Asıl Esmalar

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN ÇOK BÜYÜK CÖMERTLİĞİ

Peygamber Efendimiz, son derece cömert ve mükrim idi. Hiç bir dilenciye “Yok” diyerek cevab vermezdi. Eğer yanlarında verilecek bir şey bulunmazsa, ya ashabından ödünç alarak verir yahut yarın gel, gibi bir şey söylerdi.

Huneyn savaşında ganimet mallarından bir vadide toplanmış olan develer için, Safvan İbni Umeyye: “Ne iyi develer!” demekle, Peygamber Efendimiz: “Öyle ise, onlar senin olsun,” deyip bu yüz deveyi Safvan’a bağışlamıştı. Safvan bu ikramı görünce: “Bu kadar cömertlik ancak peygamberlerde bulunur,” diyerek hemen Müslüman olmuştur. Oysa ki, Müslüman olmak için evvelce dört ay süre almış bulunuyordu.

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN EŞSİZ CESARETİ

Peygamber Efendimiz, son derece yüksek bir cesarete, kuvvet ve kahramanlığa sahip idi. Birçok savaşlarda nice zırh giymiş kahramanlar kaçmaya mecbur kaldıklarını gördükleri halde o sebat etmiştir. Uhud ve Huneyn savaşlarında gösterdiği metinlik ve cesaret, her türlü düşüncenin üstündedir.

Bir gece Medine dışından korkunç bir gürültü işitilmişti. Düşman tarafından bir baskın olduğu sanılmıştı. Herkesten önce Hazret-i Peygamber kılıcını kuşanarak gürültü tarafına koşmuş ve başkaları daha yeni hazırlanırken kendisi geri dönerek: “Korkacak bir şey yok!” diye halkı sükûnete kavuşturmuştu. Hazret-i Ali der ki: “Savaşlarda Hazret-i Peygamber kadar düşmana yaklaşan bir kimse bulunmazdı. Birçok kez, savaş kızışıp başımız dara düşünce, Hazret-i Peygambere sığınırdık.”

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN PEK YÜKSEK İLİM VE İRFANI

Hazret-i Peygamber, Yüce Allah’ın vahy ve ilhamı ile pek büyük gerçeklere ve ilme ulaşmıştı. Hiç kimse ilim ve irfan bakımından O’nun derecesine yetişmemiştir, yetişemez de… Semavî kitaplardaki şeriatların hükümlerine, geçmiş ümmetlerin tarihine, her kavmin siyaset ve idare hallerine, harb fenlerine ve daha birçok yüksek ilimlere sahib bulunuyordu. Meydana getirdiği dinî müessesenin büyüklüğü buna şahiddir. Kendisi hiç bir medrese ve hoca görmemiş, okuyup yazma öğrenmemiş (bir ümmî) idi. Böyle olduğunu bütün kavmi ve kabilesi biliyordu. İşte O’nun bu üstün hali bir mucize idi. Artık O’nun, Allah’ın vahyine kavuştuğundan ve büyük bir peygamber olduğundan nasıl şüphe edilebilir?

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN ÜSTÜN NEZAFETİ

Peygamber Efendimiz nezafete ve temizliğe çok önem verirdi. O’nun beden bakımından temizliği çok üstün olduğu gibi, hal ve gidişat bakımından da nezafetleri her türlü düşüncenin üstündeydi. Öyle ki, bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Nezafete fazlasıyla önem veriniz. Allah İslâm dinini nezafet üzerine bina etmiştir. Cennete ancak nezafeti olanlar girecektir.”

Mübarek vücutlarının çok güzel bir rayihası vardı. Bu hoş rayiha, yaratılışında vardı. Bununla beraber hoş koku da kullanırdı.

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN PEK YÜKSEK AKIL VE ZEKÂSI

Peygamber Efendimizin mübarek akıl ve zekâsı, her türlü düşüncenin üstündedir. O’nun pek yüksek aklı ve zekâsı yanında, en büyük dâhilerin ve en parlak fikir adamlarının akıl ve dehaları pek sönük kalırdı. Bu gerçeğe, O’nun büyük hayatı pek güzel şahiddir. Arab Yarımadasının peygamberlik döneminden önceki durumu ile, peygamberlik döneminden sonraki durumunu düşünmek yeterlidir. Yüce Allah’ın o büyük ve son peygamberi kadar insanların ruhî hallerini anlamış, insanları güzel bir siyasetle idare etmiş, İnsanları doğru yola getirip hallerini düzeltmeyi başarmış, bu konularda gereken esasları hazırlamış bir akıl ve hikmet sahibi gösterilemez.

