Asıl Esmalar

RABITA ŞİRK MİDİR?

Biri kalkıp da: “Peygamberlerden veya velilerden birini seven ve onlara kalbini bağlayan müridin, iki kaşının ortasında onların suret ve şekillerini veya ruhaniyyetlerini tahayyül etmesi, onların hereket, söz ve davranışlarını düşünüp, kendisine yön vermeye çalışması tabi ve zaruri iken, buna karşı çıkan birinin, adı geçen şekilde yapılan rabıta puttur. Enbiya ve evliyaya muhabbet ve onlara kalbi bağlamak, bu irtibat ile onlardan feyz almaya çalışmak caiz değildir. Böyle rabıta yapanlar kâfirdir.” dese, böyle bir kimseye şeran lazım gelen şudur: İtikatını yenilemesi gerektiği gibi, şeran imanını tazelemesi gerekir. Çünkü “Bir müslümana kafirdir diyen kafirdir” buyurulmuştur. Sevdiğinin şeklini, suretini ve hayalini, iki kaşının ortasında farzetme ve onu orada tahayyül etmek, ibadetin ta kendisidir. Dünyevi olsun, uhrevi olsun birini seven her aşıkın tavrı budur. Sevgi ve rabıta en kestirme bir yoldur.

Rabıtayı isbat eden açık delilerden biri de Ahzab Suresi 56’ncı ayetidir: “Allah Celle Celaluhü hazretleri ve melekleri Peygambere salât etmekte, O’nun şerefini gözetmeye, şanını yüceltmeye özen göstermektedir. Ey inananlar! Siz de O’na salât getirin. (‘Allahümme salli ala Muhammed’ diyerek) şanını yüceltmeye özen gösterin.” Burada Hazreti Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Efendimize salâttan maksat, üzerinize Rahmet-i İlahi’yi celbetmek, O’nun bir vesile ve yol gösterici olmasını taleb etmektir. Hazreti Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Efendimize salât getirmek, ledünni ilimleri ve ilahi maarifetleri O’nun yüce ruhaniyetinden elde etmek için bir feyz yoludur. Böylece Hazreti Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz ile kendisinden feyz almak isteyen arasında Selat-ü Selam ile ruhani bir bağ kurulmuş olur. Bu alaka manevi olduğu için ikisi arasındaki böyle bir ilginin uyandırılması gerekir. Bu yüzden Hazreti Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Efendimize Salât-ü Selam getirmek emredilmiştir. O’na salât getiren ve selam edenin, O’na yönelmesi, O’nun şemailini hayalinde tasavvur etmesi ve hayalinde canlandırması gerekir. Kalbini Resulullah Sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin kalbine bağlamalıdır. Feyz almak için elzem olan usul budur. Ayet-i Kerime’leri bize Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nden Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz ulaştırmıştır. Kişiye gereken Resulüllah Sallallahu aleyhi vesellem Efendimizi sevmesi, O’na ve Allah’ın veli kullarına tabi olmasıdır. Evliyaullaha uymak, Resulüllah Sallallahu aleyhi vesellem Efendimize uymadan yapılamaz.7Müridin doğru yolda yürüyen şeyhinin, ahlak ve davranışlarını benimsemesi, böylece Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin rızasına ermeye çalışması gereği vardır. Çünkü müridin mürşidine olan sevgisi, yalnız Allah Celle Celaluhü Hazretleri içindir.

AHİRETE İNTİKÂL ETMİŞ ŞEYHE RABITA YAPILIR MI?

Yüce Allah Celle Celaluhü hazretleri Âl-i imran süresi Ayet 169–170 de “ Allah katında öldürülenleri sakın ölüler saymayınız. Onlar Rablerinin yanında diridirler. Öyle ki Allah’ın lutf-i inayetinden, kendilerine verdiği ile hepside şad olarak cennet nimetleriyle rızıklanırlar. Onlara hiçbir korku yoktur Onlar mahzun da olacak değillerdir.” buyurulmaktadır. Evet bu şehidler cihâd-ı asğar ( küçük savaşın ), Mürşidi Kamiller ise cihâd-ı ekber ( büyük savaşın ) şehidleridir.

Şunu da unutmamak gerekir ki Allah Celle Celaluhü hazretleri dilediğine verir ve her şeye kâdiridir. Ölüden diriyi ,diriden de ölüyü idare ettirir.kim karışabilir.

Hanifi imamlarından Ubeydullah el-ahrares-Semerkandi Kaddesallahu Sırruh hazretleri buyuruyorlar ki (tevbe süresi 119’uncu ayetinde) “sadıklarla beraber olunuz” ayetinin tefsirinde“Şüphesiz sadıklarla beraber olmak, surette ve manada beraber olmaktır” diyor.8

Bu konuyla ilgili Hazreti Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem efendimizin“Bana selam verildiğinde Allah teala ruhumu geri gönderir de selama cevap veririm.” diğer bir hadisi şerifte de “Müminler ölmezler onlar fani muvakkat olan dünya evinden baki ve ebedi olan ahiret evine göç ederler. “ işlerinizde şaşırdığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz “ hadislerini de iyi idrak etmek gerekir. Mürşidi kâmillere ölü demek Allah Celle Celaluhü hazretlerinin Ayetlerine ve Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin hadislerini inkâr etmektir ki bu da insanı küfre düşürür.9

Hazreti Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem efendimize “Meclis arkadaşlarınızın en hayırlısı hangisidir? “diye sorulduğun da, Hazreti Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz “ kimi görmek size Allah’ı hatırlatıyorsa, kimin konuşması sizin ilminizi artırıyorsa, kimin de ameli size ahireti hatırlatıyorsa işte onlar en hayırlı arkadaşlarınızdır” buyurdu. 10

Hazreti Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem efendimizin “ Âlimler peygamberlerin varisleridir ” hadisinden de yola çıkarak aşağıya geçmiş bir büyük evliyanın üzerinde ittifak ettikleri bu konu hakkındaki sözlerini de sizlere aktaralım.

