Asıl Esmalar

4. Bölüm

Onun üzerine Mikâil Aleyhisselam’a dedim ki: “İsrafil nerededir?” dedi ki: “Mektebi talim ve tertile girdi. Levh-i Mahfuzu safhayı veçhiyle musafaha eyledi. Levh-i Mahfuz’dan değişmesi mümkün olmayan irade-i ezelî ile mahv ve isbatı kabul eden Rabbani iradeyi istinsah ediyor. Sonra yazdığı şeyleri “Bu Azîz-her şeye galip olan, Alîm-her şeyi bilen Allah’ın takdiridir.” (Yasin Suresi Ayet 38) Misalinde öğrenimine yeni başlıyan mahlûkata okuyor. Fakat ilim öğrendiği zamanda muallimi Zülcelâl’den haya ettiğinden başını yukarıya kaldıramıyor. Gözü muallimi Celîl’ine Bakmaktan mahcup ve kalbi fikirden menedilmiştir. Böylece o “SUR” üfürülünceye kadar bu halde bulunacaktır. Öyleyse haydi Arş-ı Azam’a soralım ve ondan hakikati anlayalım ve bize öreteceği ilmi öğrenelim.

Arş-ı Azim bizim azim ve bahsimizi işitince titremeye başlayıp: “Talep ettiğin ilim için lisanını depretme, bundan kalbini haberdar etme. Zira bu isteğin gizli bir şeydir ki kapısı açılmaz. Bir cemâl-i hakikattir ki (sırdır) perdesi kaldırılmaz. Ve bir sualdir ki cevabı verilmez. Ara yerde ben kim oluyorum ki, Rabbımın nerede olduğunu (mekânını) bileyim. Ben iki harften yani (ol) kelimesinin manasından yaratıldım. Vücud ve eserim olmadığı halde daha dün var oldum. Dün vücudu yokken bu gün vücut bulan mahlûk, daima mevrut olan Mabud-u ezelîsini Celle Celaluhü hazretlerini nasıl bilebilir? Yahut mahdud bir had, doğmamış ve doğrulmamış olan Zat-ı Celîli nasıl ihata ve idrak eder? “O Rahman (kudret ve hakimiyyeti ile) arşı istilâ etti.” (Taha Suresi Ayet 2) Ayeti hükmünce Rahmanı mutlak istiva ile beni geçti. Yani ben yokken onun istivası vardı. Ve istilâ ile beni kahrı altına aldı. İstiva olmasaydı ben müstevi olamazdım. İstilâ vuku bulmasaydı hidayet bulamazdım. İzzeti sübhaniyesine yemin ederim ki bende istiva etmiş ise de neyle istiva buyurduğunu bilmiyorum. Ben kendisinin kuluyum. Her kul için niyet ettiği şey meydana gelir. Dur sana hikâyemi haber vereyim ve şikayetimi söyleyeyim: Uluvv-i İzzet-i İlâhiyyesine ve Kuv-ve-i kudret-i Semadaniyyesine yemin ederim ki beni yaratınca Ehadiyetinin denizlerine daldırdı. Bazı kere metâli-i Cemâlinden yüz gösterir. O halde bana taze hayat verir. Bazı kerede kurb-i nahiyesine yaklaştırır, bu tecellîde de beni lütfuna alıştırır. Bazı defa da izzetinin hicabı altında gizlenir, beni vahşete düşürür. Bazı kere de lütfunun münacaatıyla beni sevindirir. Bazı kere de kâse-i vaslını sunup beni sarhoşlandırır. Bu neşve-i feyzin verdiği cesaretle ( erinî ) hitabıyla cemâlinin tecellîsini istedikçe bana lisanı hal ile ( len terânî ) der. O zaman ilâhî heybetinin korkusundan eririm ve azametinin tecellîsinden Musa Aleyhisselam gibi yere kapanırım. Bu aşk sarhoşluğundan ayıldığım zaman şevk ve muhabbet ateşiyle yanmak derecesine gelirim. Bana gayip âleminden şöyle nida olundu ki: “Ey âşık, tecellîsini istediğin nur bir cemâldir ki bir örtü ve kibriyamız altında muhafaza eyledik. Bir hasendir ki biz onu gizledik. Bir hazinedir ki biz onu gizli kıldık. Onun tecellîyatına ancak bizim terbiye ettiğimiz Habib-i Kerim Sallahu aleyhi vesellem, ve seçerek hazinemizde sakladığımız yetim takat getirebilir. Binaenaleyh“Her türlü noksanlıktan münezzeh olan o Allah’tır ki, kulunu gece Mescid-i Haram’dan o etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya kadar götürdü.” (İsra Suresi Ayet 1) Ayeti celîlesini işittiğinde himmetinin eteğine yaklaşmak ve İzzet-i Sübhaniyemize uruç edeceği yol üzerinde bekle. Umulur ki sen Cemâlimizi müşahede edecek zatı görürsün. Ve bizden başka birine bakmayan Habîbim Sallahu aleyhi vesellem’in müşahedesine nail olasın.”

Cibrîl-i Emin Aleyhisselam lisan-ı Arşdan beyan eylediği kıssayı tamamladıktan sonra: “Ya Seyyidel Evvelîne vel Âhirîn! Arş-ı Âzam sana bu derece âşık ve müştak iken Cebrail Aleyhisselam huzuru saadetinde nasıl hizmetkârlık yapmasın?”

Rasûlüllah Sallahu aleyhi vesellem Efendimiz birinci binit olan Buraka bindikleri halde Beyt-i Mukaddese vardı. İki rekât namaz kılmak için mihraba geçip, orada toplanan Rasüllerin ruhlarına imam oldu.

Bu eşsiz halden sonra Cibrîl-i Emin Aleyhisselam ikinci biniti takdim eyledi ki, dünya semasına olan miracı nuranî idi. Sonra yedinci semaya kadar uruç için üçüncü biniti takdim etti ki oda meleklerin kanadıydı. Oradan da Sidretül Müntaha’ya yükselmeleri için Cibrîl-i Emîn Aleyhisselam kendi kanadını arzetti.

İlâhî nuru mübin olan hazreti Muhammed Sallahu aleyhi vesellem Efendimiz Sidretül Münteha’ya ulaşınca Cebrail Aleyhisselam orada durdu. Resûl-i Kibriya Sallahu aleyhi vesellem Efendimiz: “Ey Cebrail, bu gece biz sizin misafiriniziz. Ziyafet veren kimseye misafirinden ayrılmak yakışır mı?” buyurdu. Cebrail Aleyhiselam : “Ey Allah’ın Rasûlü, Sen kerim olan misafir, kadim olan davetlisin. Sen yürüdüğün vakit nur hicaplarını yarar ileri geçersin. Ben buradan bir parmak miktarı ileri gidecek olursam ilâhî esrarın nuruna ve Tecellîyi Sübhanî’ye takat getiremeyerek yanarım.” dedikten sonra Hazreti Peygamber Sallahu aleyhi vesellem’i nur içine öyle bir daldırdı ki, nurdan yetmiş perde birden yanarak zahir oldu. Bundan sonra Cebrail Aleyhisselam beşinci biniti takdim etti ki, o da yeşil nurdan olan Refref idi. Rasûlüllah Sallahu aleyhi vesellem Arşa ulaşıncaya kadar ona bindi. Arş-ı Âlâ Resûl-i Kibriya Sallahu aleyhi vesellemin eteğinden tuttu ve lisanı hal ile: “Ya Seyyidel Evvelîne vel Âhirîn! Bu geceni tekrar tekrar tebrik ederim. Müştakın olan Hakk Celle celaluhü hazrteleri bazı kere Seni şefkat Refrefine bindirip dolaştırır. Bazı kere de Sana Ehadiyyetinin Celâlini gösterir ve bazen de Samadaniyyetinin Cemâliyle tecellî buyurur. Ben ise Halikımın Cemâl ve Kemâli için iştiyak içindeyim. Nerede bulup göreceğim hususunda hayretteyim. Barigâh-ı İzzetine hangi cihetten gideceğimi bilemem. Beni mahlûkatı ilâhiyyesinin en büyüğü olarak yarattı. Hâlbuki heybeti İlâhiyyesinden en çok korkan havf-i haşyet-i Celâlinden en ziyade titreyen benim. O gün ki beni yarattı; Celâlinin azametinden titredim. Hilkatimin üzerine ( Lâ ilâhe İllallah ) Tevhidini yazınca ilâhî saltanatının heybet ve kemâlinden daha ziyade titredim. Onun yanı başına ( Muhammedün Rasûlüllah ) kelimesini yazdı. Izdırabım sükun buldu. İsmi Celîlin hakikatte sırrıma surur vesilesi oldu. Kalbime itminan verdi, bu surur ve itminan, ismi şerifin üzerime yazılınca bu bereket vuku buldu, ya hüsnü nazarın üzerime vaki olunca ne saadetler meydana gelecektir?

