Kategori: Hz.Muhammed S.A.V.

PEYGAMBERİMİZİN CİHADA MEZUNİYETİ VE BAŞLICA DÜŞMANLARI

Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz, bütün âlemlere rahmettir. O, insanlık âlemini bir kardeşlik düzeni üzere yaşatmak ve yükseltmek isterdi. Cehalet karanlıkları içinde kalmış insanları hidayet nurları ile aydınlatmaya çalışırdı. Bunun için kavmine çok güzel öğütler verdi. On üç senede çok yumuşaklık ve tatlılık gösterdi. Ne yazık ki, onlardan birçokları bu mutlu hayatın kıymetini bilemediler. Müslümanların canlarına saldırmaktan geri durmadılar. Sonunda onları yurdlarından çıkmaya da mecbur bıraktılar. Fakat bununla da yetinmediler. Diğer Arab kabilelerini de Müslümanların aleyhine kışkırttılar. Bazı şairleri alet kullanarak Müslümanların şereflerine dil uzatmaktan çekinmediler. Artık öğüt ve tatlılıkla hareket etmek zamanı geçmiş, Müslümanlar kuvvet bulmuş, İslâm fazilet ve medeniyetini bütün dünyaya yaymak zamanı gelmişti.

Hicretin birinci yılı idi. Yüce Allah tarafından cihad için Müslümanlara izin verildi. İslâm dinini söndürmek isteyenlere karşı kuvvet kullanılmasına müsaade edildi. Bunun üzerine birçok savaşlar yapıldı, düşmanlara karşı birlikler gönderildi. Bütün bunlar, İslâm varlığını koruma yolunda yapılmıştır.

Peygamber Efendimizin bizzat bulunduğu savaşlara “Gazve” denilmiştir ki, bunun çoğulu “Gazevat’dır. Ashab-ı kiramdan bir zatın kumandası altında savaşa giden az bir kuvvete de “Seriyye” adı verilmiştir. Bir Seriyye, beş kişiden dört yüz kişiye kadar olan seçkin askeri bir birlik demektir.

Peygamberimizin gazveleri (savaşları) sayı olarak yirmi yedidir. Seriyyelerin sayısı da kırk dört veya elli altıdır. Biz bunların önemleri hakkında biraz bilgi vereceğiz.

Peygamber Efendimizin karşısında bulunan başlıca düşmanlara (gayrimüslimlere) gelince, bunlar üç sınıf idiler. Şöyle ki:

Birinci sınıf: Mekke’de bulunup da henüz iman etmemiş olan Kureyş kabilesi idi. Bunlar baştan beri Müslümanların en büyük düşmanı kesilmişlerdi. Peygamber Efendimiz Mekke’de bulunduğu süre içinde onları tatlılıkla ve hoş bir şekilde öğütlerle yola getirmeğe çalıştı. Fakat bunların düşmanlık ve saldırıları hicretten sonra da devam ettiğinden, artık onlara karşı silâh kullanılmasına mecburiyet görülmüştür.

İkinci sınıf: Tarafsızlar idi. Bunlar, işin sonunu gözlüyorlardı. Bunların bir kısmı Müslümanları severdi. Benî Hüzaa gibi… Diğer bir kısmı da Müslümanların ilerlemesini istemezdi. Benî Bekr kabilesi gibi…

Üçüncü sınıf: Bunlar Müslümanlara sulh ve anlaşma yapan Yahudi kabileleri idi. Benî Kurayza, Benî Nadir, Benî Kaynuka kabileleri gibi.

Bunlar hicretin birinci yılında Hazret-i Peygamberle sözleşme yapmışlardı. Müslümanlara asla saldırmayacaklardı. Buna karşılık da, kendileri dinî ayinlerini serbestçe yapabilecekler, mal ve canları korunmuş olacaktı. Fakat bunlar verdikleri sözde durmadılar. Müslümanların aleyhinde bulunmuşlardır.

Yukarıdaki üç sınıftan başka bir de “Münafıklar Topluluğu” meydana çıkmıştı. Bunlar görünüşte Müslüman idiler; fakat içerden Müslümanlığın aleyhinde bulunuyorlardı, bozgunculuk çıkarıyorlardı. Hazreç kabilesinden “Abdullah ibni Ubeyy ibni Selül” ve Evs kabilesinden “Haris ibni Süheyl” gibi…

Bir de, bazı şairler vardı. Bunlar önceden kabilelerinin en büyük adamları sayılıyordu. Yazdıkları şiirlerle insanların fikirlerine hakim bulunurlardı. Bunlar cahiliyet duygusu ile Müslümanların aleyhine şiirler söylerler, putperestliği överlerdi. “Übeyyetü’bnü Ebi Salt” bunlardandı.

Bu gayrimüslim şairlere karşı, Müslümanların da pek seçkin şairleri vardı. Bunlar İslâm dinini savunurlar, gayrimüslim şairlere cevab verirlerdi. Ensar’dan “Hassan ibni Sabit, Kâ’b İbni Malik, Abdullah ibni Revahe” gibi…

MÜSLÜMANLARIN İLK SANCAKTARI VE İLK SERİYYESİ

Mekke’de bulunan gayrimüslimler, Müslümanları bu mübarek yurtlarından çıkarmışlar, mallarını ellerinden almışlar, canlarına da düşman kesilmişlerdi. Yüce Allah buna karşılık cihada izin vererek bunların mallarını, canlarını ve yurtlarını Müslümanlara helâl kılmıştır.

Bunun için hicretin ikinci yılında, Mekkelilerin ticaret için Şam’a gönderdikleri bir ticaret kervanına taarruz edilmesine karar verildi. Böyle yapılmakla, düşmanların Müslümanlar aleyhindeki tecavüz hareketleri son bulacak, kuvvet ve cesaretleri de kırılacaktı.

