalpliler! Rabbinizi (CC) zikretmeye, O’nun (CC) Kitâbını okumaya, Nebîsinin (SAV) sünnetine uymaya devam edin ve zikir meclislerinde bulunmaya devam edin. O zaman yağmurun gelip ölü toprağı dirilttiği gibi, sizin kalpleriniz de dirilecektir. Zikre devam etmek dünyâ ve âhirette hayrın sürekliliğine vesîledir.

Allah’ım (CC)! Bizi, Seni râzı eden ve bizden râzı olacağın şeye muvaffak kıl! Ey âlemlerin Rabbi (CC)! “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”


[1] “Kurbiyet”: İbâdet ve ihlas gibi şeylerle Cenâb-ı Hakk’a (CC) yakınlık kesbetmek.

[2] Tirmizî, es-Sünen, “Tefsîr” hadîs no: 3133, (Medîne-tsz).

[3] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I/22, (İstanbul-1992).

[4] Bürûc S. A.16.

[5] Enbiyâ S. A.23.

[6] Müslim, es-Sahîh, “Keyfiyyetü’l-halk” hadîs no: 2643, (Mısır-tsz).

[7] Meryem S. A.85-86.

[8] bak.: Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, II/216 (no:2443), (Beyrut-1997).

4.SOHBET ÂRİFLERİN UYKUSU

Kalp düzelince, sağlamlaşınca onda zikir dâimî olur; onun etrâfına ve her tarafına zikir yazılır. Böylesi bir kalbin sâhibinin gözleri uyuyabilir, ama onun kalbi Rabbini (CC) zikreder. Bu hal o mü’mine peygamberi Muhammed’den (SAV) mîras kalmıştır.

Sâlih zatlardan birisinin bir tesbihi var idi. Bâzı geceler o tesbih elinde olduğu halde uyur, sonra uyandığında kendisi döndürmediği halde tesbih elinde dönüyor ve dili Rabbini (CC) tesbîh ediyor olurdu.

Sûfîler, uyku üzerlerine ağır basınca Peygamberlerinin (SAV) sünneti gereği uyurlar. Bâzı sûfîler ise gecenin bir kısmını özellikle uyuyarak geçirirler. Böylece, hem seher vaktini ibâdetle geçirmek için o uykudan istifâde etmiş, hem de nefislerinin hakkını ödemiş olurlar; nefis de şikâyette bulunmaz ve eziyet vermez. Sâlihlerden kimileri de vardır ki, onlar bâzı geceler hiç de ihtiyaçları olmadığı halde uykulalarını getirmeye çalışırlar ve uyku için hazırlanırlar. Bu durum kendilerine sorulduğunda: “Kalbim uykuda Rabbimi (CC) görüyor” derler. Doğru da söylerler. Zîrâ sâdık rüyâ Allah’tan (CC) bir vahiydir. Sâlihin göz aydınlığı uykusundadır.

Hakk’ın (CC) yakınlığını kazanmış olan kişi için özel melekler olur. O melekler ona vekillik ederler. Her zaman onu korurlar. O uyuduğu zaman onun yanıbaşında, ayaklarının ucunda otururlar. Önünden ve arkasından onu muhâfaza ederler. Şeytan ona yaklaşmaya cesâret bile edemez. O, Allah-ü Teâlâ’nın (CC) muhâfazası içinde uyur, O’nun (CC) muhâfazası içinde uyanır, O’nun (CC) muhâfazası içinde yürür, oturur.

Allah’ım (CC)! Bizi her hâlimizde muhâfazan altına al. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”

5.SOHBET SEFA-HELÂL LOKMA-SABIR

Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Mâlâyânîyi terketmesi kişinin İslâm’ının güzelliğindendir.[1] İslâm’ı güzel olan kimse kendisini ilgilendiren şeye yönelir; mâlâyânîden, kendisini ilgilendirmeyen şeylerden yüzçevrir. Mâlâyânî ile iştigal etmek aptalların ve hayâlperestlerin işidir. Mevlâ’sının (CC) emrettiğini yapmayıp, O’nun (CC)  emretmedikleri ile meşgul olan kimse, O’nun (CC) rızâsından da mahrum kalır. Bu durum, mahrûmiyetin, büyük günahkârlığın, tardedilmişliğin ta kendisidir. Yazık sana! Emre sarıl, nehiyden kaçın. Âfetlere karşı sağlam dur, sonra da nefsini, “niçinsiz” ve “nasılsız” bir şekilde kaderin ellerine bırak. Allah-ü Teâlâ’nın (CC) sana senin hakkındaki ilmi ile bakışı senin cehlinle kendine bakışından çok daha hayırlıdır. O’nun (CC) verdiğine kanaatkâr ol. O’na (CC) şükretmeye çalış. O’ndan (CC) daha fazlasını isteme. Sen neyin daha hayırlı olduğunu bilemezsin.

İtaatkâr zâhidlerin kalpleri için zühd bir rahatlıktır. Zühdün ağırlığı bünyede, mârifetin ağırlığı kalpte, kurbiyetin ağırlığı ise sırda olur. Zâhid ol, kanaatkâr ol, şükret. Rabbinden (CC) râzı ol, nefsinden râzı olma. Rabbine (CC) karşı zannını güzelleştir, nefsine karşı sû-i zan besle. Şehvetleri terket. Şehvetleri terk kalp için şifâ ve safâdır. Helâle açlık duymak kalbi köreltir; artık, haramların durumunu sen düşün! Bu sebeple Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Perhiz devânın başıdır, oburluk ise bütün dertlerin başıdır. Bedeninizi dengeli olmaya alıştırın[2] Hz. Peygamber (SAV) “beden ilmi”ni bu üç cümlede toplamıştır. Oburluk zekâ keskinliğini, hikmet kandilini ve velâyet nûrunu söndürür. Dünyâ ve halk ile birlikte olduğun müddetçe perhiz gerekir. Çünkü sen hastânedesin. Hakk’a (CC) vâsıl olduğunda işin O’na (CC) âit olur. Senin işlerini O (CC) üstlenir, yürütür; çünkü sen kendinden uzaklaşmışsındır artık. O (CC), senin işlerini niçin üstlenmesin ki, sen O’nunla (CC) sulh etmişsin, O’na (CC) teslim olmuşsun! Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “Benim velîm kitâbı indiren Allah’tır (CC); o sâlihlerin “velî”sidir (onların işlerini üzerine alır).[3]

Ey oğul! Kaderin gelmesinden rahatsız olma; onu kimse geri döndüremez, kimse ona engel olamaz. Takdir olunan şey gerçekleşir; râzı olan olsun, kızan da kızsın. Dünyâ ile meşgûliyetin ancak ve ancak sâlih bir niyet üzere olsun, aksi halde kesinlikle büyük günah işleyenlerden olursun. Bütün işlerinde şöyle de: Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm.[4] Vaktinin bir kısmını dünyâya, bir kısmını âhirete, bir kısmını nefsine, bir kısmını ailene, geri kalan zamânını da Rabbine (CC) ayır. Önce kalp temizliği ile uğraş –ki, bu farzdır- sonra mârifete yönel. Esâsı kaybedersen, teferruattan meşgul olduğun şey kabul edilmez. Kalp necâseti dururken beden temizliğinin sana ne faydası olabilir? Bedenini Sünnet’e uymak, kalbini de Ku’ân’la amel etmek sûretiyle tertemiz yap. Kalbini koru ki, bedenin de korunsun. Her kap içindekini sızdırır. Senin kalbinde ne varsa, bedeninden o sızar.

Tevâzu sâhibi ol! Tevâzu sâhibi olduğun müddetçe tertemiz olursun, büyürsün, yücelirsin. Tevâzu göstermezsen sen Allah’ın (CC), Resûlünün (SAV), enbiyâsının, evliyâsının O’nun (CC) hükmünün, ilminin, kaderinin, kudretinin, dünyâ ve âhiretin câhilisin, onları bilmiyorsun demektir. Ne kadar çok dinliyor ama akletmiyorsun! Aklediyor ama amel etmiyorsun! Amel ediyor ama ihlaslı olmuyorsun. Ha varlığın, ha yokluğun! Huzûruma geliyorsun ama benim sözlerimle amel etmiyorsun; o halde bana niçin geliyorsun? Buradaki insanları sıkıştırmaktan başka bir işe yaramıyorsun. Git dükkanında oturmaya, harap evinde oturmaya devam et. Buraya bir eğlence olsun diye mi geliyorsun? Sanki sağır gibi dinliyorsun. Ey mal sâhibi! Malını unut, yaklaş ve fukarâ arasında otur! Ey soy sop sâhibi! Soyu sopu unut ve yaklaş. Gerçek nesep takvâ nesebidir. Hz. Peygamber’e (SAV): “Yâ Muhammed (SAV)! Senin ailen kimdir?” diye soruldu. O (SAV) şöyle buyurdu: “Her müttakî benim âilemdendir.[5] Bana soy sop üstünlüğü ile gelme. Bilakis tavkâ üstünlüğü ile gel. Akıllı ol! Elinde ne var? Dikkat et! Allah (CC) katında soy sop işe yaramaz. Aksine orada takvâ üstünlüğü iş görür. Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “Sizin Allah (CC) katında en değerliniz en müttakî olanınızdır.[6] Ey çocuk! Ey genç! Ey yaşlı! Ey mürîd! Lokmanı haramdan temizlemediğin müddetçe sende hayır olmaz.

