TEVESSÜL

Kulu, yaratılışındaki esas gâye ve maksada ulaştıran her türlü yol ve vâsıta bir vesîledir. Allâh’a yaklaşmak için bu vesîlelere sarılmaya da tevessül tâbir olunmuştur. Daha husûsî mânâda ise, duânın kabulüne sebep olacağı ümidiyle başta esmâ-i hüsnâ, Kur’ân-ı Kerîm, sâlih ameller, peygamberler ve sâlih zâtlar vesîle kılınarak Allâh’tan bir şey istemek, arzu edilen bir şeyin elde edilmesi veya arzu edilmeyen bir şeyin def edilmesi için O’na duâ ve ilticâda bulunmak demektir.

Mâide Sûresi’nin 35. âyet-i kerîmesinde:”Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve O’na yaklaşmak için vesîle (sebep) arayın!..” buyrulmaktadır.

Âyet-i kerîmede “vesîle” kelimesi, mutlak olarak, yâni hiçbir tahdid olmadan zikredilmiştir. Bu itibarla Allah’a yaklaşmak için aranması gereken vesîleden maksat; namaz, oruç, cihâd ve benzeri Sâlih amellerdir. Bazı müfessirler ise bu sayılanların yanısıra, Hazret-i Peygamber -Sallallahu aleyhi ve selem efendimiz’in ahlâkı ile ahlâklanmak gâyesiyle bir mürşid-i kâmilin terbiyesine girmenin de bir “vesîle” olduğunu ifâde etmişlerdir.

Âlimler ve sâlihlerin, kulu Rabbinin yoluna tevcîh etmeleri, ruhbanlık mâhiyetinde bir faâliyet değildir. O, bir irşâd ve ikâzdır. Yürünecek yollarda yolculara rehberlik etmekten ibârettir. Buna mukâbil Hıristiyanlıkta ruhbanlık vardır. Onlara göre ruhban, Allâh ile kul arasında zarûrî bir vasıta durumundadır. İslâm ise bunu reddeder. Yâni Allâh ile kul arasında bir üçüncü şahıs tasavvur olunamaz. Kul, Rabbine şahsen ve doğrudan her an yönelebilir ve O’na ibâdet edebilir.

Hâl böyleyken ruhbanlıkta olduğu gibi mürşidlerin, mâneviyat yolunda ilerleyen mürîd ile Allâh arasına girdikleri farz olunarak, onların gördüğü bu vazîfeye karşı bâzı îtirazlar vâkî olagelmiştir. Hâlbuki ruhbanlık bir kimsenin râhib mevcûd olmaksızın, Cenâb-ı Hakk’a kullukta bulunamamasıdır. Bu, tahrif edilmiş Hristiyanlıkta mevcûddur. Ulemâ ve meşâyıhın icrâ ettikleri vazîfe, râhiplerinkiyle aslâ kıyaslanamaz.

Bu husustaki tenkidler, tevessülün lügat mânâsını ön plana çıkarmaktan doğan yersiz ve yakışıksız sözlerdir. Böyleleri tevessülün hakîkî mâhiyetini gözardı ederler. Bu tip îtirazlar daha ziyâde gerçek mürşid-i kâmillerin hâllerine vâkıf olamayan, tasavvufî muhitlerin dışındaki insanlar arasından çıkmaktadır. Böyle düşünülmesine bâzen de tasavvufî metodları lâyıkıyla hazmedememiş olan bir kısım müntesiplerin hareketlerindeki yanlışlıklar sebep olmaktadır. Ancak bunu da haklı saymak imkânsızdır. Çünkü bir dâvâya mensûp olan kişinin acziyet, kifâyetsizlik ve bâzen de kötü niyeti sebebiyle, o dâvâya îtiraz etmek nasıl doğru değilse, bu meselede de şahısların kusurunu dâvâlarına izâfe etmek doğru değildir. Böyle şahsî kusûrları onların temsîl etmek iddiâsında bulundukları yüce değerlere atfetmek, mantıken de doğru olamaz. Nitekim bugün aklı başında hiç kimse, müslümanların kusurlarından İslâm’ı mes’ul tutamaz.