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN FESAHAT VE BELÂGATI

Hazret-i Peygamber Efendimiz yaratılışça pek fasih (açık ifadeli) idi. Yüksek maksatlarını açıkça ve parlak bir şekilde söylerdi. Huzurlarına gelen elçilerin konuşmalarına pek açık bir şekilde karşılık verirdi. O’nun mübarek sözleri arasında birçok manaları toplayan öyle yüksek parçalar vardır ki, onlara “Cevami’ül-Kelim” denir. Yine O’nun mübarek sözleri arasında öyle güzel ve hikmet dolu parçalar vardır ki, bunlara “Bedayi’ül-Hikem” denilir. Biz bunların bir kısmını ahlâk bölümünde yazmış bulunuyoruz. Şu anlamdaki hadîs-i şerîfler, bu ahlâk ve hikmet esaslarından bazısıdır:

“Hikmetin başı Allah korkusudur.”

“İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibidir.”

“İnsanlar, tarak dişleri gibi, hukuk bakımından eşittirler.”

“Kendi değerini bilen kişi helak olmaz.”

“Kendisi için istediğini senin için de istemeyen kimsenin dostluğunda hayır yoktur.”

“Kendisi için sevdiğini, kardeşi için de sevmedikçe, kişinin imânı kâmil olmaz.”

“Yalan yere yemin etmek yurtları harabeye çevirir.”

“Emaneti, sana güvenen kimseye teslim et; sana hıyanet edene sen hıyanet etme.”

“Eski dostluğu devam ettirmek, imandandır.”

“Alış-verişinde en çok ziyan eden o kimsedir ki, başkasının dünyası uğrunda, kendi âhiretini yitirir.”

“Kardeşinin uğradığı musibetten dolayı sen sevinç gösterme; yoksa Yüce Allah onu kurtarır da seni musibete düşürür.”

“Cezası en çabuk verilen şey, zulümdür.”

“İnsanlara kendini sevdirmek aklın yarısıdır.”

“Kanaat tükenmez bir hazinedir.”

“Pişmanlık bir tevbedir…”

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN MÜBAREK AHLÂKI

Hazret-i Peygamberin ahlâkı, tamamen Kur’ân-ı Kerîm’e uygundu. Kur’ân-ı Kerîm’in gösterdiği güzel huyların hepsini kendisinde toplamıştı. O’nun kadar güzel ahlâka sahib bir kimse görülmemiştir.

Onun içindir ki, hakkında Kur’ân âyeti ile:

“Şüphe yok ki sen, pek büyük ahlâk üzere yaratılmış bulunuyorsun,” buyrulmuştur.

Bir hadîs-i şerîfde de buyurmuştur:

“Ben, ahlâk güzelliklerini tamamlamak için gönderildim.”

Gerçekten Peygamber Efendimiz, ahlâkın en güzel ve en iyi hallerini kendinde toplamış, bunları ümmetine de öğütlemiş ve kendisine uyanları melekler derecesine yükseltmiştir.

PEYGAMBERİMİZDE GÖRÜLEN OLGUNLUK VE GÜZELLİKLER

Bilindiği gibi, insanlara ait olgunluk halleri başlıca iki kısımdır. Bir kısmı (insanın iradesine bağlı olmayı insanın doğuştan sahip olduğu kemallerdir! Asalet, güzel biçim, akıl ve zekâ üstünlükleri gibi… Diğer kısmı da, insanların tamamen istekleri ve çalışıp kazanmaları ile elde edilen kemallerdir. İlim ve irfan sahibi olmak, doğruluk, emanet, tevazu, zühd ve takva gibi güzel huylar edinmek bu kısımdandır.