Sizin çoğunuz, hattâ neredeyse hapiniz şüpheli veyâ açık haram lokmalar yiyorsunuz. Haram lokma yiyenin kalbi siyahlaşır. Şüpheli lokma yiyenin kalbi kirlenir. Nefisleriniz, hevâ ve hevesleriniz size haram yemeyi önemsiz gösteriyor. Nefis ve hevâ şehvetleri arzulamada iki ortaktırlar; onları elde etmede gözlerini budaktan sakınmazlar. Nefsin senden güzel güzel buğday ekmekleri isterse, sen ona o güzel ekmeklere rağbet etmesinden emin oluncaya kadar arpa ekmeği yedirmeye devam et. Eğer nefis yediğinde-içtiğinde vera sâhibi olmazsa, yâni tavuk gibi çöplükte otlarsa, temiz şeyler de yer, pis şeyler de yer. Tavuk veyâ tavuk yumurtası yemek isteyen onu önce hapsetsin ve ona güzel şeyler yedirsin, ondan sonra onu veyâ yumurtasını yesin. Nefsini pis, haram ve şüpheli şeyler yemeye karşı hapset, sonra da onun helâle hevâ ve heves ile yaklaşmasını önle.

Sizden birinize: “Şu andaki hâlin ve amelin üzerine ölmek ister misin?” diye sorulsa, “Hayır!” cevâbını verecektir. Fakat ona: “Tevbe et ve amellerini güzelleştir” denilse cevâbı: “Allah (CC) beni muvaffak ederse yaparım” olacaktır. Tevbeye gelince kaderi delil getiriyor da, şehvet ve arzularında getirmiyor! Bu “yapacağım”, “edeceğim”, “evet”, “hayır” içerisinde güzel(!) ve rahat(!) bir hayat sürerken ölüm gelip onun boğazına çöktüğünde onu bu saltanatından koparıp, dükkanından, kazancından çekip alacak; ölüm ona âniden gelecek; oysa onun vasiyeti hazır değil; hesâbı kitâbı tutulmamış; uzun uzun emelleri var!

Şurası doğrudur ki, sâlihler ümran yerleri bırakıp harap yerlere kaçtılar; ferahlarını bıraktılar, hüzünlerini devam ettirdiler. Allah-ü Teâlâ’yı (CC) bilen kimsenin hüznü ve havfi çoğalır. O O’nunla (CC) konuşur, O’nunla (CC) meşgul olur; ne halktan hiç kimsenin sesini işitmek, ne de bir kimseyle karşılaşmak ister. Eşinden dostundan, malından mülkünden kurtulmayı arzular. Hisselerini başkalarına dağıtmak ister. Huyunun, karakterinin mülkün sâhibi olan Hâlık’ı (CC) için değişmesini temennî eder. Ne var ki, her ne zaman bütün bunlardan kurtulmak istese “hüküm” (kader) onu engeller. Ona, Hakk’ın (CC) ilminin ve kazâsının mühürlediği şeyi getirir. Bunun üzerine o da gecesini gündüzünü gözetler, dünyâdan vazgeçerek Rabbine (CC) döner. Üzerinde mârifetullah hâkim olur; zâhiren ve bâtınen o mârifetullâhı korumaya, gözetlemeye bakar.

Feth el-Mavsılî (v. 320/933) Rabbine (CC) münâcâtında hep şöyle dermiş: “İlâhî (CC)! Ne zamâna kadar beni dünyâda bırakacaksın ve hapsedeceksin! Ne zaman beni kendine nakledeceksin! Artık dünyâdan da, halktan da rahata kavuşayım!” Senin durumun Nûh (AS)’ın oğluna şöyle demesine benziyor: “Oğulcuğum, bizimle berâber gemiye bin.” “Ben dağa sığınırım, o beni sudan-selden korur![7] Vâiz sana der ki: “Gel, bizimle birlikte kurtuluş gemisine bin!” Sen de dersin ki: “Ben dağa sığınırım, o beni selden korur!” Dağ dediğin senin uzun emellerin, dünyâ hırsından başka bir şey değil. Yakın bir zamanda ölüm meleği sana gelir ve seni o dağında suya gömer.

Ey Allah’ın kulları! Beni kabul edin. Cehil evlerinizden çıkın. Din duvarlarınızı temel üzerine kurmamışsınız. Temel üzerinde olmayan duvarın yıkılacağını bilirsiniz; o halde bu duvarın bir kere daha yıkılması şarttır. Kalplerinizde dünyâ var. Kalplerinizde günahlar var. Benim yanımda yer tutun, ben sizi temizleyeyim, tertemiz yapayım ve size şerbetler sunayım. Vera, takvâ[8], zühd, îman, mârifet, ilim ile, her şeyi unutturarak, ve her şeyden fânî ederek sizin susuzluğunuzu gidereyim, sizi suya kandırayım. Ancak o zaman size Rabinizden (CC) vücut gelir. O’na (CC) yakınlaşır ve O’nu (CC) zikredersiniz. Böyle olan kimse halk için bir güneş, bir ay masâbesindedir. Onlara rehber olur. Onların elinden tutar, onları dünyâ sâhilinden atlatır, âhiret sâhiline ulaştırır. Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Her sanatta o işin ustasından yardım isteyin.[9]

Yazık sana! Kendi görüşüne güvenip, “Fakihlerin, âlimlerin yanında ne yapayım?” diyorsun. Sâdece mal kazanmak, yemek, içmek ve nikahlanmak için yaratıldığını zannediyorsun! Tevbe et ve ölüm sana gelip seni bu şerli amelinin üzerinde bulmadan önce dön. Hepiniz emir, nehiy ve kaderin getirdiğine sabretmekle sorumlusunuz. Halkın ve komşuların eziyetlerine sabredin. Zîrâ sabırda çok hayır vardır. Sabırla yükümlüsünüz, kendinizden ve aile efrâdınızdan sorumlusunuz. Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Hepiniz çobansınız ve güttüğünüzden sorumlusunuz![10]

Kaderle gelen emre sabredin ki, “şakâvet” (mahrumluk) nîmete dönüşsün. Sabır hayrın temelidir. Melekler belâya uğradılar; sabrettiler. Peygamberlerin (AS) başına belâlar geldi; sabrettiler. Sâlih kullar belâya uğradılar; sabrettiler. Siz de onların izlerini tâkip edin ve onlar gibi sabredin.

Kalp sağlam olursa, kendisine muhâlefet edene de, muvâfakat edene de, övene de, zemmedene de, verene de, mâni olana da, yakınlaşana da, uzaklaşana da, kabul edene de, reddedene de aldırmaz. Çünkü sağlam bir kalp tevhîd, tevekkül, yakîn, tevfîk, ilim, îman ve kurbiyet dolar. Halkın âciz, zavallı ve fakir olduğunu görür. Buna karşılık onların ne büyüğüne, ne de küçüğüne karşı tekebbür eder. Kâfirlerle, münâfıklarla ve isyankârlarla karşılaştığında vahşî hayvanlar gibidir; sâlih, müttakî ve vera sâhibi kimseleri gördüğünde de tevâzu gösterir. Tıpkı Allah-ü Teâlâ’nın (CC) Kur’ân’da bu vasıftaki insanları zikrettiği şu âyetteki gibi: “Kâfirlere karşı sert, kendi aralarında ise merhametli.[11] Bu kul bu şekilde sapasağlam olursa, halkın akledebileceğinin ötesinde olur. O şu âyet tarafından zuhur eder: “O (CC) sizin bilmediğinizi yaratır.[12]

İşte bütün bunlar tevhîdin, ihlâsın ve sabrın meyveleridir. Hz. Peygamber (SAV) sabır ve sebat gösterince yedinci kat göğe yükselmiş, orada Rabbini (CC) görmüş ve O’na (CC) yapyakın olmuştur. Bu binâ, onun için ancak sabır temellerini sağlamlaştırdıktan sonra mümkün olmuştur. Hayrın tamâmı sabrın ayakları altındadır. Bundan dolayıdır ki, Allah-ü Teâlâ (CC) şu âyeti tekitli ve tekrarlı bir şekilde inzal buyurmuştur: “Yâ eyyühellezîne âmenu’sbirû ve sâbirû ve râbitû vettekullâhe leallekküm tüflihûn.[13]

Allah’ım (CC)! Bizi söz ve fiil olarak, halvet veyâ celvet hâlinde, şeklen ve mânâ olarak, bütün ahvâlimizde sabredenlerden ve sabredenlere uyanlardan eyle. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”


[1] Tirmizî, es-Sünen, “Zühd” hadîs no: 2433.

[2] İbn Receb el-Hanbelî, Câmiu’l-ulûm, I/426, (Beyrut-1408).

[3] A’râf S. A.196.

[4] Güç ve kuvvet ancak ve ancak Yüce ve azîm olan Allâhü Teâlâ’dandır (CC).

[5] Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, III/338, (Kâhire-1415).

[6] Hucurât S. A.13.

[7] Hûd S. A.42.

[8] “Takvâ”: İbâdetlere sıkı sıkıya bağlı olmak, Allâhü Teâlâ’nın (CC) emirlerini yerine getirmek ve nehiylerinden kaçınmak konusunda sıkı davranmak demektir. Bununla bağlantılı olan “Vera” kavramını da: “Yemek, içmek, oturmak, kalkmak, konuşmak gibi gündelik hayâtın teferruâtıyla ilgili hususlarda dînî hassâsiyet göstermek” şeklinde açıklayabiliriz.

[9] Bak.: Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, I/108 (no: 340).

[10] Buhârî, es-Sahîh, “Cum’a” hadîs no: 853, (Sûriye-tsz). Bu hadîs Türkçe’ye her ne kadar böyle tercüme edilmiş ve bu tercümesiyle şöhret bulmuş olsa da, ünlü mutasavvıf Muhâsibî’nin bu hadîsin anlamı ile ilgili açıklamaları oldukça önemli görünmektedir O, bu hadîste geçen “riâyet” kavramına dikkat çeker ve bu hadîsin çobanlıktan ziyâde Allâh’ın (CC) hükümlerini gözetmek anlamında anlaşılması gerektiğini vurgular. (Bk.: Muhâsibî, er-Riâaye li-hukûkıllâh, Beyrut-tsz., dördüncü baskı, s. 32 vd.)

[11] Feth S. A.29.

[12] Nahl S. A.8.