Yukarıda da îzâh etmiş olduğumuz üzere hakîkî mürşidler, gerçekte ulemânın, zâhirî ilimlerin tâliminde yaptığı rehberliğe benzer bir vazîfeyi, mâneviyat yollarında îfâ ederler. Bu, kul ile Allâh arasına girmek değil, insanları mürşid-i kâmilin tecrübe ve dirâyetine istinâden Allâh’a giden yolda îkâz ve irşâd edip onları muhâtaralardan kurtarmak ve yollarını selâmetle kat edebilmelerini sağlamak gayretinden ibârettir. Nasıl ki, bir yolculuk esnâsındaki bineğimiz gâye değil vâsıta ise, bir mürşid-i kâmil de, mürîde kalbî eğitimi tâlîm edip onun iç dünyâsını Allâh ve Rasûlü’nün ahlâkı ile tezyîn eden bir muallim demektir. Hattâ bâzı mürîdler -nasîb ve istîdâdları varsa- sür’atle terakkî ederek, bidâyette kendisine yol gösterip önünde ufuklar açan mürşidini, nihâyette geride bırakabilir. Zâhirî bir kıyaslamaya göre Şems-i Tebrizî ile Hazret-i Mevlânâ misâlinde olduğu gibi. 1

Yâni mürşid-i kâmiller bütün ehemmiyet ve kıymetine rağmen aslâ gâye değil, ancak bir vâsıta hükmündedirler.

Gerçekten tevessül, bir mânâda, olgun ve tecrübeli bir mümin demek olan mürşid-i kâmili rehber edinerek, ayakların kayması kuvvetle muhtemel bulunan ince yollardan sâlimen geçmek için onların rehberliğine mürâcaat edip irşâd ve feyizlerinden istifâdeye çalışmaktır. Diğer bir mânâsıyla da tevessül, merâmını Cenâb-ı Hakk’ın sevdikleri hürmetine O’na arz ederek duâya makbûliyet kazandırma gayretidir. Yoksa Hak Teâlâ’nın sâlih kullarına kudsiyyet atfetmek değildir.

İmâm Mâlik -rahmetullâhi aleyh-:

“Dileklerinizde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘i vesîle edininiz!..” buyurur.

İmâm Cezerî -kuddise sirruh- da:

“Duâlarınızın kabulü için peygamberler ve sâlih kişileri vesîle ittihâz ediniz!..” buyurmaktadır.

Sahâbe-i kirâmdan Osman bin Huneyf -radıyallâhu anh-‘ın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf şöyledir:

Bir âmâ Rasûlullâh -Sallallahu aleyhi ve selem efendimiz’e gelerek:

“- Yâ Râsûlallâh! Allâh’a yalvar da gözümdeki hastalığı gidersin! Gözümün kör olması bana çok zor geliyor!..” dedi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“- Dilersen sabret, bu senin için daha hayırlıdır.” buyurdu.

Âmâ ise:

“- Yâ Rasûlallâh! Beni elimden tutup götürecek kimsem yok. Bu hâl bana çok meşakkat veriyor. Lütfen gözlerimin açılması için duâ ediniz!” deyince Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“- Git abdest al! Sonra iki rek’at namaz kıl! Ardından da şöyle duâ et:

“Allâh’ım! Rahmet peygamberi olan Nebin Muhammed’le (O’nun hürmetine) Sen’in zâtından diliyor ve Sana yöneliyorum… Yâ Muhammed! İhtiyâcımın verilmesi için seninle Rabbime yöneliyorum!.. Allâh’ım! O’nu bana, şefaatçı kıl!..”2

Hâkim’in rivâyetinde, ayrıca âmânın gözü görür bir hâlde ayağa kalktığı ziyâdesi de bulunmaktadır.3

Öte yandan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in de kendi duâlarında çoğu zaman:

“Peygamberinin ve benden evvelki peygamberler hakkı için (dileğimi kabul eyle!)” cümlesini zikrettiği rivâyet edilmiştir.4

Diğer bir hadîs-i şerîflerinde Habîb-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Âdem -aleyhisselâm- cennetten çıkarılmasına sebep olan zelleyi işlediğinde, hatâsını anlayıp:

“- Yâ Rabbî! Muhammed hakkı için Sen’den beni bağışlamanı istiyorum.” dedi. Allâh Teâlâ:

“- Ey Âdem! Henüz yaratmadığım 1 hâlde Muhammed’i sen nereden bildin?” buyurdu.

