4. Bölüm

Onun üzerine Mikâil Aleyhisselam’a dedim ki: “İsrafil nerededir?” dedi ki: “Mektebi talim ve tertile girdi. Levh-i Mahfuzu safhayı veçhiyle musafaha eyledi. Levh-i Mahfuz’dan değişmesi mümkün olmayan irade-i ezelî ile mahv ve isbatı kabul eden Rabbani iradeyi istinsah ediyor. Sonra yazdığı şeyleri “Bu Azîz-her şeye galip olan, Alîm-her şeyi bilen Allah’ın takdiridir.” (Yasin Suresi Ayet 38) Misalinde öğrenimine yeni başlıyan mahlûkata okuyor. Fakat ilim öğrendiği zamanda muallimi Zülcelâl’den haya ettiğinden başını yukarıya kaldıramıyor. Gözü muallimi Celîl’ine Bakmaktan mahcup ve kalbi fikirden menedilmiştir. Böylece o “SUR” üfürülünceye kadar bu halde bulunacaktır. Öyleyse haydi Arş-ı Azam’a soralım ve ondan hakikati anlayalım ve bize öreteceği ilmi öğrenelim.

Arş-ı Azim bizim azim ve bahsimizi işitince titremeye başlayıp: “Talep ettiğin ilim için lisanını depretme, bundan kalbini haberdar etme. Zira bu isteğin gizli bir şeydir ki kapısı açılmaz. Bir cemâl-i hakikattir ki (sırdır) perdesi kaldırılmaz. Ve bir sualdir ki cevabı verilmez. Ara yerde ben kim oluyorum ki, Rabbımın nerede olduğunu (mekânını) bileyim. Ben iki harften yani (ol) kelimesinin manasından yaratıldım. Vücud ve eserim olmadığı halde daha dün var oldum. Dün vücudu yokken bu gün vücut bulan mahlûk, daima mevrut olan Mabud-u ezelîsini Celle Celaluhü hazretlerini nasıl bilebilir? Yahut mahdud bir had, doğmamış ve doğrulmamış olan Zat-ı Celîli nasıl ihata ve idrak eder? “O Rahman (kudret ve hakimiyyeti ile) arşı istilâ etti.” (Taha Suresi Ayet 2) Ayeti hükmünce Rahmanı mutlak istiva ile beni geçti. Yani ben yokken onun istivası vardı. Ve istilâ ile beni kahrı altına aldı. İstiva olmasaydı ben müstevi olamazdım. İstilâ vuku bulmasaydı hidayet bulamazdım. İzzeti sübhaniyesine yemin ederim ki bende istiva etmiş ise de neyle istiva buyurduğunu bilmiyorum. Ben kendisinin kuluyum. Her kul için niyet ettiği şey meydana gelir. Dur sana hikâyemi haber vereyim ve şikayetimi söyleyeyim: Uluvv-i İzzet-i İlâhiyyesine ve Kuv-ve-i kudret-i Semadaniyyesine yemin ederim ki beni yaratınca Ehadiyetinin denizlerine daldırdı. Bazı kere metâli-i Cemâlinden yüz gösterir. O halde bana taze hayat verir. Bazı kerede kurb-i nahiyesine yaklaştırır, bu tecellîde de beni lütfuna alıştırır. Bazı defa da izzetinin hicabı altında gizlenir, beni vahşete düşürür. Bazı kere de lütfunun münacaatıyla beni sevindirir. Bazı kere de kâse-i vaslını sunup beni sarhoşlandırır. Bu neşve-i feyzin verdiği cesaretle ( erinî ) hitabıyla cemâlinin tecellîsini istedikçe bana lisanı hal ile ( len terânî ) der. O zaman ilâhî heybetinin korkusundan eririm ve azametinin tecellîsinden Musa Aleyhisselam gibi yere kapanırım. Bu aşk sarhoşluğundan ayıldığım zaman şevk ve muhabbet ateşiyle yanmak derecesine gelirim. Bana gayip âleminden şöyle nida olundu ki: “Ey âşık, tecellîsini istediğin nur bir cemâldir ki bir örtü ve kibriyamız altında muhafaza eyledik. Bir hasendir ki biz onu gizledik. Bir hazinedir ki biz onu gizli kıldık. Onun tecellîyatına ancak bizim terbiye ettiğimiz Habib-i Kerim Sallahu aleyhi vesellem, ve seçerek hazinemizde sakladığımız yetim takat getirebilir. Binaenaleyh“Her türlü noksanlıktan münezzeh olan o Allah’tır ki, kulunu gece Mescid-i Haram’dan o etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya kadar götürdü.” (İsra Suresi Ayet 1) Ayeti celîlesini işittiğinde himmetinin eteğine yaklaşmak ve İzzet-i Sübhaniyemize uruç edeceği yol üzerinde bekle. Umulur ki sen Cemâlimizi müşahede edecek zatı görürsün. Ve bizden başka birine bakmayan Habîbim Sallahu aleyhi vesellem’in müşahedesine nail olasın.”