[13] Âl-i İmrân S. A.200, (Ey îman edenler! Sabredin, sebat edin, kenetlenin, Allâh’a (CC) karşı tavkâ sâhibi olun ki, kurtuluşa eresiniz).

6.SOHBET ZÜHD-ÇİLE

Mürîd tevbesinin gölgesinde, murâd ise Rabbinin (CC) inâyetinin gölgesinde kâimdir. Mürîd yürüyerek gider, murâd ise uçarak gider. Mürîd kapının önündedir; murâd ise kapının ötesinde, Rabbine (CC) yakınlık mahzenindedir. Mürîd ameline gayretle devam ederse murâd olur. Kurbiyet, öyle hayâlî, boş amellerle olmaz. Biz meseleyi genel durum üzerine açıkladık, istisnâlardan bahsetmedik. Mûsâ (AS) ne zaman kurbiyete ulaştı? Şiddetli acılara, mücâhedelere katlandıktan sonra değil mi? Firavun’un ülkesinden kaçtı, sıkıntılara katlandı, senelerce koyun güttü… bunlardan sonra gördüğünü gördü… Nice nice sonra Cenâb-ı Hakk’ın (CC) kurbiyetine mazhar oldu.

Açlığa, susuzluğa ve gurbete katlanınca cevheri ortaya çıktı ve Şuayb (AS)’ın kızlarına karşı onun içindeki merhamet bilinince hayır ona “eş” oldu; Şuayb (AS)’ın kızıyla evlendi. Oysa Mûsâ (AS) onların koyunlarının hizmetinde idi, çünkü aç idi. Onların koyunlarını suladıktan sonra utanarak ağacın altına gitti. Utancı onu yaptığı işe karşılık bir ücret istemekten alıkoydu. Kader onun önüne set çekti, utancı onun gözünü açtı. Hakk’ın (CC) nazarı onu sapasağlam yaptı da, hâlini Rabbine (CC) şu şekilde açmasına vesîle oldu: “Rabbim (CC)! Ben üzerime indireceğin hayrın her zerresine muhtâcım.[1] İşte o bu hal içinde iken Şuayb (AS)’ın kızı O’nun (AS) yanına geldi. Onu babasına götürdü. O (AS), Mûsâ’nın (AS) hâlini hatırını sordu. O da (AS) hikâyesini, başından geçenleri bir bir anlattı. Şuayb (AS) dedi ki: “Korkma, zâlim bir topluluktan kurtuldun.[2] Sonra kızını onunla evlendirdi. Koyunlarını gütmesi için onu çoban tuttu. Hz. Musa (AS), Firavun’un mülkünü de, onun yanındaki şımarık hâlini de unuttu gitti; çobanlık hırkasını giydi. Gece gündüz koyunlarla berâber oldu. Kıraç topraklarda otlayıp, konuşmayan hayvanlarla birlikte oturdu! Zühdü ve halktan halvet içinde olmayı öğrendi. Kalbini onlardan temizledi. İşini, hâlini böylece senelerce sağlamlaştırdı. Kalbinden Firavun’un mülkü gitti. Dünyâ her şeyiyle onun “sırrından” (iç dünyâsından) çekilip kayboldu.

Zamânı gelince verdiği ahidden zâhiren serbest kaldı; geriye sâdece, Allah’a (CC) verilen ahid ve onun Mûsâ (AS)’ın kalbi ve sırrı üzerindeki hakkı kaldı. Şuayb (AS) ile vedâlaştıktan sonra eşini yanına aldı. Şehirden üç fersah uzaklaşmıştı ki, akşam oldu. Eşi hâmile idi. Doğum sancısı tuttu. Mûsâ (AS)’dan aydınlanabileceği, ışık veren bir şey istedi. Mûsâ (AS) çakmak taşını çakmaya başladı, sonuç alamadı. Gecenin karanlığı iyice bastırdı. Hiçbir yönü göremez oldu. Koca dünya ona dar geldi. Yolda tek başına, garip kaldı, ne tarafa gideceğini bilemedi. Eşi de o acı ve ızdırap içerisinde idi. Yüksek bir yere çıktı, çaresizce, sağa sola, öne arkaya bakmaya başladı. Tûr Dağı tarafından bir ses duydu ve bir ateş gördü. Eşine, “Sen burada dur; ben bir ateş gördüm. Belki ondan bir parça getiririm ve oradakilerden doğru yolu öğrenirim” dedi. Oraya geldiğinde ona nidâ edildi; iyice yaklaşıp o ateşten bir parça almak isteyince, iş değişti! Âdet gitti, hakîkat geldi. Ailesini ve onların durumunu unuttu. Eşine geldiğinde ona ikramla birlikte, sıkıntısına çâre bulmuş olarak geldi. Bir münâdî ona seslendi; bir muhâtap ona hitap etti; onunla birisi konuştu; o Hakk (CC) idi. Bu iş vâsıtasız, vâdinin sağ tarafında, mübârek bir mevkide ve ağaçtan gerçekleşti. Ağaç O’nun (AS) kıblesi oldu. O’na (AS) dedi ki: “Ey Mûsâ (AS)! “Ben Âlemlerin Rabbi olan Allah’ım (CC)!”[3] Yâni, ne bir meleğim, ne bir insanım, ne bir cinim, bilakis âlemlerin Rabbiyim (CC). Yâni, Firavun “Ben sizin en büyük rabbinizim[4] sözünde ve dolayısıyla benden başka ilah olduğu iddiâsında yalancıdır. Allah (CC) sâdece benim. İster Firavun, isterse insan, cin, melek veya arştan yerin dibine kadar hangi mahluk olursa olsun, hiç kimse ilah olamaz! Ben senin şu ânını da, sonrasını da, kıyâmete kadar her şeyini bilirim…”

Yazık sana, ey bidatçi! Allah’tan (CC) başka hiçbir varlık “Ben Allah’ım (CC)” diyemez. Rabbimiz (CC) konuşandır; O (CC) ahras ve dilsiz değildir. Bundan dolayıdır ki, Mûsâ (AS)’a yaptığı konuşmada bu noktayı tekit ederek şöyle buyurmuştur: “Allah (CC), Mûsâ ile konuşmuştur![5] O (CC) işitilen ve anlaşılan söz sâhibidir! Mûsâ (AS) Allah-ü Teâlâ’nın (CC) kelâmını işitince canı çıkacakmış gibi oldu. O’nun (CC) heybetinden dolayı yüzükoyun düştü. Öyle bir kelam işitmişti ki, önceden hiç benzerini işitmemişti. Beşerin aczi üzerine gelen ve onun elini ayağını tutmaz bırakan bir kelam… Allah-ü Teâlâ (CC) bir melek gönderdi. O melek Mûsâ (AS)’ı oturttu. Elinin birini onun göğsüne, diğerini sırtına koydu. Böylece, Mûsâ (AS) ayağa kalkabildi, kalbi sâkinleşti, aklı yerine geldi ve Allah-ü Teâlâ’nın (CC) kelâmını düşünebildi, anlayabildi. Bu ancak, onun kıyâmeti koptuktan sonra, bütün genişliğine rağmen dünya başına dar geldikten sonra gerçekleşebilmiştir.

Allah-ü Teâlâ (CC), Musâ (AS)’a elçisi olarak Firavun’a ve kavmine gitmesini emretti. O (AS) şöyle duâ etti: “Yâ Rabbi (CC)! Dilimdeki kekemeliği gider ki, onlar benim konuşmamı anlayabilsinler ve beni kardeşim ile kuvvetlendir.” Onun konuşmasında kekemelik vardı. Çocukluğunda Firavun ile aralarında geçen bir olaydan dolayı fasih bir şekilde konuşamaz idi. Bir kelimeyi söylemek istediğinde dura dura konuşur, kelimenin bir harfini söylemeye çalışır ve ancak sonra kelimenin diğer harfini çıkarabilirdi. Buna sebep olan hâdise şu idi: O küçükken ve Firavun’un evinde iken, Firavun’un karısı Mûsâ’yı (AS) onun kucağına verdi: “Bu bizim gözümüzün aydınlığı, onu öldürme” dedi. Firavun öpmek için onu kendisine doğru yaklaştırdığında Mûsâ onun sakalını tuttu ve çekiştirdi. Firavun: “Bu, benim saltanatımı yıkacak olan çocuk! Onu öldürmeliyim” dedi. Bunun üzerine Âsiye şöyle dedi: “Bu daha bir çocuk, ne yaptığını bilmiyor.” Hizmetçilere, biri ateş koru, diğeri de inci ile dolu olan iki kap getirmeleri emredildi. Âsiye: “Bu iki kabı çocuğun önüne koyalım, eğer o, ikisinin arasındaki farkı anlar, elini inciye uzatır ve ateşten sakınırsa onu öldür; fakat onlar arasındaki farkı anlamaz, elini ateşe uzatırsa o zaman onu öldürme” dedi. Bu şekilde anlaştılar. Mûsâ’nın (AS) önüne kapları koydular. O (AS) elini ateşe uzattı, bir parça kor aldı, ağzına götürdü. Ağzı yanınca, ağlamaya başladı. Âsiye dedi ki: “Sana demedim mi, o senin sakalını bilerek çekmemiştir diye?” Firavun onu öldürmekten vazgeçti. Allah-ü Teâlâ (CC) Mûsâ’yı (AS) onun evinde büyüttü. Onun dilini çözen, ona her türlü dert, gam ve sıkıntıdan bir kurtuluş yolu gösteren Allah (CC) ne yücedir! Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “Kim Allah’a (CC) karşı takvâ sâhibi olursa, O (CC) ona bir kurtuluş yolu gösterir, onu ummadığı yerden rızıklandırır. Allah’a (CC) tevekkül edene O (CC) yeter.[6]

Bu kalp safâ ve sıhhat bulursa altı cihetten de Hakk’ın (CC) sesini işitir. Her nebînin, her resûlün, her velînin, her sıddîkın sesini de işitir. O zaman Hakk’a (CC) yakınlaşır. Hakk’a (CC) kurbiyet onun için hayat, O’ndan (CC) uzaklık ise onun için ölüm olur. O’na (CC) münâcâtında O’nun (CC) rızâsı olur. Böylece her şeye kanaatkâr olur. Dünyânın elinden gitmesine aldırmaz. Açlıkla, susuzlukla ilgilenmez. Bir şeylere iltifat, bir şeylerden yüzçevirme onu ilgilendirmez.