Âdem -aleyhisselâm-:

– Yâ Rabbî! Sen beni yaratıp bana rûhundan üflediğinde başımı kaldırdım, arşın sütunları üzerinde “Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedü’r-Rasûlullâh” cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki Sen, zâtının ismine ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edersin!” dedi.

Bunun üzerine Allâh Teâlâ:

“- Doğru söyledin ey Âdem! Hakîkaten o, bana göre mahlûkâtın en sevimlisidir. Onun hakkı için bana duâ et. (Mâdem ki duâ ettin), Ben de seni bağışladım. Şâyet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım!” buyurdu.”5

Diğer taraftan İslâmî an’anede duâ, hamdele ve salveleyle başlayıp yine onlarla nihâyete erdirilir. Salvele, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- hakkında Cenâb-ı Hakk’a bir duâ ve niyâzdır. Peygamberimiz için yapılan duânın (salavâtın) reddedilmeyip kabul edileceği yolunda bir inanış ve kanaat mevcuddur. Duâlarımızın başını ve sonunu salât ü selâm ile süslemek de bu gerçekten kaynaklanmaktadır. Böylece iki makbûl ve kabulü muhakkak olan duânın arasına kendi duâlarımızı sıkıştırmak, onların da kabulünü sağlamak düşüncesiyledir.

Nitekim, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, namazdan sonra Allâh’a hamdetmeden ve O’nun peygamberine salât ü selâm getirmeden duâ eden bir kimse gördü. Bunun üzerine:

“Bu adam acele etti.” buyurdu. Sonra o adamı yanına çağırdı ve şöyle buyurdu:

“Biriniz duâ edeceği zaman önce Allâh Teâlâ’ya hamd ü senâ etsin, sonra Peygamber’e salât ü selâm getirsin. Daha sonra da dilediği şekilde duâ etsin.”6

Kulun duâsında merâmını, başta peygamberler ve onların vârisi durumundaki evliyâullâh ile Hak katında yüksek mevkîleri bulunan sâlihlerin Cenâb-ı Hak nazarındaki hatırı hürmetine istemesi, Allâh Teâlâ’nın sevdiklerini vesîle kılarak bu duygularla yalvarıp ilticâda bulunması da merhamet-i ilâhiyyeyi celbedip duânın müstecâb olmasındaki mühim müessirlerden biridir. Ancak duâ, yalnız Allâh Teâlâ’yadır. Bu yüzden duâda Allâh’ın sevdiklerini vesîle kılarken onların şahsından değil; yalnız Allâh Teâlâ’dan istemelidir. Duâda Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği zâtları zikretmek, sâdece Allâh’a yapılan duânın kabulüne sebep olması için mürâcaat edilen bir usûldür.

Ayrıca, fazîlet sâhibi sâlih zâtlarla tevessül de, hakîkatte onların sâlih amelleri ve üstün meziyetleriyle tevessül etmek demektir. Çünkü onların Hak katındaki yüksek mertebe ve yüce kıymetleri bu salih amelleri sebebiyledir.

Bu itibarla Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bile, Allâh’tan zafer ve yardım taleb ederken muhâcirlerin fakîrleri vesîlesiyle niyâzda bulunur 7 ve şöyle buyururdu:

“Bana zayıfları çağırınız. Çünkü siz ancak zayıflarınız(ın duâ ve bereketi) ile rızıklandırılır ve yardım edilirsiniz.”8

Zîrâ toplum nezdinde îtibâra medâr olacak bir makâm ve varlıkları olmayan, boynu bükük, kalbi kırık fakat kanaat ve takdîre rızâ ile gönlü zengin olan bu sâlih insanların tevessülüyle yapılacak duânın kabule daha lâyık olduğu muhakkaktır.