Peygamber Efendimiz altmış süvari ile bu kafileyi izlemeye çıktı. “Benî Damre” kabilesinin yurduna kadar vardı. Fakat kafileye rastlanamadı. Beni Damre kabilesi ile karşılıklı yardımlaşma esası üzerine bir sözleşme yapıldı ve Medine’ye dönüldü.

Bu sefer esnasında Peygamber Efendimizin amcası Hazret-i Hamza sancaktar tayin edilmiştir. Kendisine beyaz bir sancak verilmişti. İşte Müslümanların ilk sancaktarı Hazret-i Hamza’dır. İlk sancağı da bu sancaktır.

Yine hicretin ikinci yılı idi. Ebu Cehil’in idaresi altında Şam’dan Mekke’ye bir Kureyş kervanı dönmüş bulunuyordu. Bunu vurmak üzere Hazret-i Hamza’nın kumandası altında otuz kişilik bir kuvvet hazırlandı. Bu kuvvet, üç yüz kişiden ibaret olan Kureyş kabilesine ansızın rastgeldi. Aralarında savaş çıkacağı sırada, iki tarafla da barışık bulunan “Cüheyne” kabilesinden Amr oğlu Mecdi ortaya çıktı; yatıştırıcı sözlerle bunların arasını buldu ve anlaştırdı. İslâm birliği bir ganimet sağlayamadı. Fakat kendisinden sayıca on kat fazla olan bir düşmanı korkutup anlaşmaya mecbur etti. Bu bakımdan maneviyat yönünden büyük bir başarı kazanmış oldular.

İşte ilk İslâm seriyyesi de bu otuz kişilik kuvvettir.

PEYGAMBERİMİZİN MEDİNE’YE HİCRETLERİ VE ORADAKİ BAZI ÇALIŞMALARI

Peygamberliğin on dördüncü yılı idi. Mekke’deki Müslümanlar Medine’ye hicret etmişlerdi. Mekke şehrinde yalnız Hazret-i Peygamber ile aile halkı ve Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ali kalmışlardı.

Müslümanların böyle Medine’ye gidip orada bir kuvvet meydana getirmeleri, Mekke’deki gayrimüslimleri düşündürüyordu. Darü’n-Nedve denilen bir binada toplandılar. Müslümanların en büyük düşmanı olan Ebû Cehil adındaki şahsın sözüne uydular. Hazret-i Peygamberi öldürmeye karar verdiler. Her kabileden bir şahıs ayrılarak geceleyin Hazret-i Peygamberin evini kuşattılar. Uyumasını bekliyorlardı, onu öldüreceklerdi.

İşte o gece, Cibril-i Emîn geldi, durumu Hazret-i Peygambere bildirdi ve Medine’ye hicret için kendisine izin verildiğini söyledi. Hazret-i Peygamber kendi yatağına Hazret-i Ali’yi yatırdı. Yerden bir avuç toprak alıp dışarda bekleyen müşriklerin üzerlerine saçtı. Hiç birisi görmeksizin aralarından çıkıp gitti. O gece bir yerde kaldı. Gündüzün öğle vakti Hazret-i Ebû Bekir’in evine gitti ve beraberce hicret edeceklerini müjdeledi.

Rebiülevvel ayının ilk günleri idi. Peygamber Efendimiz Hazret-i Ebû Bekir ile geceleyin Mekke’den çıktılar. Mekke’ye bir saatlik uzaklıkta bulunan “Sevr” dağına gittiler. Orada “Athal” denilen bir mağarada saklandılar. O gece orada kaldılar. Mekke müşrikleri durumu öğrenince, Hazret-i Peygamberin peşine düştüler. Her tarafı yokladılar. Öyle ki, bu mağaranın yanına bile geldiler. Fakat mağaranın kapısına örümcekler hemen ağlarını örmüş, güvercinler de oracıkta yuva kurmuşlardı. Orada kimsenin bulunamayacağını anlayarak geri döndüler. Bu bir mucize idi.

Sonra Peygamber Efendimiz muhterem arkadaşı ile mağaradan çıktı. Daha önce, Abdullah ibni Ureykıt adında biri aracılığı ile hazırlanmış oldukları iki deveden birine Hazret-i Peygamber ile Hazret-i Ebû Bekir, diğerine de Hazret-i Ebû Bekir’in oğlu Abdullah ile “Âmir ibni Füheyre” binerek Medine tarafına yöneldiler. Yolda birçok üstün haller meydana geldi.

Hazret-i Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin Mekke’den çıkmış olduğunu öğrenen müşrikler, Peygamberi ve arkadaşı Ebû Bekir’i yakalayıp getirecek kimselere yüz deve vereceklerini ilân etmişlerdi. Bunu almak için Benî Müdliç aşiretinden “Süraka” adında birisi Peygamberimizin arkasına düştü. Kudeyd denilen yerde Peygamberimize yetişti. Fakat atının ayakları dizlerine kadar yere battı. Bundan davranışının kötü olduğunu anladı. Peygamberimizden güvenlik sözü istedi ve onu peygamberden aldı, bu şekilde kurtuldu. Mekke’nin Fethinde de İslâmiyeti kabul etti.

Benî Eslem kabilesinde “Büreydetü’bnü’l-Huseyb” adındaki biri de, yetmiş kadar atlı ile Hazret-i Peygamberi yakalatmak sevdasına düştü. Fakat Hazret-i Peygambere yetişince, fikrini değiştirdi. Kalbinde iman parlamaya başladı, beyaz sarığını çözdü: “Ey Allah’ın Resulü! Sizin böyle bayraksız yürümenize gönlüm razı olmuyor; izin veriniz de, alemdarınız (sancaktarınız) olmak şerefine kavuşayım,” dedi ve aldığı izin üzerine, sarığını kargısının ucuna bağladı. Medine’ye bir saat uzaklıkta olan “Kuba” köyüne kadar Peygamberin yanından ayrılmadı. İslâmın ilk bayrağı bu mübarek sarıktır

Peygamberimizin Medine’ye varacağını Medineliler işitmişti. Her sabah Medine dışına çıkar, sıcaklar basıncaya kadar beklerlerdi. Bir pazartesi günü, Hazret-i Peygamber ile mağara arkadaşı Ebû Bekir’in gelmekte oldukları görüldü. Hemen karşılamaya koştular ve Kuba köyünde onlarla buluştular.