Ey Muhammed! Sen bütün âlemlere gönderilmiş bir peygamberi ekmelsin. Senden isterim ki, bu yüce nimetten bana da bir hisse kılasın. Yalan söyleyenlerin bana nisbet ettikleri ehli gururun aleyhimde söyledikleri şeyden beratıma şehadet edesin. Zira bir çok halk, hakkımda hatada bulunup bana zulm ettiler ve haktan ayrılıp dalâlete düştüler. Şöyle zannettiler: Hattı ve sonu olmayan zatı ben sığıştırmışım, keyfiyyetten münezzeh olan Haliki Sübhanî’yi ihata etmişim ve heyetden mukaddes olan Rabbı ben yüklenmişim. Ey Muhammed! Zatı Celîli için hat bulunmayan ve yüce sıfatları sayılamayan Allah Celle Celaluhü hazretleri nasıl bana muhtaç olur? Nasıl bana yüklenebilir? Ey Muhammed! O’nun ismi celîli Rahman, sıfatı Rahîm, olunca sıfatı zatına, zatı, İlâhî sıfatlarına bitişince bana nasıl bitişir? Benden nasıl ayrılır? Ne ben O’ndanım, ne O bendendir. Fakat ben ilâhî izzetinin yüceliğine, kuvvet ve kudreti sübhaniyesine yemin ederim ki, bitişmek suretiyle O’na yakın olmadığım gibi ayrı düşmek suretiyle de O’ndan uzak değilim. Beni ilâhî fazl ve minnetiyle yarattı. Dilerse beni Rabbani adaletiyle mahveder. Ben O’nun eşsiz hikmetinin sanatı, kudretinin mahmulüyüm. Amilin ma’mul, hamilin mahmul olması nasıl sahih olur? Cenab-ı Hakk Celle Celaluhü hazretleri şöyle buyurur: “Hakkında bilgi sahibi olmadığın bîr şeyin ardınca gitme, çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur.”(İsra Suresi Ayet 36)”

Onun üzerine Resûl-i Ekrem Sallahu aleyhi vesellem Efendimiz lisanı hal ile ona şöyle nida etti: “Ey Arş kendine gel, seni dinlemeye vaktim yok. Saffetimi bulandırma, yalnızlığımı ihlâl etme. Bu vakıtta sana cevap vermeye, ne de sözlerini işitmeye vüsatim var.”

Ondan sonra hazreti Muhammed Sallahu aleyhi vesellem Efendimiz: “(Hazreti Peygamber Gördüğü ahvali tam gördü de) göz ne kaydı, ne de aştı.” (Necm Suresi Ayet 17) ayeti hükmünce hakikat gözünün bakışıyla tekrar dönüp Arşa bakmadı. Kendisine vahy buyrulan ilâhî sırlardan bir harf bile söylemedi.

5. Bölüm

Mevlâ’nın rahmet vasıtası olan Efendimizin bütün semavatı dolaşmasına ilâhî bir izin verildi. Semavat sakinleri Feyzin Cemâlinin eserlerini görmesi için Rabbısı O’nu, onların gözlerine arzetti. Risalet Cemâlinin alnı bütün kâinat üzerine nurlar saçtı. Cenab-ı Âlâ Rasûlünü ezelî tecellîsi ve ilâhî hitabıyla yüceltip “Kuluna Kur’an’ı indirdi.” (Kehf Suresi Ayet 1)İzzetiyle süsledi. Gelmesiyle Melekût-u Ala’da nurlar kat kat oldu. Nuranî varlıkların gözleri, güzelliğinin şuasından ve Âlem-i Bâlâdaki meleklerin gözleri alnındaki nurun parlamasından kamaştı. “Ey ulvî ve süfli âlemin sakinleri! Hayrül Asfiyanın ziyasından, feyzinin nurundan iktibas edin. Işık saçan bir güneş olduğu halde müjdeleyici ve kurtarıcı sıfatlarıyla gönderilmiş olan nebilerin imamından rahmet iltimas edin. Zira hepiniz o nebilerin imamının himayesi altındasınız.” mealinde gizli bir nida her tarafı kapladı.

Arz güneşinin zuhuru için sema güneşi örtüldü. Nur saçan inci gibi yıldızlar Yesribin (Medine’nin) güzel çiçeğinin doğuşundan dolayı gizlendi. Mekke’nin şihabı parlayınca semanın şihabı söndü. Hâsılı bütün nurlar ve nurların şuası Ahmed-i Muhtar Sallahu aleyhi vesellem’de toplandı. Köşe ve bucakta oturan şerefli, mukaddes ibadethanelerin ruhbanları şerefli makamın sahibinin cemâlini temaşaya çıktı. O’na denildiki: “Ey yüce makamın sahibi! Senin Turun İsra gecesidir. Hazreti Musanın Aleyhisselam matlubu olan Cemâl Senin ayini istidadında güzel görünme oldu. Sen, Nebiler divanının yazılan son harfisin. Sen, yazılmış olan “Bu peygamberlerin bir kısmını, kendilerine verilen özelliklerle diğerlerinden üstün kıldık.” (Bakara Suresi Ayet 253)Satırının en büyüğüsün. Senin sevgin ufku âlâda süslendi.“And olsun ki, Rabbinin en büyük alâmetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm Suresi Ayet 18) İlâhî hitabında eşsiz şerefinin cevherinden vücudunun alnına bir saadet tacı yapıldi ki, onun misli asla bir kalıba dökülmedi. Nebilerden her biri kadrinin celâleti ve büyüklüğüyle beraber “Her türlü noksanlıktan münezzeh olan o Allah’tır ki, kulunu gece Mescid-i Haram’dan o etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya kadar götürdü.” (İsra Suresi Ayet 1) Şerefine nail olmadı. Kabe Kavseyn mertebesini bulmadı. Onlardan birine ( Esselamu aleyke eyyühennebiyyü ) denilmedi.

Hicabı ( Ev ednâ ) (Necm Suresi Ayet 9) katında hepsi sona kalarak ( Denâ fetedellâ ) (Necm Suresi Ayet 8) öne geçti, ( Legad raâ ) (Necm Suresi Ayet 18) libası içinde ekvanın güzelliği ona açılmışken iştigal gözüyle onlara iltifat bile etmedi. “Fakat Gözlerini uzatıp rağbete bakma. (Hicr Suresi Ayet 88) edebiyle edeplendirdi. Bu mukaddes vadi Musa Aleyhisselam nerede, bu Ruhül Kudüs İsa Aleyhisselam nerede, bu şarab Eyyüb Aleyhisselam nerede. Bu âlî şerefin güzel kokusundan bir defa koklamaya talip, bu kemâl bahçesinin yayılmış güzel kokusundan bir defa koklamaya razı oldukları halde seyahat eden ukul kayıplar meydanında nice seferler yaptılar ve fikirler o yüce bahçeye doğru ne kadar uçtular, lâkin aradıklarını bulmaya yol bulamadılar.

İrfan ve Kemâl ehli itiraf lisanıyla şöyle nida ettiler: “Ey peygamberlerin sonuncusu ve nebîlerin en kerîm olanı. Sen vücud cesedinin ruhusun. Sen kâinat bahçesinin gülüsün. Sen dünya ve ahîret hayatının pınarı, feyz ve necat sermayesisin. Vahyin tamamı Senin için dizildi. Pak olan ruhuna kıdem lütfunun şefkat rüzgârları esti. Senin güzel övülüşünün kokuları Melekütü Âlâya cemâlin saçılan kokuları oluyor. Elinde tuttuğun “İleride Rabbın sana verecek de hoşnud olacaksın.” (Zuha Suresi Ayet 5) Livayı saadeti Senin içindir. Şeriat lambası ilminin nurundan ışık alır. Hikmet lambaları kelamının şualarıyla parlar.”

Enbiya-i İzam İmam-ı Mürselîn Sallahu aleyhi vesellem Efendimizin hikmet yerindeki şehadette dahi kendilerine tekaddüm ve faziletli olduğunu ima, kudsi şanının celâlet eserlerini yücelterek arkasında saf oldu. Münadi-i kadr, onlara tazim ile şöyle nida etti: “Ey ibadet ve zahit ashabı! Ey keramet ve saadet erbabı! Ey şeriat ve tarikat youyla mahlûkata hüccet ehli! Bu, semavatın fevkini ve cennet rnakamlarının en şereflisini süsleyen aydır. Bu, Hüda nurunun güneşidir. Bu, Enbiya tacının zirvesidir. Güzelliğinin nurundan basiret gözlerini tenvir, hidayetinin ışığıyla gözlerinizden perdeleri kaldırarak görün ki, risalet incisinin gerdanlığ o dürri yetim ile şeref ve kıymet ve ilâhî vahyin etbisesi onunla zinet buldu. Nail olduğu saadete hiç bir kimse nail olmadı.”

Bu hakikati öğretici nida üzerine, Enbiya cemiyetinin tevhidini süsleyen gizli itiraf lisanlarıyla: “Biz melekler topluluğundan, herkes için belli bir makam vardır.”(Saffat Suresi Ayet 164) hakikatini söylediler. Ondan sonra te’yidi ilâhîden altıncı binek Nebi Sallahu aleyhi vesellem‘in önüne getirildi. Peygamberimiz Sallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: “Ey Muhammed “İşte sen ve Rabbın” nidasını işitince ne diyeceğimi bilemiyerek hayret içerisinde kalakaldım. Kardan soğuk, baldan tatlı hayat veren bir damla dudaklarım üzerine damladı. O feyz hakikatının damlasıyla bütün enbiya ve mürselinin en fazla bileni ben oldum.

Onun üzerine lisanımdan “Allah için mübarek tahiyyeler ve güzel salavatlar” cereyan etti.

( Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve Rahmetullâhi ve Berakâtüh ) Kudsî cevabıyla ilâhî iltifatlara mazhar oldum. Bana tahsis buyrulan selâm ve rahmeti sübhânîden ihvanım olan bütün enbiya ve mürselini, bütün iman eden müslümanları hissedar etmek için: ( Esselâmü aleynâ ve ‘alâ ‘ibadillâhis Sâlihîn ) dedim.