Bu iki kısım kemallerden yalnız biri veya birkaçı bir insanda bulunursa, ona büyük bir şeref verir, onun için bir öğünme sebebi olur. Ya bu kemallerin hepsi bir insanda toplanırsa, artık onun ne kadar büyük bir şerefe ve yüksek bir mertebeye ulaşmış olduğunu düşünmelidir. İşte Hazret-i Peygamber Efendimizde bu iki kısım kemallerin tümü ve güzelliklerin hepsi pek yüksek bir şekilde toplanmıştır. Bunlardan başka Peygamberlik şerefine de kavuşmuştur. O’nun çok yüksek güzel huylarından bazılarını kısaca anlatacağız:

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN ASALETİ

Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz Kureyş kabilesinden ve Haşim ailesinden gelmiştir. Kureyşîler ise, Hazret-i İsmail’in soyundan bulundukları için pek büyük bir asalet ve şeref sahibidirler. Bununla beraber, öteden beri en kutsal bir mabed olan Kâbe’nin hizmet ve idare işlerini yürütüyorlardı. Daima başkanlık görevinde bulunmuşlardır. İşte Peygamber Efendimiz böyle şerefli bir kavme ve seçkin bir aileye bağlı idi. Bu bağlılık da, O’nun başarısına yardım etmiştir.

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN ŞEKİL GÜZELLİĞİ

Hazret-i Peygamber bütün yaratılışların en güzeli idi. Azalarının hepsi birbirine uygundu. Kıyafetinde aşırılık yoktu, yakışıklı idi. Mübarek vücudu güçlü ve kuvvetli idi. Ne zayıf, ne de semizdi; orta halde idi, etleri sıkıca idi. Nurlu cildi ipekten yumuşaktı. Lâtif cisminin kokusu çok hoş idi. Okşadığı şeylerden günlerce güzel kokular alınırdı. Pak vücudu beyazdı, nurlu idi. Bu beyazlık içinde hoş bir pembelik parıldardı. Pek sevimli olan mübarek boyu, ne kısa ve ne de uzundu. Bununla beraber yanında bulunanlardan daima uzun görünürdü. Göğsü berrak ve mübarek omuzlarının arası genişti. Nurlu omuzlarının arasında güvercin yumurtası gibi bir kırmızı ben vardı ki, bu “Nübüvvet Mühürü” idi.

Parmakları uzunca, bilekleri kalınca idi. Mübarek başı uyumlu ve çok güzel bir ölçüde büyükçe idi. Ön dişleri seyrekçe idi. Söz söyledikçe inci danelerinden daha berrak olan dişlerinin parıltısı görülürdü. Parlak alnı genişti. Hilâl kaşları uzunca idi. Kaşlarının arası açıkça idi. İki kaşının arasında öfkelendiği zaman, kabarıp beliren bir damar vardı. Letafet nişanı olan kirpikleri, uzun ve siyahdı. Mübarek sakalı sıkça idi, bir tutam boyunda bulunurdu. Ahirete göçmeleri sırasında mübarek başının ve sakalının beyaz kıllarının sayısı henüz yirmi kadardı. Sümbüllerden daha zarif ve daha hoş kokulu bulunan saçları ne pek kıvırcık, ne de pek düzdü ve boyca kulak yumuşaklarını geçmezdi.

Hazret-i Enes Radıyallahu anh hazretleri demiştir ki:

– “Ben Allah’ın Resulünden daha güzel bir kimse görmedim. Mübarek yüzünde sanki güneşin nurları parlardı. O güzel yüzünde parlayan letafet nurları, gülümsedikçe lâtif dişlerinden saçılan berraklık parıltıları, karşısında bulunan duvarlara yansırdı.”

Evet… Peygamber Efendimizin bütün azaları, bütün duyuları ve kuvvetleri pek mükemmeldi. Başkalarının göremeyecekleri ve duyamayacakları kadar uzak yerlerde bulunan şeyleri görür, sesleri de işitirdi. Pek vakarlı olan yürüyüşü, yokuştan aşağı iner gibi hızlıca idi. Onda her yönden bir mükemmellik ve üstünlük görünürdü. O’nu ilk gören kimse, muhabbet içinde kalırdı. O’nunla görüşüp konuşmak şerefine kavuşan kimse, O’na karşı derin bir sevgi duyardı. Onun yüksek hallerini görüp anlatanlar, O’nun bir dengini ne daha önce, ne de sonra görmediklerini itiraf ederlerdi. Sonuç olarak: O, bir letafet ve mükemmeliyet mucizesi idi.