Cibrîl-i Emin Aleyhisselam lisan-ı Arşdan beyan eylediği kıssayı tamamladıktan sonra: “Ya Seyyidel Evvelîne vel Âhirîn! Arş-ı Âzam sana bu derece âşık ve müştak iken Cebrail Aleyhisselam huzuru saadetinde nasıl hizmetkârlık yapmasın?”

Rasûlüllah Sallahu aleyhi vesellem Efendimiz birinci binit olan Buraka bindikleri halde Beyt-i Mukaddese vardı. İki rekât namaz kılmak için mihraba geçip, orada toplanan Rasüllerin ruhlarına imam oldu.

Bu eşsiz halden sonra Cibrîl-i Emin Aleyhisselam ikinci biniti takdim eyledi ki, dünya semasına olan miracı nuranî idi. Sonra yedinci semaya kadar uruç için üçüncü biniti takdim etti ki oda meleklerin kanadıydı. Oradan da Sidretül Müntaha’ya yükselmeleri için Cibrîl-i Emîn Aleyhisselam kendi kanadını arzetti.

İlâhî nuru mübin olan hazreti Muhammed Sallahu aleyhi vesellem Efendimiz Sidretül Münteha’ya ulaşınca Cebrail Aleyhisselam orada durdu. Resûl-i Kibriya Sallahu aleyhi vesellem Efendimiz: “Ey Cebrail, bu gece biz sizin misafiriniziz. Ziyafet veren kimseye misafirinden ayrılmak yakışır mı?” buyurdu. Cebrail Aleyhiselam : “Ey Allah’ın Rasûlü, Sen kerim olan misafir, kadim olan davetlisin. Sen yürüdüğün vakit nur hicaplarını yarar ileri geçersin. Ben buradan bir parmak miktarı ileri gidecek olursam ilâhî esrarın nuruna ve Tecellîyi Sübhanî’ye takat getiremeyerek yanarım.” dedikten sonra Hazreti Peygamber Sallahu aleyhi vesellem’i nur içine öyle bir daldırdı ki, nurdan yetmiş perde birden yanarak zahir oldu. Bundan sonra Cebrail Aleyhisselam beşinci biniti takdim etti ki, o da yeşil nurdan olan Refref idi. Rasûlüllah Sallahu aleyhi vesellem Arşa ulaşıncaya kadar ona bindi. Arş-ı Âlâ Resûl-i Kibriya Sallahu aleyhi vesellemin eteğinden tuttu ve lisanı hal ile: “Ya Seyyidel Evvelîne vel Âhirîn! Bu geceni tekrar tekrar tebrik ederim. Müştakın olan Hakk Celle celaluhü hazrteleri bazı kere Seni şefkat Refrefine bindirip dolaştırır. Bazı kere de Sana Ehadiyyetinin Celâlini gösterir ve bazen de Samadaniyyetinin Cemâliyle tecellî buyurur. Ben ise Halikımın Cemâl ve Kemâli için iştiyak içindeyim. Nerede bulup göreceğim hususunda hayretteyim. Barigâh-ı İzzetine hangi cihetten gideceğimi bilemem. Beni mahlûkatı ilâhiyyesinin en büyüğü olarak yarattı. Hâlbuki heybeti İlâhiyyesinden en çok korkan havf-i haşyet-i Celâlinden en ziyade titreyen benim. O gün ki beni yarattı; Celâlinin azametinden titredim. Hilkatimin üzerine ( Lâ ilâhe İllallah ) Tevhidini yazınca ilâhî saltanatının heybet ve kemâlinden daha ziyade titredim. Onun yanı başına ( Muhammedün Rasûlüllah ) kelimesini yazdı. Izdırabım sükun buldu. İsmi Celîlin hakikatte sırrıma surur vesilesi oldu. Kalbime itminan verdi, bu surur ve itminan, ismi şerifin üzerime yazılınca bu bereket vuku buldu, ya hüsnü nazarın üzerime vaki olunca ne saadetler meydana gelecektir?