Bugün dünya üzerindeki insanlar, ahirete intikâl eden velilerden çok himmet ve yardım istiyor akın akın o insanların kabirlerini ziyaret edip feyz aldıklarını söylüyorlar.

Yine Allame Seyyid Cürcani Kaddesallahu Sırruh hazretleri mevakıf şerhin de buyuruyor ki: “Evliyaullah’ın suretlerinin, müridlerine zahir olabileceği gibi, öldükten sonra da müridlerinin feyz aldıklarını açıklamıştır”

Hanefi imamlarından İbn-i Kemâl el-Vezir Rahmetullahi aleyh hazretleri buyuruyor ki:” Dünyada bulunan ruh, muhafazasındaki kılıç gibidir. Ölümünden sonra ise, cismani alakalardan soyulduğu için kınından çıkmış kılıç gibidir.” diyor.11

“ Şahı Nakşibendî Hazretleri sıkıntıya düşmüş, hayattaki hiçbir veli Şahi Nakşibendî Hazretlerinin sıkıntısını giderememiş ve dağlara düşmüş mecnuni bir hal başlamış, Hızır (A.S.) Hazretleri gelmiş “nedir bu sıkıntı ya Bahaeddin “der. Şahi Nakşibendi Hazretleri “ismi celali kalbime indiremedim onun sıkıntısı “der. Hızır Aleyhisselam “Bağdat’a git orada her bunalanın elinden tutan Şeyh Abdûlkâdir Geylânî’ye müracaat et, senin de muradın hâsıl olur “der. Şahi Nakşibendî Hazretleri Bağdat’a gider. Abdûlkâdir Geylânî hazretlerinin kabrini ziyaret eder. Şeyh Abdûlkâdir kabirden elini çıkarıp göğsüne koyar ve ;

Tut elimi sana el tutucu desinler,

Bu sana nakş olsun müridlerin çok olsun.

der ve böylece Nakşibend ismi de buradan kalır. Aynı zamanda ismi celali de kalbine indirir ve kalbi çalışmaya başlar.”12

“ Mısırda inançlı bir tüccar vardı. Mısırdan kalkıyor Abdûlkâdir Geylânî Kaddesallahu Sırruh Hazretlerine intisap için gidiyor. Bağdat’a geldiğinde Şeyh hazretlerinin bekâ mülküne şeref verdiğini duyar ve çok üzülür. Ve Gavsul Azam Abdûlkâdir Geylânî Kaddesallahu Sırruh hazretlerinin kabri şerifini ziyarete gider. Göz yaşları içinde hayatta iken intisap edemeyişinin hicranını dile getirir. O anda kabri şerifi başında, daima Hay (diri) olan Abdûlkâdir Geylânî Kaddesallahu Sırruh hazretleri belirir. Böylece elini tacire uzatan yüce veli, kendisini mürid olarak kabul eder ve irşâd eder. Bu vesile ile veliyullahın daima diri olduğunu gösterir.

İki alemde tasarruf ehlidir ruhu veli,

Dime kim bu mürdedir ondan nice derman ola,

Ruhu şimşiri hüdadır ten gılaf olmuş ona,

Dahi ala kar eder bir tiğ kim üryan ola,

Manası şudur “ Velilerin ruhları iki alemde tasarruf ehlidir. Bu ölüdür bundan ne derman olacak diyemeyiz, Ruhu cenabı Hak Celle Celaluhü hazretlerinin kılıcıdır. Kından (yani bedeninden ) çıkan kılıç daha keskin olur.” Çünkü hal-i hayatında şöhreti afettir. Kemâlat ve kerametini büyükler izah etmezler.aczini itiraf ederler ve naçizliğini söylerler. Tevazuya bürünmüşlerdir.

Beden toprak altında ama ruh baki. Velinin ruhu iki cihanda tasarruf sahibidir. Hem hâli hayatında, hayat-ı dünyada; hem de vefatından sonra hayat-ı ahirette tasarruf ehlidir.

Demek ki,” Bu mürdedir, ölmüştür; bundan nice derman ola?” Böyle bir münkir tavır, inkarcı, materyalist tavır takınma !… Böyle düşünme.13

Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabî Kaddesallahu Sırruh hazretleri buyuruyor ki: Allah’ı zikredenlerin hayatı birleşir ve daimidir. Ölümle kesilmez o diridir her ne kadar ölmüşse de onun hayatı fi sebilillah şehid olandan daha çok diri ve daha ziyade tamamdır. Ancak o şehid olan kimse Allah’ı çok zikreden kimselerden ise o zaman onda iki hayat vardır. Biri şehidlik hayatı diğeri de zikir hayatıdır.Allah’ı zikreden diridir, isterse ölmüş olsun, fakat zikri terk eden ise ölüdür. İsterse dünyada hayvani hayatla diri olsun. Nitekim Hadis-i Şerifte : ” Rabbini zikredenle zikretmeyen diri ile ölüye benzer “ buyurulmasından anlıyoruz ki, zakirin hayatı şehidin hayatından hayırlıdır. Eğer o şehid zakirlerden değilse. 14