PEYGAMBER EFENDİMİZİN AHİRETE GÖÇ ETMELERİ

Peygamber Efendimiz, Veda haccından sonra ahiret hazırlıklarına başlamıştı. Hicretin on birinci yılı Sefer ayının son günlerinde şiddetli bir baş ağrısı ile ateşli bir hastalığa tutuldu. Hastalığı ağırdı; buna rağmen Mescid-i Saadete çıkıp bir hutbe okudu. Ashabı kirama çok yüksek bir ifade ile hitab etti. Onlara yüksek bir adalet ve fazilet ve bir hakseverlik dersi vermek için şöyle buyurdu:

“Ey insanlar! Her kimin arkasına vurmuşsam, işte arkam! Kalksın bana vursun. Her kimin bende alacağı varsa, işte malım! Gelsin alsın.”

Kendisinden sonra, Arab Yarımadası’ndan müşriklerin çıkarılmasını emretti. Çevreden gelecek elçilere ikramda bulunulmasını öğütledi. Sonra ahiret âlemine göçeceğine işaret eden şu konuşmayı yaptı:

“Yüce Allah, kulunu, dünya ile kendisine kavuşma arasında serbest bıraktı. O kul da, O’na kavuşmayı seçti.”

Peygamber Efendimizin hastalığı ağırlaşınca, Ensar “Acaba halimiz ne olacak?” diye endişelenmişlerdi. Bunu duyan, Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ali ile, amcası Hazret-i Abbas’ın oğlu Fadl’ın kollarına dayanarak tekrar Mescid-i Şerife çıktı. Etkili bir hutbe okudu. Şöyle öğüt verdi:

“Ey İnsanlar! Benim vefat edeceğimi düşünerek telâşlanıyormuşsunuz. Hiç bir peygamber ümmeti arasında ebedî kalmadı ki, ben de sizin aranızda ebedî kalayım. Ey ensar! Size öğüdüm şudur: İlk muhacirlere hürmet ediniz ve onları gözetiniz. Ey Muhacirler! Size de öğüdüm şudur: Ensar’a güzel muamele yapınız. Ey insanlar! Günah, nimetin kaybolmasına sebep olur. Eğer insanlar Allah’ın emirlerine boyun eğerlerse, onların amirleri de öyle olur. İnsanlar âsi olursa, onların amirleri de böyle olur.”

Peygamber Efendimiz hasta olduğu halde, her ezan okundukça Mescid-i Şerife çıkıyor, ashab-ı kirama imam olup namaz kıldırıyordu. Fakat göçmelerine üç gün kala, hastalığı arttı. Artık Mescide çıkamaz oldu. Ebû Bekir’e söyleyiniz, imamet etsin;” diye buyurdu.

Rebiülevvel ayının on ikinci pazartesi günü, Ebû Bekir Hazretleri ashab-ı kirama sabah namazını kıldırıyordu. Hazret-i Peygamber kendisinde bir kuvvet buldu, mescide çıktı. Ashabının saf saf olup ibadet ettiklerini görünce, bundan pek hoşlandı ve Ebû Bekir’e uyup namaz kıldı.

Ashab-ı kiram Peygamberimizin iyileştiğini sanarak çok sevinmişlerdi. Oysa ki, Peygamber Efendimiz namazdan sonra saadetli evlerine dönüp rahat döşeğine yattı. Artık Yüce Allah’ın manevî huzurlarına kavuşacakları zaman gelmişti. O güllerden daha tatlı olan mübarek yüzleri bazen kızarıyor, bazen sararıyordu. Alnından jaleler gibi ter damlaları serpiliyordu. Nihayet zeval vakti idi ki, birer hidayet yıldızı olan o güzel gözlerini semaya doğru kaldırdı: “Allah’ım! Beni en yüce dosta kavuştur,” diye dua etti. Sonra da mübarek başları aşağıya doğru meylediverdi. Artık kutsal ruhu en yüksek mertebeye uçup gitti.