Melâike-i Kiram ( Neşhedü en Lâ ilâhe illallâh) Şehadet kelimesiyle lisanı süsleyince, Hak Celle ve Alâ: “Meleklerim doğru söylediler. Allah Celle Celaluhü hazretleri benim, benden gayrı ilah yoktur.” Buyurdu. Yine melaike-i Kiram ( eşhedü enne Muhammeden Rasûlüllah ) Deyince Cenab-ı Hakk “Meleklerim doğru söylediler. Muhammed Sallahu aleyhi vesellem benim kulum ve rasûlümdür.” buyurdu.

Cenab-ı Aliyyil Âlâ’dan gaybî bir nida ve hitap geldi ki: “Ey Muhammed! Bana naz ve niyaz arzederek, ne istersen dile. Ey Muhammed! Sen söyle ben işitirim, ben söylerim Sen dinlersin.” Bu ilâhi müsadeye dayanarak Nebiyy-i Zişan Sallahu aleyhi vesellem Efendimiz Melekûtu Âlâya yaklaşmak ve Cenab-ı Mevlâ’ya komşu olmak istedi. Bu talep üzerine “Ey yanımda mahlûkatın en şereflisi olan Habibim! Sen bana dönmek istersen kullarımı bana kim davet edecektir.” Manasında Rabbani bir hitap vuku bulunca Habib-i Rahman Sallahu aleyhi vesellem Efendimiz: “Ey Rabbim (CC)! Sen onları davete mutlak kadirsin. Bana ihtiyacın yoktur. Zaten ben Sensiz onları davet etmeye muktedir değilim.” deyince şöyle bir ilâhî hitap sadır oldu ki: “Ey Habibim! Nebiyy-i Zişanım, Doğru söyledin, lakin ilâhî ezelimde diğer nebîler üzerine fazilet ve üstünüğün zahir omak için Senden sonra nebî gelmeyecektir. Şu kadar ki bu makam her bir vakitte ki namazda Senin içindir. Vakit geldiğinde namaz için kalktığında bu makamı görürsün. Bu yüce makamdan ürnmetini de nasibdar ettim.

Bir kul kerim olan Rabbının münacatından lezzet bulur, itaat ve ibadet-i İlâhîyesine devam eder, Rabbânî rızasını tahsile gayret eder ve Hakk’tan korku ve haşyetinden dolayı günahları için ağlarsa o kul bahtiyardır.”

6. Bölüm

Vahiy mektebinin edîbî olan Hazreti Peygamber Sallahu aleyhi vesellem Efendimiz bu ilâhî iltifat ve hitaptan sonra şöyle arzı niyaz ettiğini beyan eder: “Ey Rabbim! bu gecede babam Abdullah’ı annem Amine’yi yanı ehli aşiretimi iltizam etmiyorum. Fakat ümmetimden âsi olanları lütuf ve rahmetine mazhar, azabından emniyet ve selâmete nailiyet buyurmaklığını istiyorum” Şöyle bir ilâhî hitap varit oldu ki: “Ey Muhammed ! Bu can vücutta olduğu müddetçe tevbe kapısı açıktır.” “Ey Rabbim! Ümmetimin geniş olan rahmanî rahmetinden daha ziyade nasipdar olmasını isterim.” Nida olundu ki: “Ey Muhammed! Saadetle müjdele! Eğer nübüvvet derecesiyle benim yanımda izzetin pek yüksek olmasaydı, seni Melekût Âlemine mi’rac ve azametimin sırlarına vakıf eylediğim gibi ümmetini de bu şerefe mazhar eylerdim. Bununla beraber tazarru ve niyaz mihrabına karşı durup ihsan ve ihlâsın kemâlıyla namaz kıldıkları zaman rükû ve secdelerini onlara manevi rni’rac kıldım.” Bu ilâhi lütuf üzerine tekrar münacaat ettim ki: “Ey Rabbim! Ümmetim için daha fazlasını isterim.” Şöyle bir nidayı ilâhî geldi: “Ey Muhammed! Saadetle müjde ver. Ümmetinden her kim daima oruç tutar, fukaraya yedirir, aşikâre selâm verir, insanlar uykuda oldukları zaman kendisi namaz kılarsa selâmetle Cennete girerler.” “Ey Rabbim! Ümmetim hakkında daha ziyade lütuf ve ihsan isterim.” Bana şöyle nida olundu: “Ey Muhammed! Saadetle müjdele! Her kim Ramazan-ı Şerif ayında oruç tutar ve Şevval-i Şerif’te de altı gün oruç tutarsa, bütün seneyi oruçlu geçirmiş olur.” “Ey Erhamerrahimîn! Daha fazlasını isterim.” Bir müjde nidası aldım ki: “Ey Muhammed! Saadetle müjdele! Ümmetinden yatsı ve sabah namazlarını cemaatle kılan kimseyi Siddıklar zümresine sokar, işaretle bile olsun iadeyi selam eden kimseyi müslümanlardan yazarım.” “Ey Âlemlerin Rabbi! Bütün ümmetim için daha ziyade ihsan beklerim.” “Onların hepsini rahmeti ilâhiyyemden nasibdar kıldım. Ey âli Himmet! Bu ümmet hakkında şefkat ve merhametin ne kadar çoktur? Öyleyse onların ümitlerine lezzet verecek olan “Ey nefislerine karşı haddi aşmış kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidi kesmeyiniz; çünkü Allah bütün günahları mağfiret buyurur. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.”(Zümer Suresi Ayet 53) İlâhî müjdesini kulaklarına oku. Bundan başka yevmi kıyametten sonra da şefaat Senindir.”

İbn-i Abbas Radıyallahu anh buyururlar ki: “Enbiyayı İzamdan yalnız iki Nebiyyi Zîşana halveti mutlak hâsıl oldu. Birisi Yunus Aleyhisselam’dır ki balığın karnında, diğeri Muhammed Mustafa Sallahu aleyhi vesellem Efendimizdir ki, Melekût Âleminde bu saadete nail oldu.”

Bu iki miracı şerifin sebebine gefince: Bazı kâfirler dediler ki, Ulvî âlem, Allah-ü Teala Hazretleri’nin yer yüzü ve denizler başkasınındır. Cenab-ı Hakk Celle Celaluhü hazretleri onları yalanlamak için Yunus Aleyhisselam’ın rniracının denizde suyun ortasında, Muhammed Sallahu aleyhi vesellem Efendimizin miracının ise Ulvî Âlemlerin üstünde olmasını irade buyurdu.

Yunus Aleyhisselam Miracı hakkında ki hadisenin özeti şudur: Yunus Aleyhisselam ümmetine dargın, eziyetlerine tahammül edemediği halde onlara şefkat etmekten saparak içlerinden çıkıp gitti. Cenab-ı Hakk Celle Celaluhü hazretleri ona geniş olan arazîyi darlaştırıp ilâhî takdirin şevkiyle denizin kenarına geldi. Yolcularını alıp kalkmak üzere bulunan bir gemiye bindi. Halinde parlayan nur ve vakar sebebiyle gemi halkı pek ziyade hürmet gösterdi. Deniz dalgalanarak gemi batmaya başladı. Gece karanlığı basıp herkes can telâşında olduğu halde: “Ey gemi hal kıl sizin içinizde bir âsi kul vardır. Onu bana atın. Yoksa hepinizi yutacağım” diye deniz onlara nida etti. Yunus Aleyhisselam bulunduğu yerden sıçrayıp “İstenilen benim.” dedi. Gemi halkı ise “Hayır vallahi aramızda kürra çekilmedikçe sözünü doğrulamayız” diyerek kurra attıklarında Hz. Yunus Aleyhissela’a isabet etmesiyle “Ben size demedim mi idi?” Sözüyle hemen mübarek vücudunu denize attı. Derhal onu bir balık yuttu. Bu balık Yunus Aleyhisselam’a eziyet vermemek için ve her türlü kötülükten muhafaza etmek şartıyla denizin dibine indirmeye Hakk tarafından memur oldu.

Hazreti Yunus Aleyhisselam’ın gizli olduğu yer, kendisinden başkasının ayak basmadığı yerdi. Kendisine şöyle nida olundu: “Ey Yunus! Sen Azimüşşanla denizin dibinde öyfe bir halvet edeceksin ki bu saadete senden başka kimse nail olmamıştır.” Yunus Aleyhisselam da: “Ey izzet Sahibi! Beni denizin dibine kim indirecektir?” Sorusuna: “Oraya Kudreti İlâhiyyemle balık ulaştıracaktır.” Diye ilâhî bir hitap geldi.

Seyyidül rnükerrem, Nebiyy-i Muazzam Sallahu aleyhi vesellem Efendimizin halveti ise yedi kat göklerin üzeri ve miraca götürme vasıtası da Burak ve Refref idi.

Bununla beraber ne denizin altına inen Yunus Aleyhisselam’dan Hakk Celle Celaluhü hazretleri daha uzak oldu, ne de Arş-ı Âlâ’ya yükselen Habib-i Hüdâ Sallahu aleyhi vesellem daha yakınlık buldu. Belki Hakk Celle ve Ala hazretleri bu iki halvetle her iki nebiyyi zişana şah damarından daha yakın oldu.

Yunus Aleyhisselam ilâhî kudretin eşsizliğini görmek için denize ve âlemler için rahmet olan Efendimiz ise Cenab-ı Hakk’ın eşsiz ayet ve Melekütunu, izzetinin acâibini temâşâ için Arş-ı Alaya yükseltildi.