Sabit Eşhedül Benani Rahmetullahi aleyh hazretleri buyuruyor ki: ehli zikir üzerlerinde dağlar kadar günahları ile zikre otururlar, zikirden fari olup kalktıklarında bir tane bile günahları kalmaz. Elli sene teheccüde devam etmiştir. Seher vakitlerinde duasında : “Ya rabbi eğer bir kişiye kabrinde namaz kılmak nasip edersen bana ver” derdi Vefat edince defnettiler kerpiçleri yığdılar bir tanesi düşer ve kabrin içi görülür baktılar ki ayakta namaz kılıyor. Vefatından sonra kabrinden gelip geçenler kabri içinden Kur’an tilavetini duyarlardı.15

Seyyid Abdûlkâdir Geylânî Kaddesallahu Sırruh 470 senesinde doğdu, 561 hicri senesinde vefat etti. Buyurdu ki :” Hüseyin Hallac bunaldı da zamanın da elinden tutacak kimse bulamadı. Ben ise arkadaşlarımdan ve müridlerimden ve beni sevenlerden kıyamete kadar her bunalanın elinden tutarım. İşte atım eğerlenmiş hazır, mızrağım dikilmiş, kılıcım çekilmiş, yayım ve okum gerilmiştir. Seni muhafaza ediyorum, hâlbuki sen gafilsin farkında değilsin.16

Şeyh Musa bib Mahih Ez-zoli Rahmetullahi aleyh hazretleri Resulûllah Sallallahu aleyhi vesellem efendimizi çok görürdü. Bir çok işleri Resulûllah Sallallahu aleyhi vesellem efendimizin emriyle idi. Demiri tutunca yumuşardı, 14 aylık veya daha küçük bir sabi çocuğu kucağına alıpta şu sureyi oku derse o çocuk fâsih lisanla okurdu ve o vakitten itibaren de konuşmaya devam ederdi. Kabrinde lahdine koydukları vakit kabri genişledi, ayağa kalkıp namaz kılmaya başladı. Lahdine koyan kimse bayıldı.17

Seyyid Yusuf ul Acemi El-Kürani Rahmetullahi aleyh hazretleri buyurmuştur ki: Şeyhimiz Ebu Osman-il Mağribi Rahmetullahi aleyh hazretlerinden işittim demişti ki: Bir insan bir velinin kabrini ziyaret ederse o veli ziyaret edeni bilir, selam verirse selamını iade eder veya kabri üzerinde Allah’ı zikrederse veli de onunla birlikte zikreder. Bilhassa La İlahe İllallah zikrini yaparsa , o veli kalkar, bağdaş kurup oturur ve o ziyaretçisiyle birlikte zikreder. Çünkü veliler bir evden yani dünya evinden ahiret evine göçerler. Bunların ölülerine hürmet ve saygısağlıklarındaki saygı gibidir. Kabirleri ayakla çiğnenmemelidir. Binaenaleyh, Evliya cemaatına gerek hayatlarında ve gerekse vefatlarında ancak edeple muaşeret etmek lazımdır. Bir veli ölünce, bütün peygamberler ve velilerin ruhları onun üzerine namaz kılarlar.18

Yine buyurmuştur ki: Nice veliler vardır ki, sadık müridlerine vefatlarından sonra sağlığındakinden daha fazla faydalı olurlar, bazı kullar vardır ki, terbiyelerini bizzat Cenab-ı Hak vasıtasız yapar, yine bir kısım kulların velayetini bazı velileri vasıtasıyla üzerine alır. İsterse o veli ölmüş bulunsun. O veli kabrinden müridine sesini duyurur ve yine Allah’ın bir kısım kulları vardır ki: terbiyelerini bizzat Resulullah Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz vasıtasız üstlenir; çok salavat-ı şerif okuması sebebiyle.19

Şeyh Ebul Mevahibi Şazeli Kaddesallahu Sırruh hazretleri buyurmuştur ki: Resulûllah Sallallahu aleyhi vesellem efendimizi gördüm, kendi hakkında buyurdu ki: Ben ölmüş değilim benim ölümüm Allah’tan anlayışlı olmayan kimseden tesettürden ibarettir. Fakat Allah’tan anlayışa sahip olan kimse ise, ben onu görürüm, o da beni görür.20

Seyyid Abdülaziz Debbağ Kaddesallahu Sırruh hazretleri anlatıyor: Bazı kereler Fas’ın mezarlığında dolaşırken bazı nurların yerden çıkıp berzaha gittiği ve yerden bitmiş bir kamış gibi berzaha uzandığını görürüm ve bilirim ki bu nurlar orada yatan büyük velilerin nurlarıdır. Nitekim bu hal Resulûllah Sallallahu aleyhi vesellem efendimizin kabri şerifinde de görülür. Resulûllah Sallallahu aleyhi vesellem efendimizin imâni nurunun sutunu kabri şerifinden berzah kubbesine uzanır ki ruh-u tahiresi berzah kubbesindedir. Ve melekler kafile kafile gelip bu uzanan nur-u şerifi ziyaret ederler; mesih ederler. Hangi melaike ki bir sırdan aciz oldu veya bir işe tahammül edemedi veya yoruldu veya bir makamda durmaktan usandı, o zaman bu nuru şerife gelirler ve tavaf ederler ve tavaf etmekle yeni bir kuvvet ve azim kazanırlar ve yerlerine dönerler. Ve yine taife tavafı bitirirken diğer bir melâike taifesi gelir.21