Hâkim’in (hüküm ve hikmet sâhibi olna Allah’ın CC.) hükümlerine sabredin. “İlim” (kader) üzerindeki örtü sizin için kalkmıştır. Hakk (CC) size sabretmenizi emretmiştir; o halde sabredin. O (CC) husûsî olarak Nebîsine, umûmî olarak da hepinize sabrı emretmiştir: “Ulü’l-azm peygamberler nasıl sabrettiyse sen de öylece sabret![7] Ey Muhammed (SAV)! Aile, evlat, mal, halkın eziyeti sıkıntılarından, kazâ ve kader olarak, onların başına getirdiğim şeylere, onlar nasıl benim için sabrettilerse sen de öylece sabret!

Bütün bunlara onlar tahammül gösterdiler. Sizin tahammülünüz ne kadar az! Bakıyorum da, içinizden bir kimse bile, arkadaşının bir kelimesine dahi tahammül edemiyor. Onun bir özrünü dahi çekemiyor. Resûlullah’tan (SAV) ahlak ve davranış öğrenin. O’na (SAV) uyun, onun ayak izini tâkip edin. Başlangıcın zorluğuna sabredin ki, nihâyetin rahatına ulaşabilesiniz. Başlangıç sıkıntıdır, nihâyet ise sükûn. Peygamber (SAV) Efendimiz başlangıçta halktan uzaklaşmayı tercih etti, sevdi. O (SAV), bâzı günler birisinin kendisine “Ey Muhammed (SAV)!” diye seslendiğini işitir de, bu sesten korkup kaçardı. O senin mâhiyetini bilemedi. Bu hal bir müddet böyle devam etti. Sonra onun ne olduğunu anladı da, ondan kaçmadı. Daha sonra bu ses gelmez oldu; o, sıkıntıladı, rûhu daraldı ve dağlara çıktı. Neredeyse kendini dağlardan atacak duruma geldi. Önceleri kaçıyordu; sonra onu ister oldu. Başlangıçta sıkıntı, sonrasında sükûn…

Mürîd “tâlip”tir; murâd “matlup”tur. Mûsâ (AS) mürîd, Hz. Peygamber (SAV) murâd idi. Mûsâ (AS) Tûr-i Sinâ’da rü’yetullah husûsunda varlığının ve talebinin gölgesinde idi; Hz. Peygamber (SAV) ise murâd olduğu için O’na (SAV) rü’yet talep olmaksızın ihsan edildi. O (SAV) her hangi bir iştiyak ve istek olmaksızın yakınlaştı. O (SAV) “mülâkat”[8] talebi olmadığı halde çokça mülâkî oldu. Başkasına gösterilmeyen O’na (SAV) gösterildi. Mûsâ (AS)’ın talebi kendisine verilmedi. Dünyâda nasîbi olmadığı şeyi talep etmiş olarak vefat etti. Peygamber (SAV) Efendimiz ise edebini güzelleştirdi, gücünü kuvvetini (acziyetini) bildi, mücâhede etti, tevâzu gösterdi; gevşemedi. Hakk’tan (CC) gayrısını unuttuğu ve Hakk’ın (CC) takdîrine muvâfakat gösterdiği için, başkasına verilmeyen şey O’na (SAV) bahşedildi.

Açgözlülük ve hırs kötüdür. Allah-ü Teâlâ’nın (CC) size taksim ettiğine kanaatkâr ve râzı olun. Sabreden erer. Sabredenin kalbi zenginleşir, fakirliği kaybolur. Halktan halvet et, uzaklaş. Allah (CC) seni böylesi bir ibâdete ve onda ihlaslı olmaya muktedir kılsın. Yalnızlık kötü arkadaşlardan iyidir.

Sâlihlerden birinin yanında köpek gördüler. Ona, “Bunu niçin yanında gezdiriyorsun?” denince, “O kötü arkadaştan iyidir” diye cevap verdi. Sâlihler nasıl halveti sevmesinler ki, onların kalpleri Rabbeleriyle (CC) ünsiyet ve O’nunla (CC) başbaşa kalmanın hazzı ile dolmuştur. Onlar nasıl halktan kaçmasınlar ki, kalpleri ne faydada, ne zararda halkı görmekten uzaklaşmıştır. Onların kalpleri faydayı da, zararı da Rablerinden (CC) görür ve bilir. Kurbiyet şarabı onların içecekleri, lutuf uykuları, kalplerinin Hakk (CC) ile konuşması ve Hakk’ın (CC) esrârına muttali olması ise onların cenneti olmuştur. Onlar halka nisbetle deli gibidirler; fakat Hakk’a (CC) nisbetle gerçek akıl sâhibi, gerçek hikmet ehli, gerçek âlimler onlardır. Zâhid olmak isteyen böyle olsun, yoksa boşa yorulmasın!

Ey kendi kendine boşu boşuna sıkıntı çıkaran ve ey yapmacıklı sahtekâr! Nedir bu hâlin? Sende nefis, hevâ, heves, cehâlet ve inat olduğu müddetçe, ne kadar gündüz oruç tutsan, geceyi ibâdetle geçirsen de, ne kadar kuru yemekler yesen, kaba elbiseler giysen de bu işi tamamlayamazsın. Böyle bir şey elde edemezsin. Yazık sana! İhlaslı ol ki, kurtuluşa eresin. Sâdık ol ki, maksadına ulaşasın, yücelesin. Teslim ol ki, selâmet bulasın. Muvâfakat et ki, sana da muvâfakat edilsin. Râzı ol ki, râzı olunasın. Hızlan ki, gerisini Hakk (CC) tamamlasın.

Allah’ım (CC)! Dünyâ ve âhiret işlerimizi Sen yürüt. Bizi ne nefislerimize, ne de mahlûkatından başka birisinin eline bırak. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”


[1] Kasas S. A.24.

[2] Kasas S. A.25.

[3] Kasas S. A.30.

[4] Nâziât S. A.24.

[5] Nisâ S. A.164.

[6] Talâk S. A.2-3.

[7] Ahkâf S. A.35.

[8] Mülâkât: Cenâb-ı Hakk (CC) ile mülâkî olma, güzel bir sûrette karşılaşma.

7.SOHBET MUHABBET-SADAKAT

Allah-ü Teâlâ (CC) bir vahyinde (hadîs-i kudsîde) şöyle buyurmuştur: “Beni sevdiğini söyleyip de geceyi benden habersiz bir şekilde uykuyla geçiren kimse muhabbet iddiasında yalancıdır.” Eğer sen Allah’a (CC) karşı gerçekten muhabbet dolu olsaydın, sabaha kadar zevk için uyumaz, onu ibâdet ile bölerdin. “Muhib” (Hakk CC. âşığı) zorluklara katlanır; “mahbûb” (Allah CC. tarafından sevilen kimse) ise rahatlık içerisinde olur. Muhib talep eden, mahbub talep edilendir.

Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet edilmiştir: “Allah-ü Teâlâ (CC), Cebrâil (AS)’a buyurur ki: ‘Ey Cebrâil (AS)! Falan kişiyi uyut, falan kişiyi de kaldır’.” Bu sözün iki anlamı vardır: Falan kişiyi kaldır, çünkü o muhibdir. Falan kişiyi de uyut, zîrâ o mahbubdur. Muhib, beni sevdiğini iddia etmekte, bana muhabbet dâvâsında bulunmakta; dolayısıyla onunla bu muhabbet iddiasını tartışmalı ve vücûdundaki benden gayrı yaprakları düşürerek onu muhabbet makâmına yerleştirmeliyim. Onu kaldır, tâ ki, onun muhabbet dâvâsındaki burhânı apaçık olsun ve hakîkî muhabbete ulaşsın. Falancayı da uyut. Çünkü o mahbubdur. O birçok sıkıntıya katlanmış, onda benden gayrı bir şey kalmamıştır. Onun muhabbetini kendime ayırdım. Onun iddiasını, burhânını, bana olan vefâsını tahkik ettim. Tevbesini kabul etme ve ahdine vefâ gösterme zamânı geldi. O benim konuğumdur. Konuğa hizmet ettirilmez. Ona yorgunluk çıkarılmaz. Onu lutuf odamda uyuturum. Fazîlet soframa oturturum. Onunla kurbiyet yoluyla ünsiyet ederim. Onun muhabbeti, sevgisi gerçektir. “Muhabbet” gerçek olunca tekellüf, zorluk çıkarma olmaz.

Bu rivâyetin ikinci mânâsı da şudur: Falancayı uyut, çünkü o bana yaptığı ibâdetle halkın hoşnutluğunu kazanmak istiyor. Falancayı kaldır, çünkü o ibâdet ile yalnızca benim rızâmı umuyor. Falancayı uyut, çünkü o namazdan hoşlanmıyor. Falancayı kaldır, çünkü ben onun sesini duymaktan hoşlanıyorum.

Mürîd, kalbini mâsivâdan temizlerse “mahbub” olur. Hakk’tan (CC) gayrısına geri dönmeyi istemez. Kalbin bu makâma ulaşması ancak, farzları edâ etmekle, harâmdan ve şüphelilerden sakınmaya sabretmekle, helâl ve mübah şeyler yemekle, hevâ, şehvet ve “varlığı” (enâniyeti) terketmekle, kalbe şifâ veren veraya sarılmakla ve kâmil bir zühd sâhibi olmakla gerçekleşebilir ki, kâmil bir zühd Allah-ü Teâlâ’nın (CC) gayrısı her şeyi terketmek, nefis, hevâ ve şeytana muhâlefet ve halkı, onların övgüsü ve yergisi, yardımı ve engeli, taş ve çamur tamâmen onun nazarında eşit oluncaya kadar onları kalpten temizlemektir.