( Sümme denâ fetedellâ ) “Sonra yaklaştı da sarktı.” (Necm Suresi Ayet 8) Ayeti kerimesinin tefsirinde tahkik ulemâsı dediler ki: “Muhammed Mustafa Sallahu aleyhi vesellem Efendimizin Rabbına yakınlığı rahmet ve letaifin yakınlığı idi. Bu yakınlık, mesafeyle vasf olunamaz. Aradan aralık gitmiş, keyfiyet mahv ve izmihlal olmuş, Mekân ve zamandan eser kalmamışken ( Kâbe Kavseyni ev ednâ ) “Böylece Peygambere olan mesafesi ikiyay aralığı kadar, yahut daha az oldu.” (Necm Suresi Ayet 9) mertebesi oldu.

O Habib-i Kibriya Sallahu aleyhi vesellem, mekân, zaman ve ekvan olmadığı halde Rabbı Kerimini buldu. O’nun tarafından: “Ey Muhammed! Bana yaklaş.” Nidasına mazhar olunca hüdâ Cemâlinin nuru Efendimiz: “Ey Rabbim! Taraf yok olmuş, iki ayağımı nereye basayım?” Deyince “Bir ayağını diğerinin üzerine koy, ta ki mahlukatın hepsi benim zaman ve mekân, evan ve ekvan, gece ve gündüzden, hudud ve aktardan, hat ve miktardan münezzeh olduğumu bilsinler. Ey Muhammed! Ben Senin için celâl perdemi kaldıracağım. Vuslat kapımı açacağım. En güzel hitabımı işittireceğim. Muhabbetimin şarabıyla Seni kandıracağım. Evliya-i Kiram için hazırladığım ilâhi nimet ve lütuflarımı görmekliğin için Cenneti, düşmanlar için hazırladığım azabımı müşahede etmekliğin için narımı göstereceğim. Ondan sonra kemâl ve izzetimde benzer ve misilden, müsavi ve denklikten, eş ve vezirden, vuslat ve ayrılıktan münezzeh olduğumu görüp bilmekliğin için celâlimi gösterip Cemâlin perdesini Sana açacağım. İşte ben ey Habibim, Sana ezelî vahdetimin kapısını, Cemâl ve vuslatımın örtüsünü Senin için açtım. Büyük olan azametim de onun için tecellî etti.”

Kemâlinin sultanı ve Celâline layık olan şeyle kerim zatını O’na müşahede ettirdi. O da Rabbi Zülcelâlini ortak ve benzerden münezzeh, hacetler için bütün mahlukattan, ayıp ve noksanlıklardan pak ve mukaddes, aile ve çocuk edinmekten müstağni olarak ne bir şeyde, ne bir şeyle, ne bir şey üzerine kâim, ne bir şeye bişitik, ne bir şeyden ayrı, ne sûret ne cisim, ne araz, ne cevher, ne yer tutan, ne mükayyit, ne benzeyen, ne misli olan, hasılı “O’nun misli gibi hiç bir şey yoktur.” (Şura Suresi Ayet 11) olduğu halde baş ve kalp gözüyle Rabbısını gördü.

İşte bu açık tecellî ve vuslattan sonra “Cebrail vahyetti, Allah’ın kuluna vahy ettiğini!” (Necm Suresi Ayet 10)İlâhî beyanı üzere Efendimiz Sallahu aleyhi vesellem harf ve sessiz Hüdanın kelâmını işitip, farz olan şeyleri eda ederek gecenin karanlığında yatağına döndü.

7. Bölüm

Rasul-i Ekrem Sallahu aleyhi vesellem, Mi’racdaki rûhani müşahedelerini ve orada gördüğü rnelekûtî ayâtı anlattığı zaman Kureyş, bunlara dalâlet demişti. Acaba niçin böyle dediler? Çünkü onların bir ruhani tecellîleri görecek gözleri, onların bu sermedi sesi duymaya lâyık kulakları, onların bu ilâhî sırları kavrayabilecek akıl ve kalbleri yoktu. Çünkü görülen şeyler, Kadîr ve Hakîm olan Allah’ın tecelliyât-ı bâhiresi idi. O nurânî cesede hangi cisim manı olabilecek, hangi mesafe uzun gelecek? Onda mesafe kaydı ortadan kalkmıştır.

Burada hayretle karşılanacak cihet Hazreti Muhammed Sallahu aleyhi vesellem Efendimizin Miracı değil, müşriklerin onu inkar etmeleridir. Varlığı, yalnız bu maddi âleme mıhlayıp çakmak istemek ne kısa görüştür! Sayısız âlemleri, bu uçsuz bucaksız fezaları, kısaca akıllara hayret verecek bu kâinatı dar tabiat ve zerre hududu içinde sıkıştırmak bilgisizlikten başka ne ile izah olunabilir? Fakat, bu nur ve sürat asrında Miracı inkâr etmek mazur görülemez. “Asrımızda ilim, isrâyı yani cesedin seyrini ve ruhun Miracını kabul etmektedir. Çünkü salim kuvvetlerin bir oraya gelmesi sayesinde Morkoni, Venedik’te bulunan gemisinin üzerinden esîr dalgaları vasıtasiyle verdiği bir elektrik cereyanı ile, ta Avustralya’da ki Sidney şehrini aydınlatmıştır. Bu günkü ilim ve fen, esir dalgalarının radyolarla ses ve hatta resimleri nakletmesini, televizyonu kabul ettiği gibi, insanların dimağlarındaki düşünceleri anlamaya ve okumaya dair nazariyeleri de kabul etmektedir. Mazide hayal sanılan bu gibi şeyler bu gün gerçekleşmektedir. Tabiatın gizli kuvvetleri keşfolunmakta ve hergün yeni, yeni nice hakikatlar meydana çıkmaktadır. Böyle olunca Hazreti Muhammed Sallahu aleyhi vesellem Efendimiz gibi lahuti feyzin kemâlinde bulunan, kudsiyyat âleminin yegâne nuru olan bir zatın Mekke’den Kudüs’e yani Mes-cid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya gelmesi ve Miraca çıkarak Allah’ın birçok ayetlerini görmesi neden mümkün olmasın? Bunu bugünkü ilim kabul etmektedir Su hadisedeki manâların güzelliği ve ihtişamı bize Hazreti Muhammed Sallahu aleyhi vesellem’in ruhunda ruh ve kâinat birliğini göstermektedir.

Böylece O âlemlere rahmet olarak gönderildiğini bilfiil ispat etmiş ve O’nun mübarek dininin nurları beşeriyetin yolunu aydınlatan bir meşale halinde dünyanın her tarafına saçılmıştır.

Hayatı

TARİK-İ KÂDİRİYYE-İ HAYRİYYE PÎRİ EŞ-ŞEYH
ES-SEYYİD HACI MUSTAFA HAYRİ BABA HAZRETLERİ’NİN HAYATI 

NESİLLERİ 

Malatya’da Koca vaiz oğulları demekle meşhur, ilim ve irfanlarıyla muhitlerinde nam kazanmış, nezih Evladı-ı Mutahhareye, yani Evladı-ı Resûle dayanan geniş bir ailedir. Koca vaiz hem müderris, hem de evliyanın ulularından olup, sayılamayacak kadar kerâmeti olduğu el-ân bilinmektedir. Bizzat hayatını anlatacağımız Eş-Şeyh Es-Seyyid Hacı Mustafa Hayri Baba Hazretleri, dedesi Koca vaiz hakkında şöyle bir vakıa anlatmıştır: 

4.Murat’ın yolu, Bağdat’a giderken Fırat nehrine uğrar. Atını Fırat nehrine sürerek: 

– Sen Fırat, ben Murat, der. Der ama Fırat nehri de Sultan Murad’ı atıyla birlikte sürüklemeye başlar. Bu esnada yaşlı bir zat Sultanı sudan çeker çıkarır. Malatya’ya gelen padişahın ilk işi, kendini kurtaran zatı aramak olur. Malatya valisine emir vererek bütün halkın huzurunda hazır olmasını ister. Bütün halk toplanır fakat Padişah aradığını göremez. Bunun üzerine Padişah: 

– Daha kimse yok mudur, varsa gelsin, emrini verir. Bu emir üzerine Koca vaiz Hazretlerini padişahın huzuruna getirirler. Sultan Murad: 

– Hocam, Halife-i Rû-yi Zemînim, niçin ziyaretime gelmedin, diye sual edince Koca vaiz Hazretleri: 

– Padişahım, ilk önce biz geldik ya! Diye mukabelede bulunur. Böylece sultanı, suda boğulmaktan kurtaran kişi olduğunu beyan eyler. 

AİLESİ 

Böyle nezih ve asil bir soydan gelen Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerinin dedesi Münir Efendi, nenesi Zeynep hanım, bunların oğlu olan Mustafa Hayri de, Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerinin babasıdır ve subaydır. Zahide Hanım ile evli olan Mustafa Hayri iki çocuk babasıdır, büyük çocuğu kızdır. İkinci çocuğu olan Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerinin doğumundan 33 gün önce Malatya’nın Akçadağ kazasında vurularak ahirete intikal eylemiştir. 1895 yılında şehid edilen subay Mustafa Hayri, halen Akçadağ’da metfundur. 

DOĞUMU VE ÇOCUKLUĞU 

Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri, babasının şehid edilmesinden 33 gün sonra doğar (m.1895). Ablası Fahriye evlenince, küçük Mustafa Hayri ile annesi Zahide hanım ile baş başa kalırlar, fakat bu fazla uzun sürmez, Mustafa Hayri 4 yaşındayken annesi Zahide hanım amansız bir hastalığa yakalanarak vefat eder. Önce babası Mustafa Hayri efendinin, ardından da annesi Zahide hanımın vefatıyla yetim ve öksüz kalan Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerini nenesi Zeynep hanım yanına alır. 