Peygamber Efendimiz Kuba’da üç gün kaldı ve meşhur Kuba mescidini yaptırdı. İslâmda yapılan ilk mescid budur. Sonra Hazret-i Ali arkadan yetişip Kuba’da Hazret-i Peygamberle buluştu. Ashab-ı kiramdan meşhur “Selman-ı Farisî” de Kuba’ya gelip İslâm dinini kabul etti.

Peygamber Efendimiz, Rebiülevvel ayının on altısına raslayan bir cuma günü idi ki, sabahleyin Müslümanlardan yüz kişi ile Kuba’dan ayrılıp medine’ye yürüdüler. Yolda “Ranuna” denilen derenin üst tarafına indiler. Peygamber Efendimiz orada çok açık ve güzel hutbe okuyup cuma namazını kıldırdı. Hazret-i Peygamberin ilk kıldırdığı cuma namazı budur.

Peygamber Efendimiz, o gün Medine’ye şeref verdiler. O gün Müslümanlar için bayram olmuştu. Her ağızdan: “Ya Resûlallah” Hoş geldiniz,” sesleri yükseliyordu. Her yüzde bir neşe ve sevinç parlıyordu. Güzel şiirler okunuyordu. Ensar-ı kiramdan her biri: “Ya Resûlallah! Benim evimi şereflendir,” diye yalvarıyordu. Fakat Peygamber Efendimiz, hiç birinin gönlü kalmasın diye: “Devemi bırakınız, Yüce Allah tarafından görevlendirildiği tarafa gidiyor. Bakalım nerede duracak!” buyurdu. Deve de önce “Malik ibni Neccar”ın evi önündeki boş arsada çöktü. Sonra kalkıp Beni Neccar’dan “Halid Ebû Eyyüb El-Ensarî’nin evinin önünde çöktü. Oradan da kalkıp yine eski yerine dönerek orada durdu. Peygamber Efendimiz: “İnşallah konağımız burasıdır,” diyerek Hazret-i Halid’in evine şereflendirdi. Yedi ay o evde oturdu.

Ensar-ı kiram (Medineli ashab), her gün peygamberi ziyaret ederek nöbetle yemek getirir ve hizmette bulunurlardı. O süre içinde, adı geçen boş arsa on miskal altına satın alınarak üzerinde bir mescid bina edildi. Bugün imarına pek büyük önem verilerek yapılmış olan Mescid-i Nebevi (Peygamberin Mescidi) işte aslen bu mübarek mesciddir. Bunun çevresinde yapılmış olan hücreler (odalar) tamamlanınca Peygamber Efendimiz bunlara taşındı. Mekke’de kalmış olan mü’minlerin annesi Hazret-i Sevde ile Peygamberimizin diğer aileleri Medine’ye getirildi. Artık Medine-i Münevvere bu mübarek mü’minlerin ikinci yurdu olmuştu.

Müslümanlar tarafından kubul edilen “Hicrî Tarih”, Peygamber Efendimizin Medine’ye hicret ettikleri yılın Muharrem ayından başlar. Bu tarihten itibaren Müslümanlar için pek parlak bir ilerleme ve açılma devresi başlamış oldu.

Mescid-i Nebevi (Peygamberin Mescidi) yapıldıktan sonra, ashab-ı kiram toplanıp beş vakit namazı cemaatla kılmaya başlamışlardı. Fakat namaz vakitlerini ilân edip bildirmek gerekiyordu. Başka milletlerin ibadete çağrı için boru öttürmek, çan çalmak, yüksek bir yerde ateş yakmak gibi kabul etmiş oldukları anlamsız işaretler İslâmiyete yakışmazdı. Bir aralık Hazret-i Ömer’in teklifi ile: “Essalâte Camiaten (topluca namaza)” diye seslenildi. Sonra Ensar-ı kiramdan Abdullah ibni Zeyd’e rüyasında bildiğimiz şekilde ezan öğretildi. Hazret-i Ömer de böyle bir rüya gördü. Peygamber Efendimiz bunu işitince: “İnşaallah bu rüya hakdır, namaza böyle çağrılmalıdır,” diye emretti. Sonra bu rüya, Allah’ın vahyi ile de sağlamlaştırıldı. Artık namaz vakitleri bu şekilde ilân edilir oldu.

Yeryüzünde namaz vakitleri değişik saat ve zamanlara rast geldiği için, hiç bir saat yoktur ki, orada, Muhammedi Ezan okunmasın. Bu şekilde Yüce Allah’ın birliği ve büyüklüğü, Peygamberimizin elçiliği, namazın kurtuluşa sebeb olduğu bütün insanlık âlemine yüksek bir sesle ilân edilmiş oluyor.

Peygamber Efendimiz ilk müezzini Bilâl Habeşî’dir. Ebu Mahzure Samure İle Amr ibni Ümmi Mektüm ve Sa’dü’l-Karaz da Peygamberimizin müezzinlerindendir. (Radıyallahu Teâlâ anhüm).