Aliyy-ül-Havas Kaddesallahu Sırruh hazretleri buyuruyor ki Ölmüş velileri görürüm ve onlarla latife yaparım. Buna sebep onlarla olan hüsnü edebimdir ve onlara adeta dirilermiş gibi muamele yaparım ve bazısını bazı makamlarda eksik görürüm. Hemen Allah’u Taalaya teveccüh ederek o veliye o noksan makamının kemâlini ihsan etmesini isterim daha yanından ayrılmadan Allah’ü Teala dilediğimi verir. O velide noksan olduğu makamdan terakki edip kemâle erer ve bana teşekkür eder. O gece evime gelip beni ziyaret eder. Bunlardan birisi de Seyyid Ömr İbn’il-Farız Rahmetullahi aleyh hazretleridir.22

Şeyh Abdûlkâdir Geylânî Kaddesallahu Sırruh hazretleri diyor ki : “Öğleden evvel Resulullah Sallallahu aleyhi vesellem efendimizi gördüm” Bana : “ Evladım niçin konuşmuyorsun, vâaz etmiyorsun?” buyurdu Bende: Dedeciğim ben Arap olmayan bir kişiyim Bağdat’ın fâsih uleması karşısında nasıl konuşabilirim” dedim. O zaman ağzını aç buyurdu, açtım,yedi kere üfledi ve sonra “ halka karşı konuş onları Allah yoluna hikmet ve güzel nasihatle davet et “ buyurdu,bunu müteakip öğle vakti kürsüye oturdum. Fakat çok fazla kalabalık vardı, yine irkildim; O zaman karşımda Hazreti Ali Radıyallahu anh hazretlerini gördüm o da sordu, cevap verdim ağzımı açtırdı, altı defa üfledi,” niçin yedi kere üflemediniz “dedim. “Resulullah Sallallahu aleyhi vesellem efendimize edeben “ dedi. Kayboldu. Bunu üzerine dilim açıldı konuştum” buyuruyor.23

Şeyh Abdûlkâdir Geylânî Kaddesallahu Sırruh hazretleri anlatıyor: Yine bir gün yanımda kalabalık bir cemaatle Şeyh Hammadu’d Debbas’ın kabrini ziyaret etmiş mezarı başında fazlaca kaldıktan sonra sevinçli olarak dönmüş. Yanındaki cemaatin nazarı dikkatini celbeder niye fazla kaldığı ve ayrılınca da sevinçle ayrılışının sebebi sorulmuş? Demiş ki:Bir gün şeyh Hammad’ın sağlığında ve yanındaki müridleri ile Cuma namazına gidiyorduk, köprüden geçerken beni Dicle’ye itti, suya düştüm ve çıktım. Maksadı soğuğun şiddetinden müteessir olacak mı diye beni imtihan etmekmiş, mütessir olmadığımı görünce yanındaki müridlerine :”Abdûlkâdir hareket etmeyen bir dağ gibidir” demişti. Şimdi kabrinde ziyaretimde Şeyh Hammad’ı güzel şekilde gördüm. Fakat sağ eli kendisine itaat etmiyordu, felçli gibiydi. Sebebin sordum:” Bu elimle seni vaktiyle köprüden Dicle’ye atmıştım, onun için çalışmıyor, beni affetmez misiniz?” dedi.”evet” dedim, “Allah’tan affı için yalvarmaya başladım, benimle beraber beş bin veli de kabirlerinden duama katıldılar. Duamın kabulu için Cenabı Haktan istediler ve şefaat ettiler. Duamın kabulune kadar kabir başında kalmam uzadı. Tâ ki Allah’u teala kabul etti, eli eski normal haline geldi. O evvelce çalışmayan eliyle musafaha ettim ayrıldım “dedi. Bunu işiten meşâyih bu sözünün doğruluğuna burhan istediler, Abdûlkâdir Geylânî hazretleri de : “ Beğendiğinizden iki kişi seçiniz, Şeyh Hammad’dan cevap getirsinler “dedi. “ Orada hazır olmayan ve bulunmayan iki kişiyi seçtik; bunları bulup getir, söylesinler, sana mühlet veriyoruz” dediler. Fakat Abdûlkâdir Geylânî hazretleri “ Mühlet istemem derhal ispat edeceğim, biraz sabrediniz” dedi. Daha yerlerinden kalkmadan o iki kişiden biri geldi, kapıdan girdi : “Ben Şahadet ederim ki Allah beni Şeyh Hammad’la bu saatte görüştürdü ve Şeyh Hammad bana “ ya Yusuf çabuk Şeyh Abdulkadir’in medresesine git oradaki meşâyiha Şeyh Abdulkadir’in anlattıklarının doğru olduğunu söyle “ dedi. Sözü bitirince kapıdan ikinci seçilmiş kişi de geldi, o da aynı veçhile şahadet etti. Bunları dinleyen meşâyih Abdûlkâdir Geylânî hazretlerinden aflarını dilediler.24

Abdûlkâdir Geylânî Kaddesallahu Sırruh Hazretleri Buyuruyor ki:

“ Müridim, ortada korkulacak ne var,

Çünkü ben, pek azizliyim,

Cengaverlikte bir cengaverim,

Müridim hiç korkma, çünkü Haktır benim Rabbim.

Rıfatlar verdi bana yüceliklere erdim ben..