TAHSİL HAYATI 

İlk tahsilini Malatya’da tamamlayıp Eniştesi Hafız Nazif Bey tarafından İstanbul’a götürülür ve Fransız Kolejine yazdırılır. Koleje devam ederken eniştesi onu Gümüşhanevi Tekkesine götürür, burada Zâfiranbolu’lu İsmail Necati Hazretlerinden Turuk-ı Nakşiyye’nin Halidiyye kolundan ders alır. Böylece ilk olarak Turuk-ı Aliyye şerefine mazhar olur. 

MEMURİYETE BAŞLAYIŞI 

Tahsili sona erince eniştesinin delaletiyle ilk memuriyeti olan Harbiye’de vazifeye başlar. Bu sırada 1.Cihan harbi devam etmekteydi. Bu harple ilgili olarak Medine-i Münevvere’ye ve Basra’ya bazı harp haritalarının gitmesi gerekli olur. Peygamber aşığı Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri eniştesi Hafız Nazif Bey aracılığıyla her ne yapmışsa, evrakların Medine-i Münevvere’ye götürülmesine kendini memur tayin ettirir. Evrak-ı mazbuta ve bir de yanında yüzbaşı olmak üzere trenle yola çıkar. 

Tebük havalisine vardığı sırada babası Mustafa Hayri’nin bir subay arkadaşı ile tanışırlar. Bu subay kendisine: 

– Yol da tehlike var, gitme, diye ısrar etmişse de Resûlallah’ın aşkı onu bırakmaz, yola devam ederler. 

Bir süre sonra bulunduğu tren berhava edilir. Bütün hayvanat, mühimmat ve asker heder olur, yanındaki yüzbaşı yaralanır. Kendini de Araplar soymaya başlar ve tüfeğini elinden alıp elbisesini soyarlar. Araplardan birisi elindeki cendere ile Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri’nin canına kasdetmek istediği sırada eli havada kalır ve böylece mübarek hayatı selamete erer. Tekrar baba yadigarı subayın yanına gelerek elbise ve çizme alıp yoluna devam ederek evrakların yerine ulaşmasında asla kusur etmez. 

Evrakları Cemal Paşa’ya verince kendisine Medine-i Münevvere’ye gönderilmesini ister ve bu ricası kabul edilir ve bir Hecin devesine binerek Medine-i Münevvere’ye vasıl olur. O gün Mevlit Kandiline rastlamış olduğundan umumi temizlik yapılmaktaymış. Başına giydiği Alman hasır şapkasından huylanan Araplar Resûlallah’ı ziyaretine izin vermezler. Peygamber aşığı Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri, Ravza’nın dışında dolaşmaya başlar, o esnada kendisine hal galebe gelmesiyle yere düşer ve balıklama sürünerek Resûlallah’ın bulunduğu yere kadar gelir. Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz: 

– Gel, ya veledi, diyerek bağrına basar, nikâbının altına alır. Hazretleri der ki: 

– Üç defa Rasûlallah’ın yüzüne baktım, güneşin ziyası O’nun yanında çok sönük kalırdı… 

Osmanlı Devletinin yıkılmasıyla birlikte Harbiye’nin lağvı üzerine Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri Malatya’ya avdet eder ve maliyede vâridat memuru olarak göreve başlar. 

EVLİLİKLERİ

Halasının kızı Ümmühan hanım ile evlenir ve iki çocuğu olur fakat eşi sarılık geçirerek hem kendi, hem de yeni doğan bebek vefat eder.Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri’nın ilk oğlu olan Bahaeddin de Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerinin vefatından beş sene önce vefat etmiş olup İzmit Tütün Çiftliği’nde metfundur. 

Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri, ilk eşi Ümmühan Hanımın vefatından sonra Bedriye Hanım ile evlenir ve yedi çocuğu olur. Sırasıyla isimleri şöyledir: Abdulkadir, Hacı Ömer, Ali Haydar, Hacı Muhammed, Hatice, Fatma, Emine. Hatice Hanım halifeleri arasında mevcuttur. Cenab-ı Hakk hem kendini, hem de ihvanını, ehibbâsına feyziyab eylesin. Amin. 

İkinci eşi Bedriye hanımın vefatıyla Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri Üçüncü olarak Şaziye Hanım ile evlenmiş ve üç çocuğu dünyaya gelmiştir. Sırasıyla Zahide, Ali Rıza ve Mustafa Hayri olup ömrünün sonuna kadar beraber ve huzur içinde yaşamışlardır. 

ŞEYHİ HACI MUHAMMED BABA-İ KÜRKİ (KS) İLE TANIŞMASI

Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri, gecelerden birinde rüya aleminde kendini Malatya’da bulunan Beydağ’ında görür. Yüksek rütbeli hocalar toplanmışlar günün olayları hakkında görüşmeler yapıyorlarmış. Namaz kıldıran kişi en yüksek rütbeli olup uzun külahlı birisi imiş. Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri rüyasını Malatya Meşayıhından Söğütlü Camii imamı Mehmet Efendi’ye anlatır, o muhterem zatta; 

– Yakın zamanda yüksek rütbeli bir zat gelecek, ondan feyz alacaksın diye rüyayı tabir eder. 

Onbeş gün geçmeden Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri Malatya’nın Söğütlü camiinde öğle namazı kılarken ön saflarda uzun taçlı ve şeyh kıyafetli bir zat görür. İçinde o zata karşı bir sevgi başlar ve namazdan sonra evine davet eder. Hacı Muhammed Baba’nın daha önceden müridi olan Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerinin dayızadesi ve Malatya’nın ileri gelen zenginlerinden, alim ve müderris Hacı Hüseyin Efendi de beraber olmak üzere Hacı Muhammed Baba ile birlikte Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerinin evine gelirler. Akşam namazı olunca Şeyh Hazretleri Hacı Hüseyin Efendi’ye: 

– Geç namazı kıldır der. Birinci rekatta Hacı Muhammed Baba’nın bir sallanmasıyla Hacı Hüseyin Efendi anında meczup olur. Bu emr-i hal nedir bilinmez! Bilahare Hacı Hüseyin Efendi, Ankara-Haymana-Yunan harbine manen memur edilir. Ceseden de gider. Hacı Muhammed Baba demiştir ki: 

– Benim gitmekliğim icap ediyordu. Malatya’ya gelince Emr-İlâhi değişti ve Hacı Hüseyin Efendi vazifelendirildi. 

Hacı Hüseyin Efendi, Haymana harbinden sonra bir daha Malatya’ya dönmez. Kastamonu’daki Kâdirî Dergâhına, diğer adıyla Yılanlı Dergâhına yerleşir ve ömrünün sonuna kadar da orada ikamet eder. Halen orada metfundur. Namaz sonunda Hacı Hüseyin Efendi’ye izin verilir ve Hacı Muhammed Baba’yla uzun sohbetler başlar. Konuşma esnasında sık sık Muhammed Baba: 

– Gel benden ders al, imâsında bulunur. Bu arada Malatya’dan Medine-i Münevvere’ye manevi bir muhabere hattı kurulur. Bazı emirler Medine’den Malatya’ya Şeyh Hazretlerine ulaşır. Nihayet gece yarısı, Şeyh Hazretlerinin her gece kıldığı tesbih namazını beraber kılıp namaz sonunda Şeyh Hazretleri der ki: 

– Bende oniki tarikten mezunum. Hangisinden arzu ediyorsan ondan ders vereceğim. Bunun üzerine Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri der ki: 

– Benim dersim var, bana himmet eyleyin yeter diyerek almamakta diretir. Şeyh hazretleri ise ısrarla ders vermeye çalışır ve der ki: 

– Mahalle mektebinden müderris yetişmez, müderristen okumalıdır, diye işaretler verir fakat Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri yine yok der. Bunun üzerine Hacı Muhammed Baba der ki: 

– Tebük’te arabın elini havada tutan kimdi? Başına şapka giydiğin için sana bu fakirden başka kimse sahip çıkmadı. Bunlar sana yetmez mi? 

O zaman Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri anladı ki, muhaberenin kurulması ve Şeyh’in haber vermesi kesin emirdir. 

– Efendim nasıl olsa ders vereceksiniz, hangi tarikten arzu ederseniz ondan verin. Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri, Şeyh Hazretleri’nin ısrarı üzerine: 

– Ben Seyyid Abdulkadir Geylani’nin takip ettiği yolu seviyorum O’nun tarikinden verin, der. Bunun üzerine Muhammed Baba: 

– Ben bu memlekete O’nun emri ile, yalnız senin için geldim, deyip Turuk-ı Kâdiriyye-i Alliyye’den ders tarif eder. Böylelikle yeni yoluna tam bir teslimiyetle bağlanır. Bundan sonra da Şeyh’inin emrinde, Hakk rızasını bulmak için kendini vakfeder. 

Günlerden bir gün Hazreti Şeyh’in emriyle Diyarbakır yakınlarında bulunan ve Hz. İsa’nın havârileri ile gizlendiği mağaraya, çile çıkarmak üzere yola çıkarlar ve bir süre sonra o mağarayı bulup yerleşirler. Şeyh Hazretleri kırk gün çile çıkarır. Mağaradan ayrıldıktan sonra Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri Malatya’ya, Şeyh Hazretleri de Diyarbakır’a döner. 

Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri bir ay sonra manevi bir çağrıya uyarak Şeyhini ziyaret için Diyarbakır’a gider. Orada şeyhi tarafından imtihana tabi tutulur. Daha sonra birlikte Elazığ’da ziyaretlerde bulunurlar… Bir gün yine Şeyh Hazretlerini ziyaretinde, Şeyh Hazretleri Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerinin üzerindeki yeni pantolonu bıçakla keser. Ayağında bulunan şalvarı, başında bulunan üç şerefeli tâcı ve sırtındaki hırkayı Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerine giydirerek der ki: 

– Yatar iken bile çıkarmak yoktur, diye kesin emir verir. 