VEDA HACCI

Hicretin onuncu yılında Veda Haccı olmuştur. Şöyle ki: Zilhicce ayına on gün vardı. Hazret-i Peygamber Efendimiz hac farizasını yerine getirmek için ashabdan kırk bin kişi ile Mekke’ye yollandı. Arefe cuma gününe rastlamıştı. Peygamber Efendimiz, yüz binden çok Müslüman’la birlikte Hacc-ı Ekber yaptı. O gün çok etkili bir hutbe okudu, ümmetine öğüt verdi. Şöyle buyurdu:

“Ey İnsanlar! Dinleyiniz, anlayınız ve biliniz ki, Müslümanlar hep birbirinin kardeşidir. Bir kimseye kardeşinin malı helâl olmaz; ancak gönül rızası ile olabilir. Sakın nefislerinize zulmetmeyiniz. Ey İnsanlar; kadınlarınızın üstünde sizin hakkınız, fakat sizin üzerinizde de onların hakları vardır. Onlar, sizin haklarınızı gözetmelidirler. Siz de onlara güzel davranmalısınız. Ey insanlar! Ben size gerekli olan din hükümlerini tebliğ ettim ve size bir şey bıraktım ki, ona sarıldıkça hiç bir zaman sapıklığa düşmezsiniz. O da, Allah’ın kitabı ile Peygamberinin sünnetidir.”

Daha birçok yüksek öğütlerden sonra: “Ey İnsanlar! Kıyamet gününde, “Muhammed size risaletini tebliğ etti mi? diye sorulur. O vakit siz ne cevab verirsiniz?” diye sordu. Onlar da: “Evet, tebliğ etti, diye şahidlik ederiz.” dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, üç kez: “Şahid ol, Allah’ım!..” dedi.

O gün akşam üstü:

“Bugün size dininizi tamamladım,” âyet-i kerîmesi nazil oldu.

Bu âyet-i kerîme, İslâm dininin en mükemmel ve en son din olduğunu gösteriyor. Bu din ile Müslümanlara ne büyük nimetler verildiği ve İslâm’dan başka hiç bir dinin geçerli olmadığı adı geçen âyet-i kerîmenin devamından açıkça anlaşılıyor.

Her Müslüman, kavuştuğu bu büyük nimet ve mutluluğu bilir, takdir eder, buna aykırı hiç bir söz ve hareket aklına gelemez.

Bu âyet-i kerîme, Hazret-i Peygamber’in âhiret âlemine göçeceklerine işaret ediyordu. Çünkü artık Peygamberin kutsal görevi tamamen yerine getirilmiş, insanlar kısım kısım İslâm dinine girmiş ve girmeye devam ediyordu. Artık Hazret-i Peygamber’in Yüce Allah’ın sonsuz rahmetine kavuşması zamanı gelmişti.

Hazret-i Peygamber “Mina” denilen kasabaya inince bir hutbe daha okudu. İnsanlara şöyle hitab etti:

“Ey insanlar! Her birinizin canı ve malı diğerine haramdır. Kıyamet gününde Rabbınızın huzuruna çıkacaksınız. O da, size yaptıklarınızdan soracak ve yaptıklarınızın karşılığını verecektir. Sakın benden sonra, gayrimüslimler gibi, ayrılığa düşerek birbirinizin boynunu vurmayın. Ey topluluk! Hac işlerini ve yapılma şeklini benden öğreniniz. Bilmem ama, belki bundan sonra benimle bir daha buluşamazsınız.”

Bu hac, Peygamber Efendimizin son haccı olmuştu. Bu hac görevini Mekke’de on gün içinde tamamladı. Oradaki mü’minlerle vedalaşarak Medine’ye döndü. Bundan dolayı bu hacca “Haccetü’l-Veda (Veda haccı)” denilmiştir.

TEBÜK SAVAŞI

Hicretin dokuzuncu yılı idi. Romalıların Şam’da İslam’a karşı büyük bir ordu hazırlamış oldukları haberi geldi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz otuz bin kişilik bir ordu ile Medine’den çıkarak “Tebük” denilen yere kadar vardı. Yirmi gün orada kaldı. Fakat düşmandan hiç bir hareket görülmedi. Artık Şam’a kadar gidilmesi uygun görülmeyerek Medine’ye dönüldü.

Tebük seferi sırasında Medine’de kıtlık vardı. İslâm ordusu güçlükler içinde hazırlanmış olduğundan bu orduya Ceyşü’l-Usre (Güçlük Ordusu) denilmiştir. Bu orduya, zenginlerin yanı sıra fakirler de yardıma koşmuştu. Birçok kadınlar küpelerini, bileziklerini ve mücevherlerini bağış yaptılar.