Müridim, silkin, hoş ol, sonra terennüm eyle sen,

İsmim yücedir, hiç çekinme yap neler istersen..

…………………….

Vardır her velinin bir kuvvet kaynağı kademi..

Ama benimki kemâl bedri nebinin kademi

Ben oyum ki, Ceyli namım, hem Muhyiddin adımdır,

Şüphesiz, dağların başında duran bayrağımdır.

Ne şüphe dillerde meşhurdur adım Abdulkadir

Kemâl kaynağına sahip olan zat, öz ceddimdir..”25

diyen evliyalar serveri işte bu zat benim korkulacak ne var. Yüce Allah evliyalar reisi Abdûlkâdir Geylânî Kaddesallahu Sırruh Hazretlerine şöyle hitap ediyor. “ Ey Gavs-ul Azam Aczini, yeteneksizliğini bilmek, nurların ve feyizlerin kaynağıdır. Kendini beğenmişlik ise, karanlıkların kaynağıdır.”26

“ O kabirlerinde de diriler gibi tasarruf eden şu dörtlerden biridir. Şeyh Abdûlkâdir Geylani, Şeyh Marif El-Kerhi, Şeyh Ukeyl El Mencebi ve Şeyh Hayat Bin Kays El Harrani Rahmetullahi aleyh hazretleridir.” Der. Demek ki ölen velilerin içinde diriler gibi tasarruf eden veliler varmış. Ve Şeyh Ukeyli’nin şu sözlerini ilave etmiş.“Kişi kendi nefsi için bir hal veya makam beklerse bu, hayra alamet değildir. çünkü bu davranışta olan kişi, marifet yolundan çıkmış sayılır. Herhangi bir keramet göstermeden kendisini ermiş ilan eden kişi, yalancıların ta kendisidir. “

“ Bir Mürşidi Kâmilin müritlerinin içerisinden aşağıda izah edilen makamlardan birine gelen müride halifelik verilir. Ve üç çeşit halifelik makamı vardır.

1. Tecellisi gereğince, kendisinden başkalarını irşat kabiliyeti bulunduğundan, ona o veçhile hilafet verilir.

2. Kendisinde irşat kabiliyeti bulunmadığından, yalnız hilafet ihsan olunur.

3. Kabiliyeti dolayısı ile sulük-ü ikmal ettiğinden, ona o veçhile ihsan olunur.

Ancak; bunlardan birisi tekmil-i süluk ederek, hilafet makamına gelince:

Halife oldum, bende bir şeyhim, derse Allah korusun bu büyük bir tehlikedir ki, yedi derya paklayamaz.

Sâlikin bu makamda selameti, kendisini herkesten aşağı görmesi ve şeyhine karşı teveccüh ve muhabbetini artırmasıdır ki bu takdirde kendi derecesi yücelir ve yükselir. Eğer, başkalarına karşı böbürlenir ve şeyhini eskisi kadar sayıp sevmezse, kendi derecesinden o kadar kaybeder ki, hesabını ve sayısını bulamaz.

Salih bir anda arşı ve ferşi müşahede edebilecek kuvveti olsa bile, yularının yine mürşidi elinde olduğunu bilmeli ve her hususta teslim olmalıdır.” 27

“ Allah Celle Celaluhü hazretlerinin rızasına talip olmak için bir Mürşid-i Kamile kavuşmak nasip olmayan din kardeşlerimiz, hiç tereddüt etmesinler. Resulü Ekrem Sallallahu aleyhi vesellem efendimizden aldığım emir üzerine yazıyorum. Rabıta ve teveccühünüzü doğrudan doğruya direk olarak Pir Muhammed Bahaddin Şahi Nakşibendi’ye yapın.” dedikten sonra, Nakşibendi Hazretlerinin yazı ile şeklini ve rengini açık açık izahtan sonra da çok açık olarak şöyle ifade ediyor. “ Bu şekli karşınızda canlandırıp rabıtaya devam edin. Herhangi bir müşkiliniz olursa yine Şahi Nakşibendî hazretlerine kalben niyazda bulunarak teveccüh ile alacağınız işaretle asla tereddüt etmeden hak olarak kabul edin.” 28

“ Şeyhlik edecek kimsenin mutlaka Resulûllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin izin ve icazetleriyle memur olmak lazımdır. Zira, bu şekilde memur olmayan kimse, Sâlikin (müridin) delalete düşmesine sebep olur. Rabbim Teala ve Tekaddes Hazretleri, İsmi Azam hürmetine şerrinden korusun. Bu gibi sapıklara uymaktansa, sırf şeriati mutahhara ile amel etmek son derece makbuldür. Böyle mürşidlik iddiasında bulunanlardan sakınmak, hem de çok sakınmak lazımdır.” 29

Şeyh Mehmet Nuri Şemsüddin Efendi hazretleri diyor ki, Peygamberimizin emrettiği ahirete intikâl eden Mürşidi Kamile rabıta yapılacaktır. Hem de aradan 1216-718 = 498 yılı geçen zamana rağmen hiç tereddütsüz rabıtayı emir ve müsaade ediyor ve Mürşidi Kamil olmayıp da nefsâni arzu ile şeyhliğe kalkanların zararını da açıklamaktadır.