Malatya Meşayıhından birileri Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri ile uğraşmaya başlamışlarsa da kendi saflarına çekmeye muvaffak olamazlar. Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri hem maddi ve hem de manevî çalışmalarına devam ederken bir taraftan da Elazığ’a gitmeyi ihmal etmez. Bir süre sonra manevi olarak Şeyhi tarafından Malatya Valiliğine tayin edilir. Şeyh Hazretleri bir gün: 

– Şimdiye kadar seni ben korudum. Bu defa da Koca vaiz korusun. Neslinizden yetmiş evliya geçti, muvaffak ol da sen de yetmiş birinci ol. Senin hasebin Hz. Resûlallah’a ulaşmaktadır, der. 

Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri rüyâ aleminde sürekli Hz. Fatma Validemizi görmeye başlar. Bir defasında Fatma Validemiz elinden tutup karşısına alarak: 

– Gözlerin Âl-i Resule benziyor der. Sonra Hz. Ali efendimize dönerek: 

– Öyle değil mi Ya Ali, diye sordu. O da: 

– Evet Ya Fatma, diye cevaplar. Sonra da Hz. Ali (kv) Efendimiz Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerine dönüp der ki: 

– Evlat gözlerin bize benzer. Benim gözüm senin olsun, senin gözün de benim olsun. Böyle dedikten sonra gözünün birini yerinden çıkarıp Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri’nin gözüne, Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerinin gözünü de kendi gözünün yerine takar. Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri, bu halin gerçekliğini elbisesine dökülen kan lekelerinden anlar… 

Bir gün Şeyhini ziyaretinde, Şeyh Hazretleri 33’lü koka tesbihini vererek der ki: 

– Bunu sana vermeme imkan yoktur, ama ver diyorlar ben de veriyorum. Al, kaybetme. Kaybedersen vücudun arızalanır. 

Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri adap ile alır ve kendisinde değişimler başlar. Manevi hal iyice belirmeye başlar ve halden hale geçer. Şeyhi ile dört beş sene Kutbu’l-Aktab’lık vazifesi ifa eyler. Ziyaretlerinde birçok dünyevî ve uhrevî hususlar görüşülür. Bir gün Şeyhinin manevi çağrısına kulak verip ziyaretine gittiklerinde ise, Şeyh Hazretleri ağır hastadır. Sana vasiyetim var beni dinle der: 

Evlad – Ümmet-i Muhammed için canını feda edeceksin. Onlara daima tavsiyede bulunacaksın. Kelime-i Tevhid’in yolundan asla ayrılmayıp, bu nurlu yolumuzu devam ettireceksin der. 

Evlad! – Bundan böyle sana on iki tarikten icazet veriyorum. Senin zamanında önemli bir harp olmaz. Senden sonra alem, başka bir alem olur. Ben-i esfel kabilesi seninle çok uğraşır fakat muvaffak olamazlar. 

Evlad! – Sırra çekil. Onların şerrine uğrama. Cenab-ı Hakk seni bütün zulümlerden muhafaza eyleye. Amin. Senin vasıtanla bu tarik neşvü nemâ bulur. İleride çok halifen olur. Hazret-i Allah (cc) onları da feyziyab eyleye. Amin. Pirler ve mürşidler yardımcın olsun. Amin. 

Kısa bir süre sonra da vefat eder. Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri acı haberi duyunca Elazığ’ın Köğenk köyüne gelir ve şeyhinin mezarını yapar. Emanet olarak bıraktığı Hacı Ömer Hüdai Baba’dan kalan asâyı, bir adet Kâdir’i tacını, tarikat icazetnamesini ve Üzeyr (as)’ın hediye ettiği dokuma seccadeyi alıp Malatya’ya döner. 

Uzun zaman halkı irşada devam eder. Meşhur Menemen hadiselerinden doğan olayların tesiri Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerine de sıçrar. İlk önce kaydolduğu Gümüşhanevi dergahından ismi çıkartılır, bulunduğu yerde yakalanıp idam edilmesi istenir. Bu hususun icrası için Malatya’ya tayin olunan Vali, Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerini dairesinden yanına çağırarak, kendisine hakkında olan evrakı gösterir ve tevkif edip sakalını kesmesini söyler. Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri kabul etmeyince, valinin (istemeyerek de olsa) polise işaretiyle gelen berber sakalını keser. İdamı yerine sakalının kesilmesiyle sonuçlanan bu olayda vali başarısız bulunarak vazifesine son verilir, sakalını kesen adamın da bu olaydan sonra kolu kurumuştur… 

Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerine insan üstü sıkıntılar görmüş, bunlara rağmen bir an da olsa ders vermekten, halka-ı zikir kurmaktan geri kalmamıştır. Bu arada refikası Bedriye hanımı da kaybetmiştir. Malından ve canından fedakarlık yapmış fakat konu İslam olunca, en ufak da olsa hiç bir müsâmahada bulunmamıştır. 

Kendisinin değişik birçok illeri ziyaretlerinde, tabî olan müridlerinin de sayısı gün geçtikçe artmıştır. Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri sayesinde Malatya’da da nice kimseler bu nurlu yolda mevcut olup velilik mertebesine erenler, nekip ve zakirler meydana gelmiştir. Ankara’da Tarik-ı Kadiriyye’nin neşri için gönderilen Salih bazı kişilerin gayretleriyle müridlerinin sayısı artar ve sık sık ihvanlar tarafından Ankara’ya davet edilir. Sonunda Ankara’ya yerleşmeye karar verilir. Ankara ve çevresinde her geçen gün mürid adedi çoğalmaya başlar. Hazret-i Üstad’ın istediği şekilde İlm-i ledün gayreti ilerlemekteydi. Mümtaz simalar meydana geliyordu.. 

Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri, 1963 yılında Hac vazifesini yerine getirmek için Suudi Arabistan’a gitti. Bu münasebetle, çeşitli vilayetlerden Evlad-ı Resulün altın zincirine yeni yeni ihvanlar dahil olmuştur. 

Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri kalp rahatsızlığı dolayısıyla İstanbul’u ziyarete başlar. Yine bir İstanbul dönüşünde, bu şehre gönül verdiğini şöyle imâ eder: – İstanbul’da beş yüz meşayıh mevcut. Fakat irşâda kâfi gelmiyor, daha lazım. 

Doktoru da “-Size yumuşak iklim lazım” tavsiyelerinde bulunmuşlardır. Bir süre sonra manevi bir emirle İstanbul’a yerleşilir (1965). İstanbul’da altın zincir olan Evladı-ı Resûl halkasına yeni yeni simalar katılmaya başlar. Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerinin sayılamayacak kadar keşif ve kerametleri vardır. Hiç birini kendine mâl etmezlerdi. Herhangi bir durum kendi vasıtasıyla olduğunda Şeyhine havale ederdi. Yaptığı bütün muamele keramet idi, ama gizlemesini bilirdi ve şöyle derdi: 

– Emrolunduğum gibi icra ederim. Her şeyi yapan Hazreti Allah (cc)’dır. 

1978 yılının Haziran ayında 33 günlük bir seyahat olur. Bu seyahat esnasında 84 yaşında idi. Çankırı ve havalisinden başlanarak Polatlı, Samsun, Ayancık, Perşembe, Trabzon, Erzincan, Elazığ, Ergani, Diyarbakır ve Urfa’ya uğranılır. Eyyüb Aleyhisselâm’ın mağarası ziyaret edildikten sonra Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerinin yeniden abdest almasına bir müridi yardım ederken birden Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerinin sağ elini meşrıkta, sol elini de mağripte görür ve durumu olduğu gibi arz eder. Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri: 

– Sen bu hali senelerdir görüyordun fakat anlayamıyordun. Senin çiçek olarak gördüğün halin aslı budur. Şeyhim Muhammed Baba bana: 

“- Hayri! Ben şeyhime çok hizmet ettim. Sen ise bir fazla yaptın. Bir elin şarkta, bir elin garpta olsun” diye dua etti. Cenab-ı Hakk efendimin duasını kabul etti. Benim bir elim meşrıkta, bir elim mağriptedir. Cenab-ı Hakk on yılı aşkın bir zamandır bu hâli sana rumuzlu olarak gösteriyordu. Bu gün ise açıktan anlattı… 

Malatya ihvanlarından bir zat şöyle anlatır: 

– Ben hiç bir tarika intisaplı değildim. Hükümet yasaklanan tarikatlar dolayısıyla beni hapsetti. Uzun süre de sürgünde kaldım. Bir gün Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerinin zikrullahında bulunuyordum. Hapis ve sürgünden yeni geldiğimden dolayı zikrullahta bulunmanın korkusunu da düşünüyordum. O anda şöyle bir zuhurat oldu: 

“-Gördüm ki, zikir yapılan evin bir köşesinde Hz. İmam Ali(ra) yalınkılıç duruyor, ikinci köşesinde yine aynı şekilde Hz. Fatımatü’z-Zehra Validemiz, üçüncü köşesinde Hz. İmam Hasan, dördüncü köşesinde de Hz. İmam Hüseyin (radiyallahü Anhüm) bulunuyorlar. Bunların zikrullah meclisini koruduğunu görünce korku benden gitti”… 

Zikrin nasıl yapılması hakkındaki bir soruya şöyle cevap verdiler. 

– Zikrullahta Darbeli olarak şiddet göstermek doğru değildir. Esma-i İlahi’nin sıhhatini bozmak harama kadar gider. 