Kırık ve mahzun kalbleri vesîle edinerek rızâ-yı ilâhîye vâsıl olabilmek sadedinde Mâlik bin Dinar’ın şu rivâyeti oldukça mânidârdır:

“Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a bir ilticâsında:

“- Yâ Rab! Seni nerede arayayım!” dedi.

Allâh Teâlâ buyurdu ki:

“- Beni, kalbi kırıkların yanında ara.”9

Enes -radıyallâhu anh-‘tan rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, devr-i hilâfetinde vâkî olan kuraklıkta, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in amcası Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh-‘ı yanına almış ve yağmur yağması için Cenâb-ı Hakk’a O’nu vesîle ittihâz ederek:

“Allâh’ım! Peygamberimiz ile Sana tevessül ederdik de bize yağmur verirdin. (Şimdi ise) Peygamberimiz’in amcası ile Sana tevessül ediyoruz. Bize yağmur ver!” derdi. Bunun üzerine yağmur yağar ve halk suya kavuşmuş olurdu. 10

Bir başka rivâyete göre Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“- Allâh’ım! Bulut da, su da Sen’in katındandır. Bulutu gönder ve bize yağmur indir.” diyerek tevâzû ve gözyaşları içerisinde uzun ve duygu yüklü bir duâ ile yalvarmıştır. Bu duânın ardından rahmet bulutları gökyüzünde hevenk hevenk kümelenmiş ve bereketli yağmurlara nâil olmuşlardır. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu ilâhî ikrâm üzerine:

“Ey insanlar! Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir çocuğun babasını sevdiği gibi amcası Abbas’ı sever, ona hürmet gösterir ve onun yeminini kendi yemini sayardı. Ey insanlar! Amcası Abbas hakkında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in gösterdiği bu saygı ve hürmete siz de riâyet edin! Onu, başınıza gelen her türlü musîbette Allâh’a (duâlarınızda) vesîle edinin!” 11buyurmuştur.

İbn-i Abdi’l-Berr’e göre şu rivâyet de bu hususta aydınlatıcı bir mâhiyet arz etmektedir:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- istiskâda bulunmak üzere Abbas’ı da yanına alarak (musallâya) çıktı ve şöyle duâ etti:

“Allâh’ım! Biz Peygamberimiz’in amcası ile Sana yaklaşıyor (takarrub) ve onun şefaatçi olmasını diliyoruz (istişfa’). Peygamberin için onu gözet! Nitekim Sen, ana-babasının iyilik ve salâhı yüzünden iki (yetim) çocuğu gözetmiştin.12 Biz istiğfar ederek ve şefaat dileyerek Sana geldik!”

Sonra Hazret-i Ömer -Radıyallahu anh-, insanlara yönelerek Nûh Suresi 10-12’nci âyet-i kerîmeleri tilâvet buyurdu:

“Rabbinizden mağfiret dileyin! Çünkü o çok bağışlayıcıdır. (Mağfiret dileyin ki) üzerinize bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsân etsin, sizin için ırmaklar akıtsın!”

Sonra da Abbas -radıyallâhu anh- ayağa kalkarak duâ etti. Hazret-i Abbas’ın gözleri pınar gibi yaş akıtıyordu. (Bu vesîleyle Allâh’ın yağmur ihsân etmesinden sonra) halk:

“- Seni tebrîk ediyoruz, ey Harameyn sâkîsi!” diyerek Abbas’a dokunmaya başladı.13