İSLÂMİYETİN MEDİNE’DE YAYILMASI VE MÜSLÜMANLARIN ORAYA HİCRETİ

Medine’nin eski adı “Yesrib” idi. Oraya Yemen’in Ezd kabilesinden bir toplum gelip yerleşmişlerdi. Bu toplumun başkanı olan Haris ölünce, Evs ve Hazreç adlarındaki iki oğlunu bırakmıştı. O toplum da ikiye ayrıldı. Bir kısım Evs, diğer bir kısmı da Hazreç’e bağlandı. Böylece Medine’de Evs ve Hazreç adında iki kabile türemiş oldu. Daha sonra bunların arasına şiddetli düşmanlık girdi. Daima birbirleriyle çarpışıp dururlardı. Dünyayı verseler aralarını bulmak ve kalblerini birleştirmek mümkün değildi. Fakat ne zaman ki İslâmiyet nurları parlamaya başladı, hemen o eski düşmanlığı unuttular. Bu düşmanlık yerine bir sevgi ve bir kardeşlik meydana geldi. Birbirine din bağı ile bağlandılar ve birbirinin selâmetine, mutluluğuna çalıştılar. Böylece ortak düşmanları olan Yahudilere üstün geldiler.

İşte İslâmiyet Medine’de bu iki kabile arasında günden güne hızla yayılıyordu. Ashab-ı kiramdan ”Umeyr oğlu Mus’ab” bunlara Kur’ân-ı Kerîm ve İslâm ahlâkını öğretmek için Medine’ye gönderilmişti. Sonra Başkanları olan “Sa’d ibni Muaz ve Üseyyid ibni Hudayr” de Müslüman olunca, bu iki kabile arasında İslâm olma nimetine kavuşmayan kalmamış gibiydi.

Mekke’deki Müslümanlar, müşriklerden çekilemeyecek derecede eziyet görüyorlardı. İkinci Akabe Bey’atından sonra, azar azar gizlice Medine’ye hicrete başladılar. Yalnız Hazret-i Ömer Mekke’den çıkacağı zaman Kabe’yi ziyaret edip orada toplanmış bulunan müşriklere açıkça şöyle söyledi: “Siz ne akılsız kimselersiniz ki, taştan ve ağaçtan yapılmış şeyleri mabud tanıyorsunuz!.. İşte ben gidiyorum… Babasını evlâdsız, evlâdını babasız, karısını kocasız bırakmak isteyenler varsa, beni izlesin.” Bu konuşmayı açıktan yaparak çıkıp gitmişti.

Medine-i münevvere’ye hicret eden ashab-ı kirama, Muhacirin (göç edenler) denir. Medine halkından olan ashab-ı kirama da Ensar (yardım edenler) denir. Bu zatlar muhacirlere çok büyük yardımlarda bulundukları için kendilerine “Ensar” unvanı verilmiştir. Yüce Allah hepsinden razı olsun.

AYIN BÖLÜNMESİ VE MİRAÇ MUCİZELERİ

Ayın iki parçaya ayrılması, peygamberliğin sekizinci yılında olmuştur. Şöyle ki: Müşriklerden bir kısım kimseler, mehtaplı bir gecede, ayın ikiye ayrılıp sonra birleşmesini Peygamber Efendimizden istediler. Böyle bir mucize gösterilmedikçe, iman etmeyeceklerini söylediler. Hazret-i Peygamber de Yüce Allah’a dua etti. Ay da, Yüce Allah’ın kudreti ile iki parçaya ayrıldı. Bir parçası Nur (Hira) dağının bir tarafında, diğer parçası da öbür tarafında yüksekten göründü. Sonra birleşip eski halini aldı. Bu mucizeyi, o gece bazı yolcular da görmüştü. Mekke’ye geldikleri zaman bu olayı anlattılar. Ne yazık ki, müşrikler yine iman etmediler. Bu olayı bir sihir sandılar. Oysa ki, Yüce Allah’ın kudreti her şeye yeterlidir. Bir peygamber için mucize olmak üzere böyle bir olayı meydana getirmesine ne engel vardır? Gökyüzünde nur saçan birçok yıldızların veya diğer varlıkların güneşten ayrılarak onun çevresinde bir düzen kurduklarını bugünkü alimler iddia edip duruyorlar. Artık bu üstün âlemleri yaratıp düzene sokan Yüce Allah böyle bir mucizeyi yaratamaz mı?..

Çok yazıktır ki, inkarcı ve gafil insanlar, Yüce Allah’ın sonsuz kudretini hudutlandırmış oluyorlar da, bundan haberleri olmuyor. Doğrusu böyle tabiatla ilgili mucizeleri inkâr etmeye veya başka türlü yorumlamaya asla ihtiyaç yoktur. Yazıklar olsun buna aykırı bir düşünceye sahib olanlara!..

Peygamberliğin on üçüncü senesinde de “Miraç” mucizesi olmuştur. Şöyle ki: Peygamber Efendimiz Sallallahu aleyhi vesellem Hazretleri, Medine’ye hicretlerinden sekiz ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi idi. Cibril-i Emin geldi ve “Burak”adında bi binit getirdi. Peygamberimizi alıp Kudüs’deki “Mescid-i Aksa”ya götürdü. Oradan göklere çıkardı. Peygamber Efendimiz nice âlemler gördü. Diğer peygamberlerin ruhları ile görüştü. “Sidretü’l-Münteha” denilen makama kadar vardı. Yüce Allah’ın birçok tecellisine kavuştu. Peygamberin kendisine ve ümmetine beş vakit namaz farz kılındı. Aynı gece ve kısa bir zaman içinde evine geri getirildi. Sabahleyin bu olağanüstü olayı insanlara haber verince, mü’minler onu tebrik ettiler. Müşrikler ise, “Böyle bir şey olamaz” diyerek inkârda bulundular.

O bilgisiz ve düşüncesiz insanlar hayvanlara, taşlara ve ağaçlara tapıyorlardı. Yüce Allah’ın kudretini de, bu taptıkları şeylerin kudretine ve kuvvetine benzeterek böyle üstün bir olayın meydana gelmesine imkân göremiyorlardı. Eğer bunlar, bu kâinatı yaratanın nasıl büyük bir yaratıcı olduğunu biraz bilseler ve eğer o hikmet sahibi Allah’ın şu üstümüzdeki sonsuz boşlukta milyonlarca büyük küçük küreleri tutup büyük bir hızla hareket ettirmekte olduğunu düşünselerdi, böyle bir mucizeyi inkâra gerek görmezlerdi. Zavallı insanlar!.. Kendi yapacakları taşıtlarla, füzelerle Merih’lere ve Zühre’lere yükselip çıkabileceklerini düşündükleri halde, Miraç olayının sadece Allah’ın kudreti ile olmasını nasıl uzak görebilirler?..