Bu işin (tasavvufun, dînin) ilk basamağı “Lâ ilâhe illallah”a şehâdet etmektir. Nihâyeti ise taş ve çamurun, yâni altın ve gümüşün eşit olmasıdır. Kalbi sıhhat bulup Rabbine (CC) vâsıl olan kişinin nazarında taş ve çamur, övgü ve yergi, hastalık ve âfiyet, zenginlik ve fakirlik, dünyâ mutluluğu veyâ mutsuzluğu birdir. Böyle olan kişinin nefsi ve hevâsı ölmüştür. Cibilliyet ateşini söndürmüştür o. Şeytanını zelil etmiştir. Onun kalbinde dünyâ ve erbâbı önemsizleşmiştir. Sonra o, bütün bunların hepsinden de yüzçevirir, Mevlâ’sına (CC) yönelir; kendisine halkın arasında bir patika yol bulur, onunla Hâlık’ına (CC) ulaşır. Sağından ve solundan onu o yolda rahat bırakırlar, ona yol açarlar… Sadâkatinin ateşi ve sırrının heybetinden dolayı ondan uzaklaşırlar. İşte o zaman melekût âleminde o “azîm” diye çağırılır. Halkın tamâmı onun kalbinin ayaklarının altında olur. Onun gölgesiyle gölgelenirler. Sakın heveslenme! Sen kendinde olmayan şeyi iddia ediyorsun. Nefsin seni istilâ etmiş. Kalbinde dünyâ ve halk var. Kalbinde halk ve dünyâ Allah-ü Teâlâ’dan (CC) daha büyük yer etmiş. Sen sûfîlerin sınırları içerisinde değilsin. Eğer işâret ettiğim makâma ulaşmak istiyorsan kalbini eşyâdan tamâmiyle temizlemekle meşgul ol.

Yazıklar olsun sana! Eğer bir lokman eksik olsa, bir buğday tânen gitse, ya da bir isteğin kırılsa kıyâmetleri koparıyorsun! Rabbine (CC) îtiraz üstüne îtiraz ediyorsun. Öfkeni hanımını ve çocuklarını dövmekten, dînine ve peygamberine sövmekten çıkarıyorsun. Oysa, murâkabe ehlinden, akıllı ve uyanık biri olsaydın Rabbinin (CC) huzûrunda olmayı gözetler, onun bütün fiillerinin senin hayrına olduğunu, onların, Rabbinin (CC) sana birer nazarı olduğunu bilirdin.

Yazık sana! Açların açlığını hatırla. Hatırla, çıplakların çıplaklığını; hastaların hastalığını, mahbusların hapsini… Sana verilen belâ sana az gelmiş! Kıyâmet dehşeti içerisindeki kabir ehlini hatırla. Allah’ın (CC) senin hakkındaki hükmünü, O’nun (CC) sana baktığını, kazâ ve kaderini hatırla ki, O’ndan (CC) utanasın. Eğer hayâtın zorlaşırsa günahlarını hatırla. Onlara tevbe et. Nefine de ki: “Cenâb-ı Hakk (CC), günâhın dolayısıyla seni sıkıntıya uğrattı. Eğer günâhından tevbe eder ve Hakk’a (CC) karşı takvâ sâhibi olursan O (CC) sana her zorluktan kurtulacak bir kolaylık verir ve her sıkıntını giderecek bir çıkış yolu gösterir.” Allah-ü Teâlâ (CC) şöyle buyurmuştur: “Kim ki, Allah’a (CC) karşı takvâ sâhibi olursa, O (CC) ona bir kurtuluş yolu gösterir, onu ummadığı yerden rızıklandırır. Allah’a (CC) tevekkül edene O (CC) yeter.[1]

Akıllı kişi sadâkat sâhibi olur ve sadâkati ile yalancılardan ayrılır. Sadâkati yalana bedel yap; sebâtı kaçmaya, ikbâli idbâra, sabrı sızlanmaya, şükrü küfrân-ı nîmete, rızâyı hoşnutsuzluğa, muvâfakati münâzaaya, yakîni şüpheye bedel yap. Eğer, Hakk’ın (CC)  emrine uyar ve O’nunla (CC) çekişmezsen, küfrân-ı nîmet etmez şükredersen, hoşnutsuzluğu bırakır râzı olursan, sükûnet gösterir şüphe göstermezsen sana şöyle denir: “Allah (CC) kuluna yetmez mi?[2]

Yazık sana! Neyin varsa hepsi heves içinde heves. Allah (CC) onlara nazar etmez. Bu iş (tasavvuf) sâdece beden amelleri ile başarılamaz, bilakis o önce kalp amelleri, sonra da beden amelleri ile gerçekleşir. Hz. Peygember (SAV) kalbine işâret ederek şöyle buyururmuştur: “Zühd işte buradadır! Takvâ işte buradadır! İhlâs işte buradadır![3]

Felâha ermek istiyen kimse, tasavvuf rehberlerinin ayaklarının altına toprak olsun! Onların vasıfları nedir? Onlar dünyâyı da halkı da terketmiş kimselerdir. Arştan yerin dibine kadar, göklerde ve yerlerde dünyâya ve dünyâ ehline âit ne varsa, onlar hepsiyle vedâlaşmışlardır. Onlar öyle bir vedâ etmişlerdir ki, bir daha aslâ geri dönmezler. Halkın tamâmıyla, nefislerinin her şeyiyle vedâlaşmışlardır. Çünkü onlar her hallerinde Rableri (CC) ile varlık bulmuşlardır. Hakk’ın (CC) sohbetini nefsi ile isteyen kimse boş bir heves ve hezeyan içindedir. Zühdü ve tevhîdi sağlam olan kişi halkın elini ve varlığını görmez. Allah’tan (CC) başka veren ve O’ndan (CC) başka üstün kılan da görmez.

Ey dünyâ ehli! Bu sözleri duymaya ne kadar da ihtiyâcınız var! Ey câhil zâhidler! Bu sözleri duymaya ne kadar da ihtiyâcınız var! Zâhidlerin ve âbidlerin çoğu halkın kölesidir, onları şirk koşarlar.

Ey ihlas sâhibi! Şirkten, Rabbinin (CC) kapısına kaç. Orada dur, âfetlerin gelmesinden çekinme. Eğer O’nun (CC) kapısında durursan ve sana da halktan âfetler, belâlar gelirse, işte o zaman, kapıya daha sıkı yapış. O (CC), tevhîdin ve sadâkatinin heybeti ile belâları senden defeder. Âfetler geldiğinde sebat göster. Şu âyetleri oku: “Allah (CC) sâbit, sağlam bir söz ile îman edenlerin ayaklarını dünyâda da, âhirette de sâbit kılar.[4] “Onlara karşı sana Allah (CC) yeter. O (CC) işitendir, bilendir.[5] “Allah (CC) kuluna yetmez mi?[6] “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm” i çok çok söyle. İstiğfârı, tesbîhâtı artır. Hakk’ı (CC) bolca zikret. Belâdan, nefis, hevâ ve şeytan ordusundan ancak sadâkat ile emin olunur.

Size ne çok şey öğretiyorum, ama siz öğrenmiyorsunuz! “Allah’ın (CC) hidâyet bahşettiği kişidir hidâyete eren[7] “Allah’ın (CC) saptırdığı kimseyi hidâyete erdirecek başka bir kimse yoktur.[8]

Hz. Peygamber (SAV) sapıkların hidâyete ermesini ister ve arzulardı, bunun üzerine Allah-ü Teâlâ (CC) O’na (SAV) şu âyeti vahyetti: “Sen istediğini hidâyete erdiremezsin, fakat Allah (CC) dilediğine hidâyet bahşeder.[9] O zaman Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurdu: “Hidâyet ile gönderildim ancak, hidâyete erdirme husûsunda benim elimde bir şey yok!

Şeytanın iğvâsı, kandırması dalâletin sebebi kılınmıştır, fakat onun elinde de dalâlete düşürme husûsunda bir şey yoktur. Allah’ın (CC) kitâbına ve Resûlünün (SAV) sünnetine ittibâ edenler inanırlar ki: Kılıç tabîati îtibâriyle kesmez, aksine onunla Allah (CC) keser. Ateş bizâtihî yakmaz, onunla Allah (CC) yakar. Yemek bizâtihî doyurmaz, onunla Allah (CC) doyurur. Su bizâtihî kandırmaz, onunla Allah (CC) susuzluğu giderir. Bütün sebepler çeşit çeşit ve birbirine zıt olmasına rağmen böyledir. Onlarda ve onlarla mutasarrıf olan Allah-ü Teâlâ’dır (CC). Onlar Allah-ü Teâlâ’nın (CC) elinde birer âlettir, onlarla istediğini yapar. İbrâhîm Halîlullah (AS) ateşe atılıp Cenâb-ı Hakk (CC) O’nu (AS) yakmamayı dileyince, ateşi O’nun (AS) için serin ve selâmetli yapıverdi.

Sahih bir hadîste Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Kıyâmet günü cehennem mü’mine şöyle seslenir: Ey mü’min! Çabuk geç; nûrun nârımı söndürüyor![10] “Köleye sopa ile vurulur, hür olana ise bir işâret yeter.”

Ey Allah’ın (CC) kulları! Beş vakit namazı vaktinde kılın. Namazları âdâb ve erkânı üzere edâ edin. Sakın namazı gafletle kılmayın. Allah-ü Teâlâ’nın (CC), “Namazlarından gâfil olanlara yazıklar olsun![11] buyruğunu işitmediniz mi?

İbn Abbâs (RA) da şöyle demiştir: “Namazı vaktinden düşürmeniz, vaktinde kılmamanız, namazı terketmeniz demektir.”