Fahrettin Râzi Rahmetullahi aleyh hazretleri diyor ki: “bir sürü adamlar kendi şeyhlerinden izinsiz olarak şeyhlik davasına kalkmışlardır. Şeyhlerinin küçük bir işaretini te’vil edip, onu kullanmağa tevessül etmişlerdir. Bütün bu işlerden nefsimizin şerrinden Allah’a sığınırız. Adamın biri Malik Bin Dinar’a gelip dün gece seni cenneti gezerken gördüm dedi, Mâlık ona, şeytan benden ve senden başka eğlenecek adam bulamadı mı?30

“ Malumdur ki mürşidi kâmilde murad, feyz almak isteyenlerin kendisine rabıta edebilecekleri zat olup, Fena-Fillah makamından sonra Bekâ-Billah makamında bulunması ve bunun hakikatine ermesi lazımdır.

Çok dikkat edilmelidir ki burada her an ayak kayma tehlikesi vardır. Çünkü bu tarikatın bidayeti (başlangıcı) nihayetinde, nihayeti (sonu) bidayetinde birlikte bulunmakla, müride bekadan artık olarak fena halinden evvel bazı haller gelip mürid onu kendi kemâlatına atfedebilir ve kendine rabıta edilmesine izin verir. Bu durumda mâazallah rabıta edende ettirende hüsranda kalır. Bunun için bu gibi vartalara düşmemesi için çok dikkat edilmelidir. Bu şartları zamanımızda birçokları ihlal etmiştir.”31

“ Bu tarikat da irşâd da bulunmakta dirilerle vefat edenler müsavidirler. Aynı feyiz almada çocuklara ihtiyarların müsavi olduğu gibidir . Muhabbet rabıtasıyla ve şeyhin teveccühüyle müridler muradlarına vasıl olurlar. Tek şart ise hayatta iken Mürşidi Kamil olması lazımdır.’32

“ Olgun bir velinin kalbine bağlanan bir Müslüman, onun mübarek kalbinden Allah’u Tealanın feyzine kavuşur. Kalbin feyizlere, marifetlere kavuşmasında, Mürşidi Kamilin Diri ve Ölü Olması Arasında Hiçbir Fark Yoktur. Onun kemâlatı, ruhâniyetinden hiç ayrılmaz. Ruhâniyetide zamana ve mekana ve ölülüğe ve diriliğe bağlı değildir. Mürşidi Kamil olan bir şeyhe tam bağlanan mürit her nerede olursa olsun, diri olsun, ölü olsun rabıta yapan onu seven ve hatırlayan Müslümanlar, hemen feyze ve marifete kavuşurlar. Bunların ruhlarının tasarrufları, Allah’u Tealanın tasarrufudur. Bedenin tasarrufu değildir. Bir şeyh de Allah’u Tealadan vasıtasız feyz almağa kadir olmadıkça, Allah’u Tealadan vasıtasız feyz alan bir Mürşidi Kamile muhtaçtır.” 33

Eşrefoğlu Abdullah Rumi Kaddesallahu Sırruh hazretleri buyuruyor ki: “ Ben on yedi Şeyhe ulaştım dört tanesi hariç on üç adedi sahte şeyhti müridi alıp götüremezdi yolda bırakırdı daha birçoklarına gittim onlarda aynı idi ancak Abdûlkâdir Geylânî Kaddesallahu Sırruh Hazretlerinin torunu Şeyh Hüseyin’e ulaştım da sulükümü tamamlayabildim “ diyor.

Bir kimse iki cihanı ayağının altına alsa, kendisinin gelecek ve geçmiş sırlarına vakıf olsa, Hak Tealanın acayiplerine ve birçok gayri mahsusatı da bilse, bütün mahlukatın zahirine, batınına, sırrına ve aleniyetine vakıf olsa, yine Mürşidi Kamil olamaz şeyhlik edemez. Mürşidi Kamil odur ki Allah’ü Tealanın zatına ve sıfatına ait ilme vakıf bulunmalıdır ki o ilim, ilmi meknunattır. Ve hiç nihayeti yoktur. Diğer ilimler onun yanında denizden bir damla gibidir.” diyor. 34

Mısır’da, Şam’da, Arap’ta, Acem’de ve Türkiye’de taliplerimiz vardır. Bunların hiçbirisi bizim zahiri suretimizi görmemişlerdir. Fakat bize teveccüh etmekle bir çok işler başarmışlardır. Vakıalarını yazarlar ve Şeyh Abdûlkâdir Geylânî’nin sırrı manası her nerede olursa olsunlar gelir müritlerine yetişir kıyamete kadarda bu böyle devam edecektir.

Bâhusus, Müzekkin Nüfus adlı bu kitapla amel edenlere irşâd şüphesiz erişecektir Zira Mürşidi Kamil ona derler ki müritlerini asla hiç kimseye muhtaç etmezler. Hem mürşidi kamiller ölmezler. Onlara ölü demek bilmezliktendir. Gerçi bu alemden o aleme göç ederler amma, sizleri bu alemde yıkar, paklar, arındırır ve her halinize tasarruf ederler. Bu sözlerim, sana sakın acayip gelmesin. Bunlar ehl-i zikir ve ehl-i sefadır. Ehl-i zikire ölüm ancak bedenlerine yetişir ve bunlar gerçi ölürler fakat ölümleri ile hakiki dirilik bulurlar.”. 35

Şeyh Safi Rahmetullahi Aleyh hazretleri de buyurmuşlardır ki, Bütün mahlûkatı yaratan Allah-ü Teala hakkı için ki dünyalarından ötürü kendilerini şeyh gibi gösterip halkı aldatmalarının cezası kıyamet gününde ateşten makaslarla kendi etlerini keseceklerdir.”36

Eş şeyh Es Seyyid Abduhakim Arvasi Rahmetullahi aleyh hazretleri buyuruyor ki : “ Malum olsun ki, bu yolla Allah’a ermek, Kamil Şeyhin muhabbet ve rabıtasına bağlıdır. Uzun zamanda bir vücuda gelirler. Vefatlariyle de feyz güneşi batmaz. Kabirlerin de çok zaman, müminlerin kalblerine Rabbani ilim ve İlahi maarifi neşr yoluyla tasarruflarını yürütürler.”