Bu hâdise, sahâbenin bir başka sahâbeyle tevessülünü gösteren apaçık bir delildir. Ancak bu hâl, bâzılarınca tevessülün yalnız sâlih kimselerin hayatta oldukları zaman için mümkün olduğu, vefâtlarından sonra ise kendileriyle tevessülde bulunulamayacağı şeklinde iddiâlara mevzu olmuştur. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile tevessülü yalnızca vefâtlarından öncesine tahsîs etmek, hakîkati yansıtmayan indî bir görüştür. Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-‘ın; “Yâ Rabbî! Biz sana peygamberimiz ile tevessül ederdik.” şeklindeki ilticâsı, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yalnız vefatlarından öncesine değil, vefatlarından sonrasına da şâmildir. Zâten Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh- ile tevessülleri de onun -başka bir kimsenin değil- Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in amcası olması sebebiyledir. Yâni onun Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bir yakını olması dolayısıyla tevessülün nisbet edildiği makâm, vefât etmiş de olsa yine bizzat Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz olmaktadır. Bunun gibi evliyâullâhın büyüklerinin bâzıları hakkında da ölümden sonraki tevessül imkân ve îcâbı vâkîdir. 14

Bunun en açık misâllerinden biri şudur:

Âlimler ve ihtiyaç sâhipleri, selef-i sâlihînin büyüklerinden İmâm-ı Âzam’ın kabrini ziyârette bulunurlar ve onunla tevessül ederek faydasını görürlerdi. Nitekim bunlardan biri olan İmâm Şâfiî Hazretleri şöyle anlatır:

“Bir ihtiyacım olduğu zaman iki rekat namaz kılardım. Sonra Ebû Hanîfe’nin mezarına gider ve orada Allâh’a duâ ederdim. Onun bereketiyle ihtiyâcım derhal karşılanırdı.” 15

Öte yandan, sâlih ameller de müşkillerden kurtuluşa bir vesîledir. Hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, geçmiş ümmetlerden yolculuğa çıkan üç arkadaşın hâlini şöyle bildirir:

“Yolculuk esnâsında yağmura yakalanan üç arkadaş geceyi geçirmek için bir mağaraya girer. Derken dağdan bir kaya parçası düşer ve mağaranın girişini kapatır. Bunun üzerine onlar:

“Sâlih amellerimizle Allâh’a duâ etmekten başka çâremiz yoktur; bizi buradan Allâh’tan başka hiçbir şey kurtaramaz.” derler.

Onlardan birisi, ana babasına olan itaatini vesîle kılar. Kaya biraz yerinden oynar fakat mağaradan çıkılacak gibi değildir. İkincisi, Allâh korkusunu, hayâ ve iffetini vesîle kılar. Kaya biraz daha aralanır ama yine çıkılacak gibi değildir. Üçüncüsü de, kul hakkına olan riâyetini vesîle kılarak Allâh’a yalvarır. Bunun üzerine kaya mağaranın ağzından tamâmen kayar ve dışarı çıkarlar.” 16

Duânın makbûliyyetine ve müstecâb olmasına vesîle olan diğer bir müessir de esmâ-yı ilâhiyyedir.

Esmâ-yı ilâhiyyenin çokça zikredilmesi sûretiyle de Cenâb-ı Hakk’a bir kısım taleplerin kabulü yolunda ilticâda bulunmak da çok yaygın bir tevessül yoludur.

Âyet-i kerîmede:

“En güzel isimler (esmâ-i hüsnâ) Allâh’a âittir. O hâlde bu isimlerle O’na duâ edin!” (el-A’raf, 180) buyurulur.

Nitekim Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in şöyle duâ ettiklerini bildirir:

“Allâh’ım! Ben senin tâhir, tayyib, mübârek ve sana en sevimli olan isminle (o ismin hürmetine) Sen’den diliyorum. O isim ki, onunla sana duâ edildiğinde icâbet edersin, Sen’den istendiği zaman verirsin, Sen’den merhamet taleb edildiğinde rahmet edersin ve sıkıntıdan kurtulmak için onunla Sen’den yardım dilendiği zaman çıkış yolu ve genişlik verirsin.”