– Sağdan sola hafif sallanarak, içten gelen aşk ile Rabbimizi zikretmek, ibadetlerin en efdalidir. (İhtiyar ve rahatsız olanları ayağa kaldırmamak daha güzel olur). 

– Seslere gelince, huzuru temin için hep bir ağızdan yapmak, zikir başının sesini geçmemek ve sesi çok yükseltmemek kaydıyla temin edilir. Böylesi zikre melekler iştirak ederler. Kişinin ibadetine, meleklerin iştirak etmesi makbul ibadetlerdendir. 

Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerine sordular: 

– Aşka gelerek sayha etmek doğru mudur? Cevaben şu hadis-i şerifi okuyarak buyurdular ki: 

“-Hakiki bir cezbe, dünya içindekilerin ibadetinden daha hayırlıdır.” Cezbe kendiliğinden gelen bir hal değildir. Yüce Allah (cc)’ün sıfat tecellisinden, Rasûllalah’ın şefaatından, meleklerin aşka gelen kişiye dokunmasından ve Evliyaullah’ın ilim nazarından meydana gelmektedir. 

HAYRİ BABA K.S VEFATI

Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerinin defin yeri olarak Trabzon Akçaabat kararlaştırılmıştır. 85 yaşında iken 17.9.1979 Pazartesi günü saat 11.30’a gelirken ani bir sayha eder. Başında Yasin-i Şerif okunurken, üçüncü eşi Şaziye Hanımdan olan oğlu Seyyid Mustafa Hayri de kulağına Kelime-i Şehadeti telkin ediyordu. Bu arada ikinci sayha olur. Kur’an okuyan müridi anlatıyor: 

– Kulağımı ağzına dayadım. Titrek bir sesle “-Allahümmağfirli verhamni ve elhıkni bir refikıl-a’la” diyordu. Bunu iki defa tekrar etti. Üçüncü seferinde duayı tamamlayamadı ve son nefesini verdi. 

Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretlerinin vefatından sonra bütün hazırlıklar tamamlanarak Salı günü öğle namazından sonra yola çıkılır ve Çarşamba günü öğle namazını müteakiben toprağa verilir. Trabzon Akçaabat’ta toprağa verilmezden önce şöyle ilginç hadiseler meydana gelir: 

Defin yerine gidilirken semada kuşlar, saflar halinde tabutun üzerinde uçmaya başlarlar. Kuş türünde sayılamayacak kadar adet vardır. Aynı zamanda o beldeyi nisbet kokusu basmıştır. Bunu orada bulunanların cümlesi duyuyordu. Böylece defin yapılır. Hacı Mustafa Hayri Baba kaddesallahu sırruh Hazretleri, daha önceden mezarının mutlaka tol halinde yapılmasını sıkı sıkı tembih etmişti. Bu sebepten dolayı üç gün sonra, Cuma günü mezar açılarak istediği şekilde yapılır. Tekrar kapatılır. 

O esnada orada bulunanların cümlesine kefen üzerinden el öptürülür. Hepsi de elinin sıcak ve yumuşak olduğunu beyan ederler. 

Cenab-ı Zü’l-Celal Ve’l-Kemal Hazretleri, şefaatından mahrum bırakmaya. Amin. Kendisine bol bol rahmet eyleye. Amin. 

Bi-hürmeti seyyidi’l-mürselin ve’l-hamdü lillahi Rabbil-alemin. 

Not Geniş Bilgi İçin “SON ASRIN ARİFLERİNDEN HACI MUSTAFA HAYRİ BABA MALATYEVİ” kitabına bakınız. 

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN EMSALSİZ BAŞARILARI

Hazret-i Peygamber Efendimiz, sahip olduğu yüksek vasıf ve tecelliler sayesinde yayılmasına muvaffak olduğu yüksek ve İlâhî din doğrultusunda hedef edindiği pek mukaddes gayeye erdi. Dünya tarihinde hiç kimseye nasib olmayan pek büyük başarılara kavuştu.

Evet… O yüce Peygamber, Hak Teâlâ’nın kitabını, beşeriyete maddî ve manevî mutluluk yollarını gösteren Kur’ân-ı Kerîm’i, o ebedî mucizeyi bütün insanlara tebliğ etti. Bütün hükümleri akla, hikmete, ihtiyaca uygun ve her asrın ihtiyacına fazlasıyla yetecek şeriatı, İslâmiyet’i yaymağa muvaffak oldu. Kendisine uyan insanları gerçek hürriyete kavuşturdu. İnsanlar arasında bir eşitlik kurdu. İnsanlık bakımından, hukuk bakımından, Yüce Allah’a kulluk bakımından insanlar arasında fark olmadığını ilân ederek zorbaların burunlarını kırdı. Hazret-i Peygamberin manevî huzurunda yerlere kapanarak kullukta bulunmak şerefinden bütün insanların aynı şekilde faydalanmaları gerektiğini bildirdi. Gerçek münevverliğin tam bir tevazu ile hakka boyun eğmek ve ibadetten, fazilet ve nezahet dairesinde yaşamaktan, diğer insanlara karşı üstünlük iddiasında bulunmaksızın kulluk görevini herkesle beraber aynı şekilde yerine getirmeğe çalışmaktan ibaret olduğunu ilân etti. Ölümlü, maddî bilgilere ve servetlere güvenerek ona buna karşı cahilâne bir gurura uyanların, Yüce Allah’ın fakir ve zayıf kulları ile beraber bulunarak kulluk görevini aynı şekilde yerine getirmekten kaçınanların münevver değil, mana bakımından karanlıklar içinde kalmış zavallı kimseler olduğunu açıkladı. Ruhlarında kabiliyet olan bahtiyar kimseler, onun bu yüksek beyanatını takdir ettiler, onun mutluluk hayatına can attılar, mutluluğa erdiler.

Hazret-i Peygamber, daha ahiret âlemine göçmeden Müslümanların sayısı bir milyonu geçmiş ve kendisi yüz yirmi bin Müslüman ile “Hacc-ı Ekber” eylemişti. Bugünkü gün, yeryüzündeki Müslümanların sayısı bir milyara yakın bulunmaktadır. Bu miktarın günden güne çoğalacağı da pek umulmaktadır.

Sonuç olarak, O kutsal peygamberin mübarek ismi, bin dört yüz seneden beridir ki, daima milyonlarca dilleri süsleyip durmaktadır. Yaymış olduğu kutsal İslâm dini de yüzlerce milyon insanın nezih ruhlarına hâkim bulunmaktadır. Artık çocukluk zamanları, meleklerin üstünde bir saflık ve nezahetle geçmiş, kırk yaşlarından itibaren peygamberlik ve Risâlet’e ulaşmakla cihanı karanlıktan aydınlığa çıkarmıştır. Altmış üç senelik mübarek hayatları bütün şeref ve kutsallık parıltıları ile çevrilmiş olan O büyük ve O en son şerefli peygambere ümmet olduğumuzdan dolayı ne kadar sevinsek, ne kadar öğünsek, Yüce Allah’a ne kadar şükretsek yine de azdır.

Ya İlâhî! Sen bizi, O kutsal peygamberin korumasından uzak düşürme. Sen O mübarek peygamberine ve diğer aziz peygamberlerine ve hepsinin muhterem soyuna ve ashabına nihayetsiz salât ve selâm buyur, âmin…

Ey Âlemlerin Rabbi! Hamd sana mahsustur…

KAYNAK: Büyük İslam İlmihali Ömer Nasuhi Bilmen

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN PEK NEZİH ZÜHD VE TAKVASI

Peygamber Efendimiz, daima ibadetle meşgul olur, Allah’ın rızası için ümmetinin hidayet ve mutluluğuna çalışırdı. Hatta geceleri o kadar namaz kılardı ki, çokça ayakta durmaktan mübarek ayakları şişerdi. “Ya Resulûllah! Neden kendine bu kazar eziyet veriyorsun? Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamış değil mi?” diyenlere:

“Ben Rabbimin çok şükreden kulu olmayayım mı?” diye cevap verirdi. Peygamber Efendimiz, dünyada bulundukça bu yoldan asla ayrılmadı. Hayatları boyunca, Arab yarımadası fethedildi, Medine’ye her taraftan ganimet malları gelmeye başladı. Hükümdarlar tarafından kıymetli hediyeler gönderildi. Dünya olanca varlığı ile ona yüz gösterdi, fakat O Yüce Peygamber, bunların hiç birine önem vermedi. Bütün bunları, fakirlere, gazilere, Müslümanların yükselmelerine harcardı. Bir gün kendisine bir kese altın gelmişti. Onu ashabına dağıtmıştı. Saadet evlerinde yalnız altı altın kalmıştı. Gece uyumadı, kalkıp bunları da dağıttı. “Şimdi rahat ettim” buyurdu. Hazret-i Aişe validemiz diyor ki: “Resulûllah dünyadan göç edişlerine kadar arka arkaya üç gün doyacak şekilde yemek yememişti. Hâlbuki isteseydi, Yüce Allah ona hatır ve hayale gelmedik nimetler verirdi. Bazen bir ay kadar, biz peygamber zevcelerinin evlerimizde yemek pişirmek için ocak yanmazdı. Yiyip içtiğimiz, yalnız hurma ile sudan ibaret olurdu. Bazen peygamberin haline acır, ağlardım. Bir gün: “Canım sana feda olsun, dünya dirliğinden yeterince kabul buyursan olmaz mı” Buyurdular: “Ben nerede, dünya nerede! Kardeşlerim olan büyük peygamberler, bundan daha çetin hallere sabrettiler, öylece gidip Allah’a kavuştular. Yüce Allah da onlara büyük sevaplar, makamlar verdi. Şimdi ben geniş bir geçime kavuşursam, Yüce Allah’tan utanırım. Benim derecemin onlarınkinden aşağı kalmasından sıkılırım, benim en özlediğim, o kardeşlerime kavuşmaktır.”