Hazret-i Ebû Bekir, bütün malını getirip teslim etti. Hazret-i Ömer malının yarısını verdi. Hazret-i Osman, Şam’a göndermek üzere hazırladığı bir ticaret kervanını tamamen bağışladı. İşte bunlar, bizler için Allah yolunda yapılan birer fedakârlık örneğidir.

Tebük seferi esnasında bazı kabilelerle münafıklardan birçokları birer bahane ile sefere katılmayıp geri kalmışlardı. Bir kısım münafıklar: “Böyle sıcak bir mevsimde yola çıkılır mı? Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), Roma devletini oyuncak mı sanıyor?” diye insanlara korku ve ürkeklik veriyorlardı. Hatta yolculuk esnasında Hazret-i Peygamber’in devesi kaybolmuştu. Münafıklardan biri: “Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem peygamberim diyor, yerden gökten haber veriyor, fakat devesinin nerede olduğunu bilmiyor,” demişti.

Zaten münafıkların ve İslâm düşmanlarının âdetleri budur. Her olaydan yararlanarak Müslümanları şüpheye düşürmek, temiz inançlarını sarsmak ve böylece onların kutsal varlığını perişan etmek isterler. Fakat ileri görüşlü Müslümanların asıl maksatlarının ne olduğunu, ne gibi bozuk fikirler taşıdıklarını çok güzel bilir ve değerlendirirler.

Sonuç: Peygamber Efendimiz o münafığın yukarda geçen cahilce sözlerini, Yüce Allah’ın bildirmesiyle ashaba anlatmış ve: “Vallahi ben Yüce Allah’ın bildirdiği şeylerden başkasını bilmem. Şimdi Yüce Allah bana bildirdi: Deve falan derededir, yuları bir ağacın dalına sarılıp kalmıştır. Gidin getirin,” diye emretti. Onlar da koşup gittiler ve deveyi o hal üzere buldular. Oradan alıp getirdiler.

Tebük seferinden savaş yapılmaksızın dönülmüştü. Fakat bu seferin birçok yararları görülmüştür. Bir kısmı: Müslümanların koca bir Roma imparatorluğuna böyle meydan okuması herkese dehşet saldı. İslâm ruhundaki kahramanlığı gösterdi. Birçok memleket idarecileri, Müslümanlara cizye ismi ile vergi vermeyi kabul ettiler. Yemen’den, Necid’den ve diğer yönlerden birçok kabileler Müslüman olmak üzere Medine’ye elçiler gönderdiler.

Artık Arab Yarımadası’nda, Müslümanlara karşı durabilecek bir kuvvet kalmamıştı. Müslümanlığın çevreye yayılması beklenmedik bir genişlemeye varmıştı.

HUNEYN SAVAŞI İLE EVTAS OLAYI

Mekke’nin fethi üzerine birçok kabileler Müslüman oldular. Ancak en büyük kabilelerden olan “Beni Havazin ve Beni Sakıf’ kabileleri savaşa kalkıştılar. Taif ve Mekke arasında “Huneyn” denilen yerde toplandılar. Hazret-i Peygamber henüz Mekke’de idi. Şevvalin yedinci günü on bin kişilik bir ordu ile Huneyn’e doğru yürüdü.

Müslümanlardan bazıları: “Bu ordu, hiç bir zaman azlıktan dolayı yenilmez,” demişti. Bu, yanlış bir düşünce idi. Çünkü zafer ancak Allah tarafındandır. Askerin çokluğu ise görünüşte olan bir sebebdir. İnsan bu sebebleri hazırlamalı, fakat başarıyı Yüce Allah’dan beklemelidir. İşte kendilerine bir uyarı dersi olmak üzere, Müslümanlar bu savaşta önce bozuldular. Fakat sonra Yüce Allah’ın lütfü ile yine üstün geldiler. Şöyle ki:

Büyük kumandan Halid İbni Velid Hazretleri, yanındaki erlerle beraber tedbirsiz yürürken pusuda bulunan Mekkeli Müslüman erler de dağıldı. Böylece bozgun bütün İslâm ordusuna sıçradı. Savaş alanında yalnız Peygamber Efendimizle ashabdan birkaç kişi kalmıştı. Hazret-i Peygamberin gösterdiği metanet ve cesaret çok üstündü. Şöyle sesleniyordu: “Ey Allah’ın dinine ve Peygamberine yardım edenler! Nereye gidiyorsunuz? Geliniz, ben Allah’ın kulu ve peygamberiyim!..” Sonra Müslümanlar uykudan uyanır gibi uyandı, toplarlanmaya başladılar. Düşmana çok şiddetli bir saldırıda bulunarak şanlı bir zafer kazandılar.