Ey Muhammed! Sen bütün âlemlere gönderilmiş bir peygamberi ekmelsin. Senden isterim ki, bu yüce nimetten bana da bir hisse kılasın. Yalan söyleyenlerin bana nisbet ettikleri ehli gururun aleyhimde söyledikleri şeyden beratıma şehadet edesin. Zira bir çok halk, hakkımda hatada bulunup bana zulm ettiler ve haktan ayrılıp dalâlete düştüler. Şöyle zannettiler: Hattı ve sonu olmayan zatı ben sığıştırmışım, keyfiyyetten münezzeh olan Haliki Sübhanî’yi ihata etmişim ve heyetden mukaddes olan Rabbı ben yüklenmişim. Ey Muhammed! Zatı Celîli için hat bulunmayan ve yüce sıfatları sayılamayan Allah Celle Celaluhü hazretleri nasıl bana muhtaç olur? Nasıl bana yüklenebilir? Ey Muhammed! O’nun ismi celîli Rahman, sıfatı Rahîm, olunca sıfatı zatına, zatı, İlâhî sıfatlarına bitişince bana nasıl bitişir? Benden nasıl ayrılır? Ne ben O’ndanım, ne O bendendir. Fakat ben ilâhî izzetinin yüceliğine, kuvvet ve kudreti sübhaniyesine yemin ederim ki, bitişmek suretiyle O’na yakın olmadığım gibi ayrı düşmek suretiyle de O’ndan uzak değilim. Beni ilâhî fazl ve minnetiyle yarattı. Dilerse beni Rabbani adaletiyle mahveder. Ben O’nun eşsiz hikmetinin sanatı, kudretinin mahmulüyüm. Amilin ma’mul, hamilin mahmul olması nasıl sahih olur? Cenab-ı Hakk Celle Celaluhü hazretleri şöyle buyurur: “Hakkında bilgi sahibi olmadığın bîr şeyin ardınca gitme, çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur.”(İsra Suresi Ayet 36)”

Onun üzerine Resûl-i Ekrem Sallahu aleyhi vesellem Efendimiz lisanı hal ile ona şöyle nida etti: “Ey Arş kendine gel, seni dinlemeye vaktim yok. Saffetimi bulandırma, yalnızlığımı ihlâl etme. Bu vakıtta sana cevap vermeye, ne de sözlerini işitmeye vüsatim var.”

Ondan sonra hazreti Muhammed Sallahu aleyhi vesellem Efendimiz: “(Hazreti Peygamber Gördüğü ahvali tam gördü de) göz ne kaydı, ne de aştı.” (Necm Suresi Ayet 17) ayeti hükmünce hakikat gözünün bakışıyla tekrar dönüp Arşa bakmadı. Kendisine vahy buyrulan ilâhî sırlardan bir harf bile söylemedi.