Allah (CC) size rahmet etsin! Tevbe edin. Tevbenizde “Tevvâb”a (tevbeleri kabul edene) muvâfakat edin. Ey isyankârlar! Tevbe edin. Ey namazı geciktirenler! Tevbe edin. Ey şeytanın teviline uyup tevil edenler, ey şeytanın tuzağına düşenler! İsyan etmeyin; isyânın sonu ateştir. Dünyâda körlükle, sağırlıkla, müzmin hastalıkla ve fakirlikle karşılaşıp da sabretmeyen, halka muhtaç kılınıp kalbi katılaşan ve âhirette de bu yüzden ateşe düşen kimselerden de mi ibret almıyorsunuz? Bütün bunlar isyanların ve günahların felâketidir. İntikâmından, yakalamasından, muâhezesinden ve gazabından Allah-ü Teâlâ’ya (CC) sığınırız.

Allah’ım (CC)! Bizi affet. Bize affınla muâmele et. Bize hilminle, kereminle muâmele et. Senden uzaklaştırma. Sana muvâfakat ile bizi rızıklandır. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.” (Âmin)


[1] Talâk S. A.2-3.

[2] Zümer S. A.36.

[3] bak.: Müslim, es-Sahîh, “el-Birr” hadîs no: 2564.

[4] İbrâhîm S. A.27.

[5] Bakara S. A.137.

[6] Zümer S. A.36.

[7] İsrâ S. A.97.

[8] A’râf S. A.186.

[9] Kasas S. A.56.

[10] Heysemî, Mecmau’z-zevâid, VII/360, (Lübnan-1967).

[11] Mâûn S. A.5.

8. SOHBET GERÇEK FAKİRLİK-KASR-I EMEL

Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet olunmuştur: “Allah-ü Teâlâ (CC) cehennemde bir zebânî grubu yaratmıştır. Onlarla düşmanı olan kâfirlerden intikam alır. Bir kâfiri muâheze etmek istediğinde onlara şöyle der: ‘Bunu alın.’ Yetmiş bin zebânî beliriverir. O kişi o zebânîlerden birisinin eline düşünce, yağın ateşte eridiği gibi erir. Zebânînin elinde yağdan başka bir şey kalmaz. Allah-ü Teâlâ (CC) ona tekrar eski vücûdunu verir. Zebânîler daha da aşırılaşırlar. Onu ateş ile bağlarlar. Ayaklarını ve başını da ateşle bağlarlar. Sonra da öylece ateşe fırlatırlar.

Birisi “havâtır”ı (ilhâmı) sordu. Dedim ki: Havâtırın ne olduğunu sen ne bilirsin ki? Senin havâtırın şeytandan, kendinden, hevandan ve dünyandan. Senin himmetin hep değersiz şeylere. Havâtırın da o cinsten. Ne yapıyorsun? Hakk’tan (CC) gelen “hâtır” (ilham) sâdece ve sâdece mâsivâdan boşalmış olan bir kalbe gelir. Allah-ü Teâlâ’nın (CC) tıpkı şöyle buyurduğu gibi: “…Allah (CC) korusun! Biz sâdece malımızı yanında bulduğumuz kişiyi alıkoyarız.[1]

Eğer Allah-ü Teâlâ (CC) ve O’nun (CC) zikri seninle berâber ise, korkma; kalbin O’nun (CC) kurbiyeti ile dolar. Şeytandan, hevâdan ve dünyâdan gelen havâtır senden kaçar. Eğer nefisten gelen hâtırdan, hevâdan gelen hâtırdan, şeytandan gelen hâtırdan ve dünyâdan gelen hâtırdan yüz çevirirsen âhiret hâtırı sana gelir. Sonra melekten sana hâtır gelir. Son olarak da Hakk’tan (CC) sana hâtır gelir ki, işte bu hedeftir.

Ey sûfîler! Allah-ü Teâlâ (CC) “şükür mü edeceksiniz, yoksa küfür mü edeceksiniz diye, O’nu (CC) tanıyacak mısınız yoksa inkâr mı edeceksiniz” diye, “O’na (CC) itâat mi edeceksiniz yoksa isyan mı edeceksiniz” diye size nîmetler verir. Ne “meşhur bir medh u senâ” (yalakaca medhedilen kimseler) olun, ne de “gizli ayıp” (ayıbı gizli işleyenlerden) olun. Fazla şımarmayın, zîrâ rüsvaylık er veyâ geç gelir.

Bişr-i Hâfî (RA) (v. 227/841) şöyle duâ ederdi: “Allah’ım (CC)! Bana gücümün üstünde bir yük verdin. Adımı yücelttin, insanlar arasında şöhret oldum. Allah’ım (CC)! Beni kıyâmet günü rüsvay eyleme. Çünkü ben ‘meşhur bir medh u senâ ve gizli bir ayıp’ olduğumu biliyorum.”

Ey oğul! Nifâkın, güzel konuşman, belâğatin sebebiyle yüzünün sararması, belinin bükülmesi ve bütün lutufların gitmesi… işte bütün bunlar nefsinden, şeytanından, halkı şirk koşmandan ve onlardan dünyâlık istemenden dolayıdır. Kendin dışındaki herkes hakkında zannını güzelleştir. Nefsine ise kötü zan besle. Nefsini aşağıla, yaptıklarını gizle, ortaya dökme. Sana: “Allah-ü Teâlâ’nın (CC) sana verdiği nîmetleri artık anlat!” denilinceye kadar böyle ol. İbn Sem’ûn (v. 387/998) kendisine bir “kerâmet” (ikram) geldiğinde şöyle dermiş: “Bu bir tuzak. Bu şeytandan.” Kendisine “Sen kimsin? Baban kim? Sana verdiğimiz nîmeti anlat!” denilinceye kadar böyle söylermiş.

Ey muhibler! Ey mürîdler! Hakk’ı (CC) kaybetmekten sakının. O’nu (CC) kaybettiğiniz zaman her şeyi kaybetmişsinizdir. Allah-ü Teâlâ (CC) Îsâ (AS)’a şöyle vahyetti: “Ey Îsâ (AS)! Beni kaybetmekten sakın! Beni kaybedersen her şeyi kaybetmişsindir.” Îsâ (AS) da Rabbine (CC) münâcâtında şöyle duâ etti: “Yâ Rabbi (CC)! Bana tavsiyede bulun.” Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk (CC) şöyle buyurdu: “Sana beni ve beni talep etmeni tavsiye ederim.” Bu konuşma dört defâ tekrar etti. Her defâsında Îsâ (AS) böyle duâ etti ve her defâsında böyle cevap verildi. O’na (AS), “Dünyâyı talep et, âhireti talep et” diye buyurulmadı. Sanki O’na (AS) Cenâb-ı Hakk (CC) şöyle buyuruyordu: “Sana, bana itâat etmeni, bana isyan etmemeni tavsiye ederim. Yakınlığımı talep etmeni, tevhîdimi talep etmeni, benim için amel işlemeni tavsiye ederim. Benden başka her şeyden yüz çevirmeni tavsiye ederim.”

Ey fukarâlar! Fakirliğinize sabredin ki, dünyâda da âhirette de size zenginlik gelsin. Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet olunmuştur: “Sabreden fakirler kıyâmet günü Allah-ü Teâlâ’nın (CC) yanında otururlar.[2] Fakirler Rahmân’ın (CC) yanında otururlar; bugün kalpleri ile, yarın bedenleri ile. Fakirlik Hakk’ın (CC) fakîri olmaktır, O’na (CC) muhtaç olmaktır. Sabır O’nunla (CC) birlikte gayrısına sabretmektir. Onların Rableri (CC) katındaki kalpleri bir hoş buhardır. O’ndan(CC)  başkasını kabul etmezler. Tıpkı Mûsâ (AS) hakkında şöyle buyurduğu gibi: “Biz önceden, başkasından süt emmeyi O’na (AS) haram kılmıştık.[3] Kalp düzelince ve Hakk’ı (CC) tanıyınca O’ndan (CC) başkasını reddeder; O’nunla (CC) ünsiyet bulur; başkasından uzaklaşır; O’nunla (CC) rahatlığa erer; başkasıyla yorulur.

Ey cemâat! Ölümü ve daha sonrasını hatırlayın. Fânî dünyâyı toplama hırsına vedâ edin. Emellerinizi kısaltın. Hırsınızı azaltın. Sizin için en zararlı şey tûl-i emel (uzun emel) ve aşırı hırstır. Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet olunmuştur: “İnsanoğlu ölüp kabrine konulduğu zaman oraya dört melek gelir. Biri başında, biri sağında, biri solunda ve biri de ayak ucunda durur. Başında duran şöyle der: ‘Ey Âdemoğlu! Ecel geldi, emeller yarım kaldı.’ Sağında duran şöyle der: ‘Ey Âdemoğlu! Mal mülk gitti, ameller kaldı.’ Solunda duran şöyle der: ‘Ey Âdemoğlu! Şehvetler gitti, yorgunluklar kaldı.’ Ayak ucunda duran da şöyle der: ‘Ey Âdemoğlu! Eğer helâl kazandın ve “Cebbâr” olan Allah’a (CC) itâat ettin ise ne mutlu sana!’ ”

Ey camâat! Bu nasîhatlerden öğüt alın, özellikle de Allah-ü Teâlâ’nın (CC) nasîhatlerini, resullerinin (AS) nasîhatlerini iyi dinleyin. Allah’ım (CC)! Bana şâhit ol ki, ben kullarına bol bol vaaz u nasîhatte bulunuyor, onların ıslâhı için çabalıyorum.

Ey tekkede, savmaada, zâviyede oturanlar! Gelin. Sözlerimden bir harf bile olsa zevk alın. Bir gün, ya da bir hafta olsun benim sohbetime katılın, umarım ki, size faydası dokunacak bir şeyler öğrenirsiniz.