Mukaddes ve şanı büyük peygamberimiz bu mübarek sözlerinden sonra dünyada ancak bir ay daha yaşamışlardı. Ahirete göç ettikleri zaman ailesine ne bir altın, ne bir deve veya bir koyun bırakmıştı. Geri bıraktığı şey, yalnız silâhları ile bindikleri katırdan ve gelirini bağışladığı ufak bir araziden ibaretti. İşte Hazret-i Peygamber Efendimiz bu kadar yüksek kalbe sahipti. Hak yolunda bu kadar samimi, bu kadar fedakârdı. O’nun yüksek maksadı, yalnız Allah’ına kulluk etmek, İslâm dinini yaymak, insanları cehaletten kurtarmak, yeryüzünü insanlık ve medeniyet nurları içinde bırakmak idi.

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN GÜZEL GEÇİNMESİ

Peygamber Efendimiz, insanlarla geçinme hususunda da insanların en iyisi idi. Herkesle güzel görüşür, daima güler-yüzlü bulunurdu. Sohbet esnasında kimsenin sözünü kesmezdi. Ancak yersiz bir söz olması hali müstesna. Her kavmin büyüklerine daime ikram eder, onları kendi kabilelerinin reisliğine tayin buyururdu. Yapılan davetlere icabet eder, verilen hediyeleri kabul buyurur, karşılığında da hediyeler verirdi. Dine aykırı olmayan işlerde insanlara aykırı davranışta bulunmazdı. Hoşuna gitmeyen bir şey görünce, görmemezlikten gelirdi. Ancak günahı gerektiren şeylerde böyle davranmaz, işi düzeltirdi. Hele ashabı hakkında pek okşayıcı idi. Kendilerine rasgelince selâm verir, ellerini tutar ve Müsafaha ederdi. İçlerinde görünmeyenleri araştırır, hasta olanları ziyarete gider ve gönüllerini hoşlandırırdı. Hatta ashabı ile bazen latifeler de yapardı. Bununla beraber şakalarında da birer gerçek parlardı. Hazret-i Enes diyor ki: “Ben Hazret-i Peygamber’e on sene hizmet ettim. Hiç bir gün bana darılarak Öf demedi. Yaptığım hiç bir şey için neden yaptın, yapmadığım bir şey için de neden yapmadın, diye buyurmadı.”

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN YÜKSEK TEVAZUU

Peygamber Efendimiz, yaratıkların en şereflisidir. O kadar yüksek mertebesiyle beraber pek ziyade mütevazı idi. Fakirleri ve zayıfları daima okşar, misafirlerin altlarına kendi mübarek elbiselerini döşeyecek kadar ikramda bulunurdu. Bir meclise girince, nerede boş yer bulursa orada oturmak ister, bulunduğu meclislerde elbisesini toplu tutup etrafa yaymazdı. Bununla beraber bulunduğu meclislerde herkesten çok vakarını korurdu. Söze gerek görmedikçe susardı. Gülmek gerekince, tebessümle yetinirdi. Huzurlarında bulunanlar da son derece edebe riayet eder, başlarını aşağıya eğerlerdi. Konuşurken seslerini yükseltmezlerdi. Gülmeleri de tebessümü aşmazdı. Peygamber Efendimiz acizlere, yoksullara o kadar iltifat ve tevazu gösterdiği halde, kendileri ile görüşmelerde bulunduğu hükümdarlara karşı asla tezellül (küçülme) göstermez. Risâlet makamının ulviyetini korumadan hiç bir zaman geri durmazdı. Kayserlere, Kisralara gönderdiği mektuplarında daima mübarek ismini önce belirtir, “Allah’ın kulu ve Peygamber’i Muhammed tarafından Rum büyüğü Hirakl’e” şeklinde yazdırırdı. Kendilerini hiç çekinmeden İslâm dinine davet ederdi. Kabul etmedikleri takdirde, azaba uğrayacaklarını, saltanatlarının ellerinden çıkacağını kendilerine açıkça duyururdu.

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN EMSALSİZ VEFASI

Peygamber Efendimiz son derece vefakâr idi. Ashabını, akrabasını, ehl-i beytine bağlı olanları unutmaz, daima onları arar ve sorar, gönüllerini hoş tutardı. Bir defa Habeş Hükümdarı Necaşî tarafından Hazret-i Peygamber’in huzuruna elçiler gelmişti. Bunlara doğrudan doğruya kendisi hizmet etti. Ashabdan bazıları: “Ya Resulûllah! Biz hizmete yetişiriz.” dediler. Şu cevabı verdi:

“Bunlar, Habeşiştan’a hicret etmiş olan ashabına yer göstermişler ve ikram etmişlerdi. Şimdi ben de bunlara hizmet etmek isterim.”

Bazen saadetli evlerine hediye gelince: “Bunu falan hanımın evine götürün; çünkü o, Hatice’nin dostu idi, onu severdi,” diye emreder, rahmetli zevcesinin hakkını gözetirdi.

Bir defa saadetli evlerine gelen bir hanımın hatırını tam bir iltifatla sormuş sonra buyurmuştu ki: “Bu hanım Hatice zamanında evimize gelir giderdi. Eski bağlara riayet etmek imandandır.”

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN ŞEFKAT VE MERHAMETİ

Peygamber Efendimiz, ümmeti hakkında son derece şefkatli ve merhametli idi. Ümmeti hakkında daima kolaylık tarafını seçerdi. Namazda iken bir çocuğun ağladığını işitse, ona acıyarak namazını hafifçe kılar, çocuğun sesini durdurmak isterdi. Hele haktan kaçınanların hallerine pek acı duyar iyi hale kavuşmalarına dua ederdi. O büyük peygamberin, O kutsal varlığın merhameti yalnız insanlara değil, hayvanlara, ağaçlara, ekinlere de şamil idi.

Mu’te savaşında bulunacak olan İslâm ordusuna hitaben şu anlamda öğütler vermişti: “Yüce Allah’ın adına sığınarak onun ve sizin düşmanlarınızla savaşınız. Fakat gideceğiniz yerlerde dünyadan çekilmiş rahipler göreceksiniz. Onlara asla dokunmayınız. Kadınlar ile çocuklara şefkatle muamele ediniz, hurma ağaçlarını kesmeyiniz, evlerini yıkmayınız.”

Hicretin onuncu yılı idi, muhterem oğlu Hazret-i İbrahim, henüz on altı aylık bir masum olduğu halde vefat etmiş, kızı Fatımatü’z-Zehra’dan başka evlâdı kalmamıştı. Bir gül goncası gibi açılmadan solan o masumun haline acıyarak ağlamış, mübarek gözlerinden şebnem gibi yaşlar dökülmüştü. Orada bulunan İbni Avf: “Ya Resulûllah! Sen de mi ağlıyorsun?” demekle Hazret-i Peygamber Efendimiz: “Gözümüz ağlar, kalbimiz mahzun olur. Fakat bizden Allah rızasına aykırı bir söz çıkmaz,” diyerek ruhundaki yüksek duyguyu göstermiştir.

Sonuç: O Yüce Peygamber’in kutsal vücudu, bütün kâinat için bir İlâhî rahmet timsalidir. Bunun içindir ki. Hakkında:

“Biz seni âlemlere bir rahmet olarak gönderdik,” âyet-i kerîmesi nazil olmuştur.

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN YUMUŞAK HUYU, BAĞIŞLAMASI VE KEREMİ

Peygamber Efendimiz son derece yumuşak huylu, bağışlayıcı ve mükrim idi. Öfkelenecek yerlerde sükûnetini korur, mübarek hayatına kastedenleri bile bağışlardı. Uhud savaşında mübarek bir dişi şehid edilmiş, lâtif çehresi kanlar içinde kalmış olduğu halde, yine düşmanlarına bedduada bulunmamış:

“Ya Rabbi! Kavmime hidayet et; çünkü onlar bilmiyorlar,”diye yalvarmıştı.

— Niçin bunların aleyhine dua etmiyorsun? diyenlere de:

“Ben lânetleyici olarak gönderilmedim; insanları hak yoluna ve Allah’ın rahmetine çağırmak için gönderildim,” diye cevab vermişti.

Mekke-i Mükerreme’yi fethettikleri gün, Kureyş hakkında uygulanan lütuf ve ikram, Hazret-i Peygamber’in ne derece büyük bir ihsan sahibi olduğuna şahiddir.

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN YÜKSEK HAYASI

Peygamber Efendimiz, gerek yaratılış ve gerek dinî haya bakımından da bütün insanların üstünde idi. Kendisinde bulunan hayanın kemalinden dolayı hiç kimsenin sözünü kesmez, yüzüne uzun boylu bakmazdı. Utanılacak veya çirkin görülecek şeyleri açıkça söylemeyip kapalı bir şekilde anlatırdı. Hoşuna gitmeyen bir sözün bir kimseden çıktığını işitince: “Falan kimse, neden böyle yaptı?” demezdi; “Bazı kimseler neden böyle yapıyormuş?” demekle yetinirdi.

Ashabdan biri, pek ziyade utangaç olduğundan bazı arkadaşları ayıplamak istemişlerdi. Hazret-i Peygamber bunu duyunca: “Onu kendi haline bırakın; çünkü haya (utanma) imandandır,”buyurmuş.

Diğer bir hadîs-i şerîfde de: “Haya (utanma) insan için bir süstür” buyrulmuştur.