Bu hadîs-i şerîfin devâmında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-‘ya:

“- Yâ Âişe! Hangi ismiyle duâ edildiğinde, Allâh Teâlâ’nın, o duâyı kabul edeceğini bana öğrettiğini biliyor muydun?” diye sormuş, Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:

“- Anam, babam sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Onu bana öğretiniz!” deyince de; -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“- O isim sana öğretilmemeli yâ Âişe!” buyurmuşlardır. Bunun üzerine Hazret-i Âişe vâlidemiz oradan uzaklaşıp bir müddet oturmuş ve sonra gelip Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in başını öperek:

“- Yâ Rasûlallâh! Lütfen onu bana öğretiniz.” demiş; Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise tekrar:

“- O ismi sana öğretmemeliyim yâ Âişe! Çünkü o isimle senin dünyâlık bir şey istemen (hiç de) uygun düşmez!” buyurmuşlardır. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- sonrasını şöyle anlatıyor:

Bunun üzerine ben de kalkıp abdest aldım ve iki rekat namaz kıldıktan sonra Cenâb-ı Hakk’a şöyle yalvardım:

“- Yâ Rabbî! Ben Sen’i “Allâh” diye çağırıyor, duâ ediyorum. “er-Rahmân”, “el-Berr” ve “er-Rahîm” diye çağırıyorum. Bildiğim ve bilmediğim bütün esmâ-i hüsnâ ile Sen’i çağırıyorum. Beni bağışlaman ve bana merhamet etmen için sana duâ ediyorum!”

Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz sözlerine devâmla diyorlar ki:

Ben bunları söyleyince Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi vesellem- güldü ve şöyle buyurdu:

“- Şüphesiz o isim, senin duâda bulunduğun isimler içindedir!”17

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- da şöyle bir hadîs-i şerîf rivâyet eder:

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir adamı:

“- Allâh’ım! Ben, “Hamd sana mahsustur. Senden başka ilâh yoktur. Sen ortağı olmayan teksin. Sen bol nîmet verensin (Mennân). Gökleri ve yeri yaratansın (Bedî’). Sen celâl ve ikram sâhibisin!” diyerek Sen’den istiyorum!” şeklinde duâ ederken işitti. Bunun üzerine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“- Vallâhi bu adam, Allâh’ın ism-i âzamı ile istedi. O isim ki, Allâh Teâlâ, onunla istendiğinde verir ve onunla duâ edildiğinde icâbet eder.”18 buyurdu.

Bu ve benzeri hadîs-i şeriflerden anlaşılacağı üzere, esmâ-i hüsnâ ile tevessül etmek de, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünnet-i seniyyesindendir.

Bâzı âlimler, genelde tasavvufî ıstılahlar olarak zikredilen “tevessül, istiâne, istigâse, istişfâ, teşeffu’, teveccüh ve teberrük” lafızları arasında muhtevâ bakımından bir fark olmadığını söylemişlerdir. 19

Yardım istemek mânâsına gelen bu kelimeler, tasarruf salâhiyetine sâhib Hak dostlarından gerek huzurlarında ve gerek de gıyablarında himmet taleb etmeyi ifâde eder. “Himmet talebetmek” mânen üst derecede olduğuna inanılan sâlih zâtlardan, maksûda vâsıl olma yolunda vesîle olmalarını istemektir. Bu ise, onların duâ, teveccüh, yakın ilgi ve alâkaları ile gerçekleşir.

Himmet kelimesi, ekseriyetle Allâh’ın velî kullarının yardımı hakkında kullanılır. Allâh’ın yardımından ise, “nusret” ve “tevfîk” gibi kelimelerle bahsedilir.

Esâsen, yardım edecek olan yalnız Allâh Teâlâ’dır. O’na yapılan duâlarda vesîlelere tevessül etmeyi, sanki Allâh’tan başkasından yardım talep etmek şeklinde telakkî etmek, muvâfık değildir. Zîrâ, tevessülde kendisine yönelinen zât, ancak Hak Teâlâ’dır.