Ebül Hasan Şazeli Rahmetullahi aleyh Hazretleri buyuruyor ki : “ Evliyadan bazıları ( hepsi değil ) vardır ki uzun zamanda bir vücuda gelir. Vefatları ile de feyiz güneşi batmaz, zamanın kutuplarına bile bunlar feyiz verir. Kabirlerinden çok zaman,müminlerin kalplerine Rabbani ilim ve ilahi maarifi neşr yoluyla tasarruflarını yürütürler.

Sadık müritlerine, vefatından sonra hayatta olduğundan daha fazla menfaat eriştirir. Ve ruhâniyetleri vasıtası ile ilahi emirleri takip ve tatbik ettirdiği kimseler vardır. Kabrindeyken müridini yetiştirir hiç kimseye muhtaç etmez. Böylelerinin irşâdı güneşin nuruna benzer. Bütün aleme feyiz dağıtır. Eğer birde böyle bir zatın kendi müridi olursan sana ne büyük bir talihdir. Güneşin harareti ile kavun nasıl gelişirse, böyle bir zatın müridi de sadık olursa farkına varmadan terakki eder, sulükünü tamamlar. Şeyh Mürşidi Kamil olursa Allah’ın Halifesi olmak bakımından Hakkın aynasıdır. Kamil insanın ruhâniyetine basiret gözü ile bakan sâlik o ruhâniyetinde Hakkı görür. Ve şeyh mürşidi kamil ise, irşat ve feyiz vermede sağ ve ölü müsavidir..”

MEZARLARA RABITANIN KEYFİYETİ HAKKINDADIR

Eş Şeyh Es Seyyid Abduhakim Arvasi Rahmetullahi aleyh hazretleri yine“ Ziyaret edilen veli geriye döndürülmüş ve irşâda mezun kılınmış evliyadan ise zuhura gelen feyiz ve muhabbet eseri yavaş, durgun ve devamlı olur. Eğer dış dünya ile alakası kesilmiş ve irşâda mezun olmayan sınıftansa gelen tesir ani,kesin,hızlı, geçişi de çabuk olur. Muhakkak ki veliler bir evden bir eve geçmiş gibidirler. Kendilerine hayatta gösterilen edebin aynen gösterilmesi lazımdır. Bulundukları yerden sâlikler (müritler ) mezardaki evliyaya rabıta yapmakla istediği feyzi alır ve istediği menfaati elde eder. Velilerin ahirete intikâl ettikten sonra dünyaya iltifatı ve irtibatı kalmaz fikrinde bulunanlar ve mutlaka hayattaki bir veliye rabıta etmek lazımdır itikadında olanların hatası, nefsinin kemâla ermediği halde bende kemâla ermişim diyenlerin hatasından daha büyüktür. zira böyle bir kanaat, açık açık inkardır. Bu inkarcılık esasta yüce peygamberimizin tasarrufunun inkarına da sirayeti ulaşacağından bu sözlerden Allah’a sığınırım.” demektedirler. devamın da “ Malum olsun ki sâlike fenadan evvel öyle haller görünür ki, o bunları kemâle erdiği şeklinde yorumlar. Ve kendisine rabıta edilmesini emreder. Hüsrana düşür, bağlılarını da perişan edip hüsrana düşürür. Rabıta ancak Mürşide yapılır. Makamı fenabillah ve bekabillah makamına eren ve zanna tahmile yer kalmayan ve her an şeyhi, mürşitleri ve Resulü Ekrem Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz ile görüşen ve rabıta yapmasına izin verilenler ancak rabıta yaptırmaya yetkilidir. Fakat bu işteki tehlike büyük olduğundan bu kadarı ile de yetinmez, şeyhinden ve mürşidinden kendisine rabıta ettirmek için yazılı emir alırda ancak bu takdirde rabıta yaptırabilir.

Rabıtada gaye, ona rabıta yapan müridin kalbinden gaflet ve karanlığın kovulması iken, kendi kalbinden gaflet ve karanlığı kovamayanlar, nefislerine rabıta ettirmekle onların ( tabi olan müritlerin ) gaflet ve zulmetlerini nasıl giderebilirler. Kendilerine yersiz olarak rabıta ettirenlerden bir kısmı da bazı hallere aldanıp, büyüklerin nihayetinde tecellileri kendi başlangıç demindeki haller sanır, nefsine mal eder. Galata düşer. Bir kısmı da , tarikat edeplerine ve ahvallerine sathından bakabildiği için yokluğu varlık kıyas eder. Yahut ( mekr ve istidraç sahte keramet ) sebebi ile delalete düşerler.

Bu tarikat yolunda en yüksek derecelere varmış mürşidi kâmillerin hallerini andıran bazı tecelliler henüz bu yolun başlangıcında veya ortasında olan müritlerde de zuhur edebilir. Tarikatın büyüklerinin keskin görüşlü kimselerin dışında hiç bir mürit aradaki farkı göremez. Ben de erdim şeyhi kamil oldum vartasına düşer. Şeytanın maskarası olup, hüsrana uğrar.” 37

Pir Ahmed Kuddisi hazretleri Divanında şöyle buyruyor.