Evtas olayına gelince: Huneyn savaşı sonunda Beni Hevazin kabilesi İslâmiyeti kabul ettiği için azad edilmişti. Kaçan düşmanlardan bazıları “Evtas” denilen vadide toplanmışlardı. Gönderilen bir İslâm birliği tarafından esir edildiler. İçlerinde Beni Sa’d kabilesinden Haris’in kızı “Şeyma” da vardı. Şeyma, Hazret-i Peygamberin süt kızkardeşi idi. Hazreti Peygamber onun esir düştüğünü öğrenince üzüldü ve mübarek gözlerinden yaşlar aktı. Onu okşayıp birçok ikramda bulunduktan sonra kabilesine gönderdi.

Savaştan kaçan Beni Sakıf kabilesi de gidip Taif’e kapanmışlardı. Taif şehri İslâm ordusu tarafından on sekiz gün kuşatıldı. Fakat o sırada fethedilemedi, çember kaldırıldı. Bir yıl sonra Taif halkı gelip Müslüman oldular.

MEKKE’NİN FETHİ

Hicretin sekizinci yılında Beni Bekr kabilesi, Müslümanların koruması altında bulunan Huzaa kabilesi üzerine ansızın saldırırdı. Kureyş Reislerinden bazıları da Beni Bekr kabilesine yardımda bulunmuştu. Bu arada Huzaa kabilesinden yirmi üç kişi öldürülmüştü. Böylece Mekkeliler Hudeybiye Antlaşmasını bozmuşlardı. Huzaa kabilesinden bir cemaat Medine’ye gelerek uğradıkları felâketi anlattı ve yardım istediler Peygamber Efendimiz Ramazan ayının onuncu gününden sonra, on bin kişilik bir ordu ile Medine’den yola çıktı. Yolda “Beni Süleym” kabilesi de bu orduya katıldı. Mekke’ye doğru yürüdüler.

Peygamber Efendimizin muhterem amcası Abbas Radıyallahu anh hazretleri evvelce Müslüman olmuştu; fakat Mekke’de oturduğu için Müslümanlığını gizlemişti. Bu defa İslâm olduğunu açığa vurarak Medine’ye doğru gelmekte iken İslâm ordusuna rast geldi. Bu kutsal ordu ile tekrar Mekke’ye döndü. Peygamber Efendimiz buna çok sevindi ve ona şöyle hitab etti: “Ey Abbas! Sen muhacirlerin sonuncusu oldun.”

Peygamber Efendimiz: “Kureyş tarafından bize saldırı olmadıkça savaşmayınız.” diye emretmişti. İslâm ordusu savaşmaksızın Mekke’ye girdi. Tekbir sesleri dağları, taşları titretiyordu. Yalnız Hazret-i Halid İbni Velid’in kumandası altındaki birlik, “Handame” denilen yerde düşmanın saldırısına uğradığından savaşmaya mecbur olmuş ve bir saldırıda düşmanı dağıtıp Mekke’ye girmişti.

Peygamber Efendimiz Mekke’ye girmeden önce İslâm ordusunu gözden geçirmişti. Bir an Mekke’den yalnızca hicret ettikleri zamanı hatırladı. Bir de bu büyük başarıyı düşündü. Hemen Yüce Allah’ın büyük ihsanına karşı devesinin boynu üzerinde secdeye kapandı. Ne yüksek bir kulluk ifadesi, ne büyük bir şükür belirtisi!..

Cuma günü idi. İnsanlar Harem-i Şerif’de toplanmıştı. Önceden Hazret-i Peygambere verdikleri eziyetleri hatırlayarak kendilerinden bugün nasıl bir intikam alınacağını düşünüyorlardı. Oysa ki, O yüce Peygamber hepsini bağışlamıştı. Hepsine merhamet ve şefkat gösterdi. “Hepiniz haydi gidiniz, hürsünüz,” diye onlara dokunmadı.