Vahlar size! Çoğunuz boş hevesler içindesiniz. Dergahlarınızda Hâlık’a (CC) ibâdet etmeye mi çalışıyorsunuz? Bu iş öyle halvete çekilip câhilce oturmakla olmaz. Yuh sana! Tâkâtin tükenip, topukların güçten kesilinceye kadar, ilmi ve ulemâyı bulma talebi peşinde koş. Şâyet âciz kalırsan, o zaman otur. Önce zâhirinle, sonra kalbinle ve mânân ile yürü. Zâhir ve bâtınınla yürümeye muvaffak olduğun zaman, Allah-ü Teâlâ’ya (CC) kurbiyeti elde edersin ve O’na (CC) vâsıl olursun.

Ey evlat! Sen daha yumurtada civcivsin, horozlanma! Bedenin oluşup yumurtadan ayrılıncaya kadar sana söz hakkı yok. Annenin kanatları altında, Peygamberinin (SAV) şerîatinin kanatları altında annenin ağzındaki ile beslenip îmânın kuvvetleninceye kadar sana konuşma hakkı yok! Salâh senin içinde yerleşince Rabbinin (CC) fazîlet tânelerini toplarsın. O zaman tavukların başına horoz kesilirsin, onları muhabbetle idâre edersin. Onlara bekçi olursun, onlara gelecek âfetleri sen karşılarsın, kendini onlara fedâ edersin. Kul, sapasağlam olunca halkın yükünü taşır ve onlara kutub ve direk olur. Hz. Peygamber’den (SAV) şöyle rivâyet olunmuştur: “İlim öğrenen, öğreten ve onunla amel eden kimse melekût âleminde “azîm” (büyük) diye çağırılır.[4] Ben de Emîrü’l-mü’minîn Alî b. Ebî Tâlib (KV)’nin dediği gibi diyorum: “Benim koltuğumun altında taşıdığım bir ilmim var; eğer sizden o ilme ehil kimseler bulsaydım esrâr (sırlar) kapısını kapalı tutmaz ve anahtarlarıyla o kapıyı açardım. Fakat ben o esrârı gizlemekle ehli gelinceye kadar muhâfaza ediyorum.”

Sâhip olduğun şeyleri muhâfaza et. Senden istenince de açıkla. Benim her şeyimi açıklamam mümkün değil. Çünkü gizlenmesi gereken haller vardır. İbn Sem’ûn şöyle dermiş: “Söylediğime inanmak velâyettir. Onda “kıdem”i olan varsa, o da onun için ziyâdedir.” Ancak dinlediği bu sözleri destekleyen, ona inanan, onunla amel eden, onda ihlaslı olan kimse Kitap ve Sünnetin hidâyetine ulaşır. Allah’a (CC) yemin olsun ki, Kitap ve Sünnet ile terbiye olan, onlarla neşv ü nemâ bulan ve onların belirlediği hudûdu aşmayanlar felâha ermişlerdir. Korkarım ki, senin îmânın da, islâmın da iğreti ve utanç verici. Bu sebeple havfini (korkunu) artır, orucunu, namazını ve seher vakti uyanık olmayı çoğalt. Sûfîlerin yüzleri üstünde uyuyup kalmaları bu yüzdendir. Bu yüzdendir ki, onlar vahşî hayvanlara karışmışlar, onların yediği otlardan yemişler, onların içtiği sudan içmişlerdir. Böylece onların gölgeleri, korunakları güneş, lambaları ise ay ve yıldızlar olmuştur. O’na (CC) vuslattan önce tâate ve kurbiyete çok çok özen gösterin. O’na (CC) karşı cüretlenme ve isyanlar ile nefislerinizi karartmayın.

Allah’ım (CC)! Bizi sana tâatte muvaffak kıl. Sana isyan etmekten uzak tut. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”


[1] Yûsuf S. A.79.

[2] bak.: Hindî, Kenzü’l-ummâl, hadîs no: 10256, (Beyrut-1979).

[3] Kasas S. A.12.

[4] Azîm-Âbâdî, Avnü’l-Ma’bûd, IV/229, (Beyrut-1415).

9. SOHBET ÖLÜME HAZIRLIK

Saçmalıkları, kıyl-u kâli bırakın. Malı zâyi etmekten sakının. Yakınlarla, komşularla, dost ve ahbaplarla sebepsiz yere çokça oturmayı terkedin. Bu boş bir hevestir. O gibi yerlerde genellikle yalan, gıybet ve günah olan konuşmalar geçer. Günah iki kişi arasında tamamlanır. Evinizden dışarı çıktığınızda yegâne maksadınız gerek kendiniz, gerekse âilenizin menfaati olsun.

Her işte söze önce başlayan sen olmayasın. Bilakis sözün cevap olsun. Birisi sana bir şey sorduğunda o soruya cevâbın senin ve soruyu soranın hayrına ise cevapla, yoksa cevaplama. Müslüman kardeşine rastladığında ona “nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” gibi sorular sorma. Ola ki, o sana nereden gelip, nereye gittiğini bildirmek istemez de, sana yalan söyler; sen de onu yalana itmiş olursun.

Kirâmen kâtibîn meleklerinden utan! Onların elindeki defteri ancak ve ancak seni kıyâmet günü sevindirecek ve ferahlatacak mallar ile doldur. O defteri tesbîhat ile, Kur’ân tilâveti ile, senin ve halkın hayrına olan sözler ile doldur. Onların mürekkebi senin gözyaşın olsun. Tevhîdin ile onların kalemlerini kuvvetlendir. Sonra onlarla birlikte “kapı”nın önüne gel ve Rabbinin (CC) katına yalnızca sen gir.

Emellerinizi kısaltın! Ölümü gözünüzün önüne dikin. Bir kardeşinizi gördüğünüzde ona vedâ edin. Ona vedâ selâmı ile selam verin. O kimse tıpkı bu şekilde, evinden çıktığı zaman da ailesiyle gönülden vedâlaşsın; ola ki, ölüm meleği onu çağırır ve onlara dönmek mümkün olmaz. Ola ki, ecel onu yolda karşılar. Bundan dolayı Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Sizden hiç kimse, vasiyeti başının altında olmadan uyumasın.[1] Birinizin üzerinde borç varsa ve ödemeye de gücü yetiyorsa ödesin. Onu ödemeyi geciktirmesin. Onu daha sonra ödeyip ödeyemeyeceğini bilemez ki!… Borcunu ödemeye gücü yetip de onu ödemeyen nefsine zulmetmiştir. Zîrâ Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: “Zenginin (gücü yetenin) borcunu ödemeyip uzatması zulümdür.[2]

Kavim (sûfîler) belâya sabır konusunda direnç gösterirler, sizin gibi sızlanmazlar. Onlardan birisi her gün bir belâya uğrar; bir gün belâ gelmezse: “İlâhî (CC)! Bugün ne günah işledim de “belâm”ı vermedin?” diye duâ eder. Belâlar çeşit çeşittir. Bâzısı bedende olur. Bâzısı kalpte olur. Bâzısı halktan gelir. Bâzısı Hâlık’tan (CC) gelir. Çile çekmemiş kimsede hayır yoktur. Belâlar Hakk’ın (CC) çengelleridir. Âbidin ve zâhidin dünyâda “himmet”e (ilâhî yardıma) nâil olması dünyâda Hakk’ın (CC) ikramları ve âhirette de cennetlerdir. Ârifin dünyâdaki himmeti îmânının bâkî kalması, âhiretteki himmeti ise Allah’ın (CC) ateşinden kurtulmasıdır. Ona kalbinden şöyle denilinceye kadar onun isteği ve arzusu bitmez: “Ne oluyor! Sâkin ol. Dur! Sende îman sâbittir. Mü’minler îmanları için senin nûrundan nurlanıyorlar. Ve sen yarın da şefâatçi, sözü makbul biri olacaksın. Halktan pek çoğunun cehennemden kurtuluşuna vesîle olacaksın. Şefâatçilerin önderi olan peygamberinin (SAV) yanında olacaksın. Başka bir şeyle meşgul ol!” İşte bu, sonunda îmânın, mârifetin, selâmetin altına mühürün basılmasıdır, imzâlanmasıdır. Halkın havâssı olan nebîlerle (AS), resullerle (AS), sıddıklarla birlikte yürümektir.

Ey münâfık! Nifakla, yapmacık davranışlarla eline ne geçer? Sen izzet ve şerefini düşünüyorsun. Halkın kalbinde yer tutmayı düşünüyorsun. Elinin öpülmesini düşünüyorsun. Sen kendini de, besleyip büyüttüğün kimseleri de, kendine tâbi kıldığın kimseleri de hem dünyâda, hem de âhirette ancak felâkete sürüklersin. Sen riyâkârsın, deccalsin, halkın malının üzerine oturan zorbasın. Hoş, senin makbul bir duan olmadığı gibi, sıddıkların kalplerinde de senin bir yerin yok! Allah (CC) seni bir ilim üzerine saptırmıştır. Toz toprak kalktığında altındakinin at mı, eşek mi olduğunu göreceksin! Toz toprak kalkınca “ricâl-i Hakk’ın” (Hak erlerinin) asil atlar üzerinde ve kendinin de topal eşek üzerinde olduğunu göreceksin. Şeytanların ve iblislerin panikçileri seni alıp götürecekler.

Sûfîler, öyle bir dereceye ulaşırlar ki, orada onlar ne duâ ederler, ne de bir şey isterler. Ne her şeyin iyi gitmesi, ne de zararın defedilmesi gibi bir arzuları olmaz. Onlar ancak kalplerinden gelen bir emir üzerine duâ ederler; bâzan kendileri için, bâzan halk için. Dilleri duâ eder, ama onlar yaptıkları duâdan haberleri olmaz.

Allah’ım (CC)! Her hâlimizde sana karşı güzel edeple bizi rızıklandır. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”


[1] Buhârî, es-Sahîh, “Vasâyâ” hadîs no: 2587.