Şüphe yok ki, Yüce Allah’ın gücü her şeye yeter.

PEYGAMBERİMİZİN KABİLELERİ DİNE DAVETİ VE AKABE BEY’ATI

Mekke’deki müşrikler, Ebû Talib’in öğütlerini dinlemediler. Onun ölümünden sonra Hazret-i Peygambere daha ziyade düşmanlık ettiler. Eziyet etmeğe kalkıştılar. Peygamber Efendimiz de azadlısı olan Zeyd’le beraber Mekke’den çıkıp Taife gitti. Önce civarında bulunan “Bakr ibni Vail” kabilesi ile “Kahtan” kabilelerinden birini dine davet etti; fakat bunlar daveti kabul etmediler. Sonra Taife vardılar. Orada “Benî Sakıf’ kabilesini dine çağırdı; onlar da kabul etmediler, uygunsuz sözler söylediler. Hazret-i Peygamber Mekke’ye döndü, Mekke’ye bir konaklık mesafede bulunan “Batni Nahle” vadisine gelince, bir gece orada kalıp ibadetle meşgul oldu. “Errahman” sûresini okurken cinlerden bir bölük gelip okunan âyetleri dinlediler ve Peygamber Efendimize iman ettiler. Duyduklarını gidip diğer cinlere de anlattılar. Bu bir gerçektir. Bunu Kur’ân-ı Kerîm bildirmektedir.

Peygamber Efendimiz yalnız insanlara değil, cinlere de peygamber gönderilmiş bulunmaktadır. Bunun içindir ki, kendisine Resulü’s Sakaleyn (insanların ve cinlerin peygamberi) denilmiştir. Meleklere de peygamber olarak gönderilmiş bulunduğunu söyleyenler vardır. Gerçek şu ki, onun varlığı bütün âlemler ve yaratıklar için Allah tarafından bir rahmet olmuştur.

Peygamber Efendimiz Taif’den Mekke’ye dönünce, yine her türlü eziyetlere katlanarak halkı İslâm dinine çağırmaya devam etti. Her sene hac mevsiminde civardan Mekke’ye gelen ve “Suk-ı Ukaz” denilen panayırda toplanan kabilelerle görüşüp onları İslâm dinine çağırıyordu. Bunlardan bir kısmı daveti kabul ederek Müslüman olmuş ve böylece İslâmiyet yavaşça Arab yarımadasına yayılmaya başlamıştı. Mekke müşrikleri de, bu yayılmanın önüne geçmek istiyorlardı. Peygamberimize iftira ediyor, ona şair, kâhin, mecnun, sahir demek küstahlığında bulunuyorlardı.

Ne garipdir ki, içlerinde “Velid ibni Muğire” gibi cin fikirli adamlar, Hazret-i peygamber için şöyle diyorlardı:

“Biz Muhammed’e Sallallahu aleyhi vesellem nasıl kâhin diyebiliriz ki, onun sözleri asla kâhinin sözlerine benzemiyor. Biz ona nasıl mecnun diyelim ki, onda asla cinnet alâmeti yoktur. Biz ona şair de diyemeyiz; çünkü biz şiirin bütün kısımlarını biliriz. Onun sözleri bunlardan hiç birine benzemiyor. Ona büyücü veya sihirbaz da diyemeyiz; çünkü o ne okuyup üflüyor, ne düğüm bağlıyor. Onun neresi sihirbaza benziyor? Doğrusu bu dediklerimizin hiç biri ona yakışmıyor.”

Birtakım hayırsız kimseler, peygamberde görülen İlâhi nuları ve olgunluk hallerini anlayamayıp ondan yararlanamadıkları gibi, başkalarının da yararlanmasına engel oluyorlardı. Fakat zavallılar bilmiyorlar ki, Yüce Allah’ın güneşini hiç kimse perdeleyemez. Allah’ın nurunu kimse söndüremez. Böyle tehlikeli hareketlerde bulunanlar ve kötü kuruntu taşıyanlar yıkılıp giderler. Allah’ın nuru yine anlayış sahibi mü’minlerin gönlünü aydınlatmaya devam edip gider. Dünya tarihi buna şahiddir.

Peygamberliğin on birinci yılı idi. Peygamber Efendimiz yine hac mevsiminde kabileleri dine davet ediyordu. Medine halkından ve Hazreç kabilesinden bir topluluğa “Akabe” denilen tepede rasgeldi. Kendilerine İslâm dinini anlattı. Kalbleri duygulandıran ve aklı düşünmeye götüren Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinden bir mikdar okudu. O muhterem topluluk da, İslâmiyetin ne yüksek bir din olduğunu anlayarak Allah’ın peygamberini doğruladılar ve iman ettiler. Bir yıl sonra bunlardan beş kişi ile yine Medine halkından diğer yedi kişi gelip “Akabe” isimli yerde Hazret-i Peygamberle görüştüler. “Bundan sonra Yüce Allah’a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina etmeyeceklerine, hiç kimseye iftirada bulunmayacaklarına, kız çocuklarını öldürmeyeceklerine” dair Hazret-i Peygambere söz verdi, and içtiler. İşte bu şekilde yapılan sözleşme’ye (and’a), “Birinci Akabe Bey’atı” denir.