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“… Yardım (nusret), sâdece ve sâdece Allâh katındandır…” (el-Enfâl, 10)

“Allâh size yardım ederse, artık sizi yenecek yoktur. Sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? Artık müminler ancak Allâh’a güvenip dayansınlar.” (Âl-i İmrân, 160)

Abdullâh ibn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- anlatır:

Bir gün, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi vesellem-‘in terkisinde bulunuyordum. Bana:

“Evlâdım! Sana birkaç söz belleteyim. Allâh’ı (yâni O’nun emir ve nehiylerini) gözet ki Allâh da seni gözetip korusun. Allâh’ı(n rızâsını) her işte önde tut ki, Allâh’ı önünde bulasın. Bir şey isteyeceksen Allâh’tan iste. Yardım dileyeceksen Allâh’tan dile! Ve bil ki bütün insanlar toplanıp sana fayda temin etmeye çalışsalar, ancak Allâh’ın senin için takdîr ettiği faydayı temin edebilirler. Yine eğer bütün insanlar, sana zarar vermeye kalksalar, ancak Allâh’ın senin hakkında takdîr ettiği zararı verebilirler…”20

Bu hakîkati bütün müminler böylece kabul ettikleri gibi namazların her rekatında tilâvet edilen Fâtiha Sûresi’ndeki:

“(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız Sen’den yardım dileriz.” âyet-i kerîmesiyle de bu gerçeği ikrar hâlindedirler.

Nitekim Bedir Harbinde düşmana karşı yaşanan ilâhî yardım üzerine Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede Rasûlü -sallâllâhualeyhi ve sellem-‘e:

“Attığın zaman sen atmadın fakat Allâh attı…” (el-Enfal, 17) buyurmuştur. Yâni yaşanılan her türlü mânevî yardım ve lutuflarda gerçek ve mutlak fâil, yalnız Allâh Teâlâ’dır.

Bâzı müminlerin -hiçbir şirk ve küfür kasdı taşımaksızın- Allâh’a yakınlaşma arzusuyla yaptıkları hâlisâne duâlarında, sâlihlerin mânevî yardımlarını ummaları, onların yâd edilmesiyle inmesi ümid edilen rahmetten bir teberrük mâhiyeti taşır. Bu, bir tür mânevî iklîmin, feyiz ve bereketin hâsıl olması içindir. Her şey, ancak ve ancak Allâh’ın dilemesiyle olur. Zâten kendisi vesîlesiyle istiğâse edilen zât, mutlak fâil değildir ve hakîkatte yardım eden sâdece Allâh Teâlâ’dır.

Bâzı kimselerin, sâlihlerin gıyablarında veya kabirlerini ziyâret esnâsında; “Ey filân zât! Bana şifâ ver! Benim şu ihtiyâcımı gider!” gibi sözlerle doğrudan doğruya kendilerinden talepte bulunmaları, son derece yanlış ve şirke kapı aralayabilecek olan istigâse cümlesindendir. Şüphesiz bu tür istigâseler için birtakım te’viller yapılabilirse de, gâyet hassas olan tevhîd akîdesinin özünü zedeleyebilecek bu ve benzeri câhilâne hareketlerden şiddetle sakınılmalıdır. Müşkillerin bertaraf edilmesinde, kâinâtın sevk ve idâresinde, Allâh’tan gayrısının mutlak tasarrufunun bulunabileceği intibâını veren bu nevî ifâdeler, aslâ kullanılmamalıdır. 21

1-Bkz. Buhârî, Cihâd, 76; Taberânî, Mûcemu’l-Kebîr, I, 292

2- (Tirmizî, Deavât, 118; Ahmed b.Hanbel, Müsned, IV. 138)

3-(Hâkim, Müstedrek, I, 707-708)

4-(Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 257)

5- (Hâkim, Müstedrek, II, 672)

6-(Tirmizî, Deavât, 64)

7- Bkz. Buhârî, Cihâd, 76; Taberânî, Mûcemu’l-Kebîr, I, 292

8-(Ebû Dâvud, Cihâd, 70; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 198)

9- (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)

10-(Buhârî, İstiskâ, 3)