Kâbe’yi temizletti. Ötede beride bulunan putları da kırdırdı. Mekke’de bulunan erkekler ve kadınlar akın akın gelip Müslüman oldular. Artık çok yüksek bir inkılâb (devrim) olmuştu. O zamana kadar taşlara, ağaçlara ve insanlara tapanlar, şimdi sadece Yüce Allah’a tapmaya başlamışlardı. Şimdiye kadar Hazret-i Peygambere düşman olanlar, şimdi onu canlarından çok seviyorlardı. Yeryüzünün bu mübarek beldesinden tabaka tabaka karanlıklar kalkıp açılmış, onların yerine hidayet, fazilet, diyanet ve gerçek medeniyet nurları yerleşmişti.

Hazret-i Peygamber, Mekke-i Mükerreme’ye, pek genç yaşta bulunan fakat her yönü ile yeterli olan Esîd oğlu Attab’ı vali tayin etti. Zilkade ayının son günlerinde Medine-i Münevvere’ye dönüldü.

UMRETÜ’L-KAZA VE MU’TE SAVAŞI

Peygamber Efendimiz Hicretin yedinci yılı Zilkade ayında Umre için (Kâbeyi tavaf ve sa’y için) Medine’den iki bin ashabı ile çıktı. Ashabın ileri gelenlerinden meşhur şair Abdullah İbni Revahe de önde yürüyerek güzel şiirler okuyordu. Peygamber Efendimiz Hudeybiye Antlaşmasına dayanarak Mekke’de yalnız üç gün kaldı. Sonra Medine’ye döndü.

Bu Umre, Hicretin altıncı yılında yapılması istenilen ve fakat Hudeybiye olayı sebebiyle yerine getirilemeyen Umre’ye bedel olduğundan buna “Umretü’l-Kaza (Kaza umresi)” denilmiştir.

Mu’te savaşına gelince: Bu da Hicretin sekinci yılında olmuştur. Şöyle ki: Peygamber Efendimiz Busra valisine, Haris İbni Umeyr ile bir mektub göndermişti. Haris, Şam diyarında “Mu’te” denilen yere varınca, elçi olduğu bilindiği halde, Rum Kayser’inin kumandanlarından “Şürahbil” tarafından şehid edildi. Bundan dolayı Şürahbil üzerine üç bin kişilik bir ordu gönderildi. “Vadi’l-Kıra” da düşmanla savaş yapıldı. İlk saldırıda düşman bozuldu. İslâm ordusu Maan’a vardı. Kayser’in yüz bin askerden ziyade bir ordu çıkardığı duyuldu. Fakat İslam ordusu geri dönmeyip Mu’te’ye kadar yürüdü. Burada şiddetli bir savaş oldu.

Mu’te savaşında İslâm sancağını tutan Zeyd İbni Harise, sonra Cafer İbni Ebû Talib ve daha sonra Abdullah İbni Revahe Hazretleri şehid düştüler. Sonunda Allah’ın kılıcı (Seyfullah) ünvanını taşıyan meşhur Halid İbni Velid, İslâm askerlerini başına topladı. O gün başarı ile savaştı. Ertesi gün yine aslanca savaşa başladı. Ordunun iki kanadına yer değiştirdi.

Müslümanlara yardımcı kuvvet gelmiş zannı ile düşmanın gözü yıldı. Sonunda düşman ordusu bozulup geri çekildi. Hazret-i Halid de bundan faydalanarak İslâm ordusu ile Medine’ye döndü.

Müslümanların Romalılarla yaptıkları ilk savaş bu Mu’te savaşıdır. Bu savaşta üç bin Müslüman, yüz bin Rum’a galib gelmişti. Bu olay, Müslümanların ne yüksek manevî bir kuvvete sahib olduklarını isbata yeterlidir.

Bu savaş Mu’te’de devam ederken, Peygamber Efendimiz savaş alanında neler olduğunu, gözleri önünde imiş gibi görüyordu. İslâm sancaktarlarının şehid düştüklerini, gözleri yaşlı olarak yanında bulunan ashaba haber veriyordu. Hazret-i Cafer’e kesilen iki koluna karşılık, Allah tarafından iki kanat verildiğini de müjdeliyordu. Bundan dolayı bu muhterem şehide Cafer-i Tayyar (Uçan Cafer) denilmiştir. Yüce Allah bütün ashab-ı kiramdan razı olsun, âmin…