Birinci Akabe Bey’atını yapan ashab-ı kiram Medine’ye döndüler, orada İslâmiyeti yaymaya başladılar. Peygamberliğin on üçüncü yılında, Medine’deki Evs ve Hazreç kabilelerinden yetmiş üç erkek ile iki hanım yeniden geldiler. Ebu Eyyüb El-Ensarî de bunların arasında idi. Peygamber Efendimizle Akabe denilen yerde buluştular ve İslâmiyeti kabul ettiler. Ayrıca Peygamber Efendimizi Medine’ye davet ettiler. Medine’ye şeref verdikleri zaman da kendisini canları gibi koruyacaklarını ve emirlerine uyacaklarını, Müslümanların fakirlerine ve zayıflarına yardım edeceklerine yemin ederek kabullendiler ve buna söz verdi, and içtiler. İşte bununla “İkinci Akabe Bey’atı” meydana gelmiştir.

EBÛ TALİB İLE HAZRET-İ HADİCE’NİN VEFATLARI

Amcası Ebû Talib, Peygamberimizi çok sever, pek ziyade korurdu. Efendimizin pek muhterem ve pek doğru sözlü bir zat olduğunu bilirdi. Fakat kavminin dedikodusundan çekinerek görünüşte iman etmiş değildi. Kalben iman etmiş olduğu kendisine isnad edilen bazı şiirlerinden anlaşılmaktadır. Gerçeği ancak Yüce Allah bilir. Seksen yaşında olduğu halde, Risaletin onuncu yılında vefat etmiştir.

Ebû Talib ölümüne yakın bir zamanda Kureyş büyüklerini yanına çağırarak onlara şöyle bir öğüt vermiş: “Ey Arab’ın seçkinleri! Kimsesizlere sevgi, fakirlere yardım ediniz. Namus ve fazileti gözetiniz. Daima birlik ve beraberlik içinde hareket ediniz. Özellikle Muhammedül’l-Emîn’e itaat edip onu gözetiniz. İyi biliniz ki, Hazret-i Muhammed her sözünde doğrudur. O, Allah’ın hidayetine başarısına kavuşmuştur. Bütün Kureyş oymakları ve bütün çevre insanları onun emrine boyun eğecek, onun çağrısına koşacaktır. Eğer daha yaşayacak olsaydım, her türlü zorluklara katlanarak ona yardıma davem ederdim.”

Ebû Talib’den üç gün sonra da “Hadicetü’l-Kübra” validemiz vefat etmiştir. Bunların ölümleri Peygamber Efendimizi çok duygulandırmıştı. Peygamber Efendimiz Hazret-i Hatice’den çok memnundu. Onun üzerine başkası ile evlenmemişti. Onun için şöyle buyurmuştur: “Bana ondan daha hayırlı bir zevce nasib olmadı. Beni kimseler doğrulamadığı bir zamanda o doğruladı. Benden herkes malını esirgerken o, mallarını bana harcadı. Benim dünyada bir dostum vardı; o da Hatice idi.”

Peygamber Efendimiz Hazret-i Hatice’nin vefatından sonra Zem’anın kızı “Sevde” validemizle, Hazret-i Ebû Bekir’in kızı “Aişe-i Sıddıka” validemizle, daha sonra Hazret-i Ömer’in kızı “Hafsa” validemizle, Hazret-i Ebû Süfyan’ın kızı “Ümmü Habibe” validemizle evlenmiştir. Yüce Allah hepsinden razı olsun.

PEYGAMBER SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM EFENDİMİZİN ALLAH’IN VAHYİNE VE ELÇİLİĞİNE KAVUŞMASI

Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, çocukluğundan beri üstün bir fazilet ve çok güzel bir ahlâk içinde yaşamıştı. Kavminin cahilce yaptıkları işlerden ve âdetlerden tamamen uzaktı. Kimseden bir şey okumamış, bir şey yazmamıştı. Kimse ile dini konulara ait bir şey konuşmamıştı. Onun üzerinde kimsenin hocalık hakkı olamazdı. O, bütün cihanın en büyük hocası ve en yüksek mürşidi olmaya adaydı. Onu, Yüce Allah bir mucize olarak yaratmıştı. Onun kalbine bütün ilim ve hikmetleri doğrudan doğruya Cenâbı Hakk bırakacaktı. O, tam bir masumiyet içinde kırk yaşına yaklaşmıştı. O sırada mübarek gözlerine melekler görünür, “Ya Muhammed!” diye ortalıktan seslenilirdi. Kendisine taşlardan ve ağaçlardan selâm sesleri gelirdi. Aklı, zekâsı, maddî manevî sağlığı üstün bir şekilde mükemmeldi.

Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz tam kırk yaşına girince, peygamberlik şerefine kavuştu. Şöyle ki: Peygamber Efendimiz, Mekke halkından bazı büyüklerin âdetleri üzere kırk yaşlarına yakın yılda bir ay kadar gider, Hira dağında bir mağarada bekleyip Yüce Allah’ın kudret ve azametini düşünür, oradan geçen yolculara yiyecek ve içecek verirdi. Tam kırk yaşına girince, önce altı ay kadar rüyasında gördüğü şeyler sabah aydınlığı gibi açık olarak meydana çıkmaya başladı. Bu, Peygamberliğin bir başlangıcı idi. Yüce Allah’ın vahy suretiyle vereceği hükümleri ve indireceği Kur’ân âyetlerini kavrayabilmesi için bir alıştırma demekti. Bu altı aydan sonra, yine Hira’da iken bir gün Melek Cibrîl-i Emîn geldi. “İkra” sûresinin ilk âyetini getirdi. Kendisini peygamberlikle müjdeledi.

Peygamber Efendimiz, Kur’ân-ı Kerîm’in inmeye başlaması dehşetinden titremiş, kim bilir ne büyük manevî haz ve heyecan içinde kalmıştı. Hemen muhterem zevcesi Hadice’nin yanına giderek durumu anlatmış, böylece peygamberliğe kavuştuğu gerçekleşmişti.