[2] Buhârî, es-Sahîh, “Havâle” hadîs no: 2166; Müslim, es-Sahîh, “Havâle” hadîs no: 1564.

10. SOHBET NEFİS TERBİYESİ

Allah-ü Teâlâ’nın (CC) birtakım kulları vardır ki, onları âfiyet içinde yaşatır, âfiyet içinde öldürür, kıyâmet günü âfiyet içinde haşreder; onlar kazâya râzı olanlar, O’nun (CC) cennetiyle huzûra erenler ve cehennemden de korku duyanlardır. Allah’ım (CC)! Bizleri de onlardan eyle, (AMİN).

Sûfîler Hakk’a (CC) ibâdette, karanlığa ışığı getiren kimselerdir. Onlar “havf ve hazer” (korku ve endişe) ayağı üzerinde dururlar. Kötü âkıbetten korkarlar. Zîrâ Allah-ü Teâlâ’nın (CC) kendileri hakkındaki ilmini ve sonlarının ne olacağını bilmezler. Bu sebeple, karanlığa ışığı hüzünlü olarak, ağlayarak ulaştırırlar. Namazda, oruçta, hacda ve diğer bütün ibâdetlerde bu hal üzeredirler. Kalpleriyle de, dilleriyle de Rablerini (CC) zikrederler. Âhirete vardıklarında da cennete girerler. Orada Hakk’ın (CC) vechini (rızâsını) ve O’nun (CC) kendilerine bahşettiği ikramları görürler. Bunun için: “Üzerimizden hüzünü gideren Allah’a (CC) hamdolsun[1] diye O’na (CC) hamd ü senâ ederler.

Ey oğul! Îmânı sağlamlaştırırsan mârifet vâdisine, sonra ilim vâdisine, sonra nefisten ve halktan fânî olma vâdisine, sonra ne nefis ne de halkın yer almadığı “vücut” vâdisine ulaşırsın. O zaman hüznün gider. Hakk’ın (CC) muhâfazası sana hizmet eder; himâyesi seni kuşatır; muvaffakiyeti her tarafını sarar. Melekler etrâfında yürür. Ruhlar sana gelerek selam verir. Cenâb-ı Hakk (CC) seninle halka övünür. O’nun (CC) nazarı seni gözetip kollar, kurbiyetine, ünsiyetine ve münâcâtına çeker.

Ey âsîler! Günahlarınızdan tevbe edin. Rabbiniz “Gafûr” (çok affedici) ve “Rahîm” (çok merhametli)dir. O (CC) kullarının tevbesini kabul edicidir. Günahları affeder ve yok eder.

Allah’ım (CC)! Bizler her türlü günahtan, her türlü hatâdan sana tevbe ederiz. Bir daha onlara aslâ dönmeyeceğiz. “Rabbimiz (CC)! Unuttuğumuz ve hatâ yaptığımızda bizi sorguya çekme.[2] “Rabbimiz (CC)! Hidâyete erdikten sonra kalbimizi saptırma.”[3] Ey günahları bağışlayan! Bizi bağışla. Ey ayıpları örten! Ayıplarımızı ört.

O’na (CC) istiğfârda bulunun, zîrâ O (CC) günahları bağışlayandır. Çok az amele dahi karşılık verir. Hayırlı ameller üzerinde sâbit kılar. Zîrâ O (CC) “Kerîm” (çok çok ikram ve ihsân edici) ve “Cevvâd” (çok çok cömert)tir. Hiçbir sebep ve karşılık olmaksızın bağışta bulunur. Sebep olursa nasıl olur? Sen düşün! O’na (CC) tevhîd ile, sâlih ameller ile, dünyâyı terk ederek, dünyâdan yüz çevirerek, âhireti alarak, âhirete yönelmek sûretiyle, âhirete rağbet göstererek, küçük ve büyük günahları terketmek sûretiyle karşılık verin.

Hakk’ı (CC) isteyen, O’nu (CC) murad edinen kişi Hakk’tan (CC) ne cennetini ister, ne de O’nun (CC) cehenneminden korkar; bilakis o yalnızca O’nun (CC) rızâsını ister. O’nun (CC) yakınlığını umar. O’ndan (CC) uzaklaşmaktan korkar. Sen şeytanın, hevânın, dünyânın ve şehvetlerinin (arzularının) esirisin. Sende hayır yok! Kalbinin ayakları bağlı. Sende hayır yok! Allah’ım (CC)! Onu esâretinden kurtar. Bizi de kurtar. Bize “esrâr”ından (sırlarından) bir elbise giydir. (Âmin)

Beş vakit namazı vaktinde kılın. Şerîatin bütün hudutlarını koruyun. Farzı edâ edince nâfileye geçin. Azîmete yâni tercih hakkı olmayan şeylere yapışın, ruhsattan yâni tercih hakkı olan şeylerden yüz çevirin. Ruhsata yapışıp, azîmeti terkeden kimsenin dîninin yıkılmasından korkulur. Âzîmet “ricâl” (tasavvuf erleri) içindir; çünkü o zor ve meşakkatlidir. Emir ve ruhsat çocuklar ve kadınlar içindir; çünkü o kolaydır.

Ey oğul! İlk safta dur. Zîrâ o cesur erlerin safıdır. Son saftan ayrıl. O da korkakların safıdır. Bu nefsi kullan ve onu azîmete alıştır. Çünkü nefis kendisine ne yüklenirse onu taşır. Ondan sopayı eksik etme; edersen uyur ve üzerindeki yükü atar. Ona dişinin ve gözünün beyazını gösterme. O kötülüğün kuludur; ona ancak sopa ile muâmele edilir. Çalıştığında onu tam doyurma, tokluk onu azdırır. O tokluğu karşılığında çalışır.

Süfyân-ı Sevrî (v. 161/777) çok ibâdet eder ve tok olurdu. Doyduğu zaman şöyle derdi: “Karayı doyur ve döv; çünkü kara eşektir.” Sonra ibâdete kalkardı. Bundan büyük bir zevk alırdı. Birisinin şöyle dediği söylenir: “Bir keresinde Süfyân-ı Sevrî’yi gördüm. O kadar çok yemek yedi ki, ondan nefret ettim. Sonra kalkıp o kadar çok namaz kılıp ağladı ki, ona acıdım.” Çok yeme husûsunda Süfyân’a uyma. Ona çok ibâdet husûsunda uy. Sen Süfyân değilsin. Nefsini onun doyurduğu gibi doyurma; onun nefsine hâkim olduğu gibi sen nefsine hâkim olamazsın.

Kalp sapasağlam olunca, dalları, yaprakları ve meyveleri olan bir ağaç olur. Onun insan, cin ve melekten her türlü mahlûka birçok faydası dokunur. Sağlam olmayan bir kalp hayvanların kalbidir. Sûreti olur ama mânâsı olmaz. İçinde su olmayan kaptır o. Meyvesiz ağaçtır. Kuşu olmayan kafestir. Oturanı olmayan evdir. Cevherler, altınlar, dinarlardan oluşan, ancak, harcayanı olmayan bir hazînedir. Ruhsuz cesettir. Etinden sıyırılmış ceset yâni iskelet gibidir. Onun sûreti vardır ama rûhu yoktur. Allah-ü Teâlâ’dan (CC) yüz çeviren, onu inkâr eden bir kalp sıyırılmıştır, eti sıyırılmış kemiktir.

Bundan dolayıdır ki, Allah-ü Teâlâ (CC) onu taşa benzeterek şöyle buyurmuştur: “Bundan sonra kalpleriniz taş gibi, ya da ondan daha sert bir şekilde katılaştı.[4] İsrâîl Oğulları Tevrat ile amel etmeyince Hakk Teâlâ (CC) onların taş kalplerini sıyırdı ve ind-i ilâhîsinden onları kovdu. Ey Muhammedîler! Sizler de aynen böylesiniz; eğer Kur’ân-ı Kerîm ile amel etmez, onun ahkâmı ile hükmetmezseniz, Hakk Teâlâ (CC) sizin de kalbinizi sıyırır ve ilâhî kapısından sizleri de tardeder.

Allah-ü Teâlâ’nın (CC) kendisini bir ilim üzerine saptırdığı kimselerden olmayın. İlmi halk için öğrenirsen onunla amel ettiğinde halk için etmiş olursun. Fakat ilmi Allah-ü Teâlâ’nın (CC) rızâsı için öğrenirsen amelin de O’nun (CC) için olur. Tâat cennet ibâdetidir. Mâsiyet cehennem ibâdetidir. Bundan sonra iş (takdîr) O’na (CC) âittir. O (CC) isterse istediğine ameli olmaksızın da sevap verebilir, cennetini verebilir. Buna karşılık, ameli olmasına rağmen istediğine kimseye de cezâ verebilir. Bu hüküm O’na (CC) âittir. “O (CC) istediğini yapandır.[5] O (CC) yaptığından sorumlu tutulamaz, halbuki onlar (insanlar) sorumludurlar.[6]

“Sıddık”[7], Allah’ın (CC) nûru ile bakar. O ne gözünün, ne güneşin, ne de ayın ışığı ile bakar. Bunlar Allah’ın (CC) genel nûrudur, ışığıdır. Sıddîk’ın nûru ise özeldir. Allah-ü Teâlâ (CC) bu nûru ona “ikinci “ilmin (mârifetullah) nûrununun hükümlerini gerçekleştirdikten sonra bahşetmiştir.

Allah’ım (CC)! Bizi hilminle, ilminle, kurbiyetinle rızıklandır. “Bize dünyâda da, âhirette de güzellik ver ve cehennem azâbından bizi koru.”


[1] Fâtır S. A.24.

[2] Bakara S. A.286.

[3] Âl-i İmrân S. A.8.

[4] Bakara S. A.74.

[5] Bürûc S. A.16.

[6] Enbiyâ S. A.23.

[7] “Sıddîk”: Sadâkat mertebesinde temekkün etmiş kimse.