11-(Hâkim, Müstedrek, III, 377)

12-Bu sözüyle Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Hızır -aleyhisselâm-‘ın Hazret-i Mûsâ’ya müdâhalesinden bahseden şu âyete işâret etmektedir:

“Duvara gelince bu, o şehirdeki iki yetim çocuğun idi. Altında onlara âit bir hazîne vardı. Babaları da sâlih bir kimse idi. Rabbin istedi ki, o iki yetim çocuk rüşd çağlarına erişsinler ve definelerini çıkarsınlar. (Bu) Rabbimden bir merhametti. Ben bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.” (el-Kehf, 82).

13-(İbn-i Abdi’l-Berr, İstîâb, II, 814-815)

14-Mevzû hakkında teferruatlı mâlumât için bkz. Zekeriya Güler, “Vesîle ve Tevessül Hadislerinin Kaynak Değeri”, İLAM Araştırma Dergisi, c. II, sayı 1, s. 83-132.

15-.el-Heytemî, el-Hayrâtü’l-Hisân, s. 94.

16-Bkz. Buhârî, Edeb, 5, Enbiyâ, 53; Zikir, 100

17-(İbn-i Mâce, Duâ, 9)

18-(İbn-i Mâce, Duâ, 9; Nesâî, Sehv, 58)

19-. Sübkî, Şifâü’s- Sekâm fi Ziyârati Hayri’l-Enâm, s. 133-134

20- Tirmizî, Kıyâmet, 59)

21-Bu tür ifâdelerin kullanılabileceğini söyleyenler, bu sözlerin belâğat ilmindeki “mecâz-i aklî” nev’inden olduğunu ileri sürmüşlerdir. Mecâz-i aklî, fiilin gerçek fâil ve müessirine değil de, o fâilin mekân, zaman, sebep gibi alâkası bulunduğu bir şeye isnâd edilmesi demektir. Bu edebî sanata göre meselâ, “Yeryüzü ağırlıklarını dışarı çıkardığı zaman.” (ez-Zilzâl, 2) âyetinde, ağırlıkları dışarı çıkaran Allâh olduğu hâlde, fiil hakîkî fâile değil, fiilin mekânına isnâd edilmiş, ancak Allâh murâd edilmiştir.

İşte sûfîler de kendisiyle istigâse edilen zâtın hakîkî fâil değil, hakîkatte yardım edenin Allâh olduğuna inandıklarını ve O’ndan istediklerini söylemektedirler. (Aksi hâlde onlar da bunun açık bir şirk olduğunu kabul eder.)

Bu konuda Muhammed Ebû Zehrâ şöyle demektedir:

“Avâmın ve câhil müslümanların sözleri, en yakın olanıyla te’vil edilir… Onları Rasûl-i Ekrem’in kabrini ziyâretten engellemek değil, irşâd etmek güzel olur. Onları tekfir veya şirke nisbet etmek değil, anlatmak ve öğretmek uygun olur. Şüphesiz Allâh Teâlâ tevhidi kıyâmete kadar muhâfaza edecektir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âhir ömründe, şeytanın bu beldede kendisine ibâdet edilmesinden ümidini kestiğini bildirerek müminleri müjdelemiştir. O hâlde, artık İbn-i Teymiyye tevhidden endişe etmemelidir.” (Ebû Zehrâ, İbnü Teymiyye, s. 326).

Dînî edebiyatta çeşitli vesîlelerle sıkça tekrâr edilen “Meded yâ Rasûlallâh!” nidâları da Rasûl-i Ekrem’in âhiretteki şefaatini umarak kendisine mürâcaat mânâsındadır. Bazı insanların buna da şirk gözüyle bakması yersizdir. Çünkü her mümin, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in şefaatinin bile sırf Cenâb-ı Hakk’ın dilemesiyle gerçekleşebileceğine zâten peşînen inanmaktadır

İmandan İhsana Tasavvuf, Osman Nuri Topbaş, Erkam Yayınları-2002 kitaptan alıntı yapılmıştır.