Bundan sonra bir süre İlâhî vahy kesildi. Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri inmedi. Çok şiddetli olan Allah’ın vahyine güç kazanabilmek için ve tam bir istek kazanmak için böyle bir süre beklemeye gerek vardı. Rivayete göre bu süre üç yıldır. Bundan sonra tekrar Cibrîl-i Emîn göründü. Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerini getirmeye başladı. Peygamber Efendimiz de, gerek kendi kavmini ve gerekse diğer bütün insanları hak dine (İslama) çağırmaya görevlendirilmiş oldu.

Peygamber Efendimiz Allah tarafından aldığı göreve, Nübüvvet, Risalet denildiği gibi, Bi’set ve Meb’usiyet de denir. Onun için Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyhi veselem efendimiz , Yüce Allah’ın bir Nebîsidir, bir Resulüdür, Bir Meb’usudur (elçisi ve peygamberidir). O bütün peygamberlerin sonuncusu ve en faziletlisidir.

Peygamber Efendimize Allah tarafından Kur’ân âyetlerinin gelmesine “Nüzul-i Kur’ân” denir. Bu âyetleri Cibrîl-i Emîn’in getirmesine de: “İnzal, Tenzil” denilir. Bu yönden Kur’ân-ı Kerîm’e “‘Kitab-ı Münzel” denilmektedir.

PEYGAMBER SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM EFENDİMİZİN ÇOCUKLUĞU VE İLK EVLENMELERİ

Peygamber Efendimizin çocukluk çağı, pek kutsal bir halde geçti. Daha doğar doğmaz birtakım mucizeler belirmiş, kavim ve kabilesi arasında bir bolluk ve bereket meydana gelmişti. Kâbe-i Muazzama içinde bulunan müşriklere ait putlar, yüzleri üzere yere düşmüş, ateşe tapanların ateşleri sönmüş, acaib rüyalar görülmüştü.

Peygamber Efendimizin dedeleri arasında evlâddan evlâda geçen bir nur vardı. Bu nur sonunda Peygamber Efendimize geçti ve onun mübarek yüzünde parlamaya başladı.

Mekke-i Mükerreme halkı, yeni doğan çocukları, havası hoş olan yerlerde yaşayan ve dilleri pek açık olan aşiretlerden birer süt anneye verirlerdi. Hazret-i Muhammed’i de, Beni Sa’d kabilesinden Haris adındaki adamın karısı Halime’ye verdiler. Halime, bu meleklerden daha güzel ve daha pak olan çocuğu bağrına bastı, yurduna alıp götürdü. Onu dört yıl besledi. Bu süre içinde Hazret-i Muhammed’de gördüğü üstün hallere ve yurdunda beliren berekete nihayet yoktu. Artık onu getirip annesi Amine’ye teslim etti. Hazret-i Amine de bu masum yavrusunu alıp dayı çocukları bulunan Neccar oğullarını ziyaret için Medine-i Münevvere’ye götürdü. Bir süre orada kaldılar. Sonra Mekke’ye dönerken, Hazret-i Âmine Ebva denilen yerde daha yirmi yaşında iken vefat etti. Peygamber Efendimiz henüz altı yaşında iken annesini de kaybederek öksüz kalmış oldu. Ümmü Eymen adındaki dadısı, kendisini alıp Mekke’ye getirdi ve dedesi Abdulmuttalib’e teslim etti. İki yıl sonra da Abdulmuttalib vefat etti. Ondan sonra Peygamber Efendimiz, amcası Ebû Talib’in yanında kaldı.

Ebû Talib, kardeşinin oğlu Hazret-i Muhammed’i pek çok sever, pek ziyade korurdu. Ebû Talib bazen ticaret için kafile ile Şam tarafına gidiyordu. Henüz on iki yaşında bulunan Hazret-i Muhammed’i de beraber götürdü. Busra denilen yere kadar gittiler. Alış-verişi bitirip birkaç gün sonra geri döndüler.

Peygamber Efendimiz on yedi yaşında iken de, diğer amcası Zübeyr ile Yemen’e gidip az sonra dönmüşlerdi.

Hazret-i Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz artık Kureyş arasında büyük bir şeref ve şan sahibi olmuştu. Kendisine Muhamme-dü’l-Emîn deniliyordu. Kureyş kabilesinin pek şerefli ailesinden Huveylid kızı Hadice adında çok muhterem ve zengin bir hanım vardı. Daha genç iken dul kalmıştı. Bazı adamlara sermaye vererek ticaret yaptırıyordu.

Peygamber Efendimize de sermaye verdi. Kölesi Meysere’yi de beraberine verip Şam tarafına gitmelerini istedi. Peygamber Efendimiz bu teklifi kabul ederek Busra’ya kadar gitti. Orada işlerini görüp birkaç gün içinde geri döndüler.

İşte Peygamber Efendimizin gençliğindeki seyahatleri bundan ibarettir. Bu seyahatler süresince kendisinden bazı mucizeler çıkmış, kendisinin büyüklüğünü bazı kimseler görüp anlamışlardı. Fakat yazdığımız gibi, bu yolculuklar uzun bir zaman devam etmediği için, Peygamber Efendimiz birtakım şahıslarla görüşme imkânını bulamamıştı.

Peygamber Efendimiz henüz yirmi beş yaşında idi. Hazret-i Hadice de, kırk yaşını geçmişti. Pek yüksek bir ruha sahib olan ve çok şerefli bir aileye mensub bulunan Hazret-i Hadice, Peygamber Efendimizin muhterem zevcesi olmak şerefine her yönden lâyıktı. Onun için Peygamber Efendimiz Hazret-i Hadice ile evlenmiş, o mübarek annemiz de ilk zevcesi olmak şerefine kavuşmuştur.

Peygamber Efendimizin, cariyesi Mariye’den doğan İbrahim adındaki oğlundan başka, bütün erkek ve kız evlâdı Haticetü’l-Kübra validemizden dünyaya gelmiştir. Önce Kasım adındaki oğlu doğmuş, bunun üzerine Hazret-i Peygambere künye olarak Ebû’l-Kasım (Kasım’ın Babası) denilmiştir. Sonra oğlu Abdullah ile Zeyneb, Rukiye, Ümmü Gülsüm ve Fatımetü’z-Zehra adındaki kızları dünyaya gelmiştir. Kasım, İbrahim ve Abdullah Hazretleri daha çocuk iken vefat etmişlerdir. Peygamber Efendimizden sonra yalnız Fatma kaldı. O da altı ay geçmeden Peygamber Efendimizden sonra vefat etmiştir. Böylece iki oğlu Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin’i öksüz bırakmıştır. Yüce Allah hepsinden razı olsun.

PEYGAMBER SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM EFENDİMİZİN MÜBAREK NESEBLERİ

Resûl-i Ekrem Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, Kureyş kabilesindendir. Haşim ailesinden gelmiştir. Muhterem babasının adı Abdullah, dedesinin adı Abdülmutalib ve annesinin adı “Amine”dir.

Peygamber Efendimizin baba tarafından mübarek nesebleri şöyledir:

Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz İbni Abdullah, İbni Abdülmuttalib, Haşim, Abdi Menaf, Kusey, Hakim, Mürre, Kâ’b, Lüey, Galib, Fihr, Malik, Nadir, Kinane, Hüzeyme, Müdrike, İlyas, Mudar, Nizar, Mead, Adnan. Adnan da İsmail aleyhisselâm’ın oğlu “Kıyzar”ın neslindendir. Adlarını yazdığımız bu zatlardan her birinin evlâdı birçok kabilelere ayrılmıştır. Malik’in oğlu Fihr’in evlâdından da Kureyş kabilesi meydana gelmiştir.

Peygamber Efendimizin anne tarafından yüksek nesebleri de şöyledir:

Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz İbni Amine, binti Vehb, İbni Abdi Menaf, İbni Zühre, İbni Hakim.

Buna göre, Peygamber Efendimizin babası tarafından mübarek nesebleriyle ana tarafından nesebleri Mürre oğlu Hakim’de birleşiyor.

Kureyş kabilesinin Reisi bulunan Abdülmuttalib, Peygamber Efendimizin hem dedesi, hem de Kabe’nin Mütevellisi idi (Kabe’nin idare ve ihtiyaçlarını görüyordu). Bunun, Ebû Talib, Ebû Leheb, Haris, Zübeyr, Hamza, Abbas, Abdullah ve diğerleri olmak üzere on üç oğlu vardı. Fakat bunlardan en ziyade Abdullah’ı severdi. Çünkü onda başka bir güzellik, başka bir nüraniyet vardı. Abdulmuttalib bu sevgili oğluna Beni Zühre Reisi Vehb’in kızı olan ve Kureyş kızları içinde her yönden seçkin bulunan Hazret-i Amine’yi nikahladı. İşte bu iki kutsal varlıktan Peygamber Efendimiz dünyaya şeref vermiştir.

Abdullah Hazretleri, Peygamber Efendimizin doğuşundan iki ay önce bir ticaret kafilesi ile Medine-i Münevvere’ye gidip orada vefat etti. O zaman yirmi beş yaşındaydı. Böylece Peygamber Efendimiz yetim kalmıştı.

HAZRETİ MUHAMMED MUSTAFA SALALLAHU ALEYHİ VE SELLEM EFENDİMİZİN HAYATI

Yüce Allah’ın bütün insanlara son Peygamberi olan Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyhi ve selem Efendimiz, Arabistan’da Mekke-i Mükerreme şehrinde milâdın beş yüz yetmiş birinci yılında dünyayı şereflendirmişlerdir.

İslâm’ın ilk yayıldığı yer Arabistan’dır. Buraya Ceziretü’l Arab (Arab yarımadası)’da denir. Burası Asya Kıt’asının güney batısında büyük bir yarımadadır. Hicaz, Yemen, Umman, Hadremut, Necd bölgelerine ayrılır. İşte Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere şehirleri, bu araziden olan Hicaz bölgesindedir.

Arabistan’da oturanlar, öteden beri Arab kabileleridir. Bunlar şu dört kısma ayrılmıştır:

1- Arab-ı Baide: Bunlar Arabistan’ın en eski halkıdır. Ad ve Semud kavimleri bunlardandır. Bunların tarihleri bilinmemektedir. Onlar sönüp gitmişlerdir.

2- Arab-ı Aribe (Mütearribe)Bunlar, Yemen’de hükümet kurmuş olan Kahtan’a mensubdurlar. Kahtan’m asıl dili, Süryanî idi. Bunların evlâdı, Arab-ı Baide’ye karıştığından, bu Arab-ı Aribe türemiş ve Arabça konuşmaya başlamışlardır. Cürhüm kabilesi bunlardandı. Bu arabların da nesilleri kesilip gitmişlerdir.

3- Arab-ı Müstaribe: Bunlar, İsmail Aleyhisselam’a mensupturlar. Hazret-i İsmail’in evladı, Arab-ı Aribe arasına karışmış olduğundan, bu Arab-ı Müsta’ribe meydana gelmiştir. Hazret-i İsmail’in asıl dili, İbranî iken, Cürhüm kabilesi arasında yaşamakla Arabça konuşmuş ve bu dili evlâdına iletmiştir.

Arab-ı Müstaribe, birçok kabilelere ayrılmıştır. Peygamberimizin zamanında Arabistan halkı da bu Arab-ı Müstarebeden ibaretti. Bu kabilelerin en seçkini Kureyş kabilesidir.

4- Arab-ı Müsta’cime: Bunlar, İslâmiyet’in ortaya çıkışından sonra, İslâmiyeti kabul edip Arablaşmış olan kavimlerdir. Suriye, Irak, Mısır ve Mağrib halkı bunlardandır. Bunlar da kendi dillerini bırakarak Arabça konuşmaya başlamışlardır.