“ Bu yola şeyhsiz süluk etmekte var havfı hatar

Bir icazet sahibi şeyhten izin al kıl icaz.

Bulamazsan Şeyhi Kamil sana benden olsun izin

Bu icazet-i ammedir verdim izin isteyene

Ta kıyamet gününe dek zakirine var icazet.

Yazana okuyana dinleyene verdim izin

Bu hakikat emridir

Zan etmeniz emri mecaz

Dedi ki peygamber ki taş’a hüsnü zanneden dahi

Nef-ini bulur o taşın menzili olur nişan

Her kim eyler bi icazetnameye hoş hüsn-izan

Anı Allah ehli irfandan eder mahrum koymaz38

şeyh izni gerektir deyu ben vesvese etme

var izni bize cün Meliki kevnü mekanın

Ol zikrini ikrar ile emr eyledi bize

Yeter bize emr eylemesi zikr ile Anın

Anlar ile zikre çalışub olma perişan

Ta’n eylemesin zakire cühhali zamanın

Hal galip olur işe sana eyle feragat

Et hizmetini hakk ile evladı nisalnın

Kuddüsi-yi na-ciz sana pend etti birader

Tutarsan olur iki cihanda yüce şanın.39

Hakka giden yolların bil pek yakındır bu yol

Çünkü tevhidi Ali’ye eyledi telkin Resul

Söz tutan salih olur söz tut birader salih ol

Rü-ü şeb zikr eyle ışk-u sıdk ile Mevla’i bul

Verdi Kuddusi icazet sana zikr et her zaman

Pirimiz Geylani’dir eyler seni irşâd inan

Zikri Yezdan’a devam et gece gündüz ey dedem

Fırsatı fevt etme zira gün bu gündür dem bu dem.40

“Zira zikrullah, hiç insan yüzü görmeyen ıssız yerlerde kalan müminlere de vaciptir. Belli izin ile etmek evladır. İzinsiz olan zikir, aşılanmayan zikire benzer , Mürşid-i Kamil yolu asan geçirir. Ve Hak Tealaya tez bildirir, şeytan müdahale edemez. Çünkü meşâyih, Peygamber Aleyhi’s Salatü ve’s-selam halifeleridir. Onlara iktida edenler mahfuz olurlar. Amma nakıs şeyh sâliki harap eder, berzaha düşürür, ( şeytanın tuzağına düşürür ) kaldı ki, ahir zamanda Mürşidi Kamil bulamayan mümin aşık zikrullahı terke ruhsat yoktur. Allah Zül-Azamet-i ve’l-Celal anı irşâd eder. Kuran-ı Kerimde her nefeste ve her yerde zikir bize emir buyruldu.

“ Abdûlkâdir Geylânî Kaddesallahu Sırruh hazretlerinden izin vardır. Siz müridlere dersimi verin irşâda karışmayın diye vaad aldım. Andan dolayı kıyamete kadar benim dersimi okuyan benim müridim olur ve irşâd olur. Endişe etmeyin.” 41

Eş şeyh Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi hazretleri buyuruyor ki; Her velinin makamının ve derecesinin yücelikleri biri diğerine uymadığı ve Yüce Allah’ın her velide başka başka kuvvet ve kudret hikmetlerinin tecelli ettiğini izah ederek şöyle devam etmektedir.

“Ey ebediyet yolunun yolcusu iyi bil ki her velinin hayatın da ve ölümünden sonrada kendine mahsus özelliği tasarrufu ve himmet edişi vardır.”Mesela: Kuvvetli bir tasarruf ve isteyene her türlü imdat etme himmeti, Gavsül Azam Abdûlkâdir Geylanî Kaddesallahu Sırruh Hazretlerine mahsustur. Kerametler ve fütüvvetlerle Ahmed Rufai Kaddesallahu Sırruh Hazretleri. Merhamet ve atifetle Ahmed Bedevi Kaddesallahu Sırruh Hazretleri. Sahavet ve kerem olarak İbrahim Dusuki Kaddesallahu Sırruh Hazretleri. Aşk ve muhabbet ile Mevlana Celaleddin Rumi Kaddesallahu Sırruh Hazretleri. Hakikati kalbe nakşetme, tevhid denizinde yüzmesi, fena kendinden geçme sırrına ermesi, ölümünden sonrada bu yüceliklerin kendisine uyanlarda aynen devam etmesi Bahaddin Şahı Nakşibendi Kaddesallahu Sırruh Hazretleri., irfan ve kemâlatı ile Muhiddin-i Arabi Kaddesallahu Sırruh Hazretleri. Letafet ve mahviyyeti ile İmamı Sühreverdi Kaddesallahu Sırruh Hazretleri.. Riyazet Ah’ü fırakı ile Şeyh Hızır Yahya Kaddesallahu Sırruh Hazretleri ve vecd ve cezbeleri ile Necmeddin Kübra Kaddesallahu Sırruh Hazretleri gibi her veliye hayatta iken yüce Allah tarafından ayrı bir özellikte ihsan olunan bir değişik ve biri diğerinde bulunmayan bu hal ve makam tasarruf yetkisi ahirete intikâl ettikten sonra da aynen devam etmiştir. Ve kıyamete kadar da devam edecektir. Bu makamlar Allah Celle Celaluhü hazretlerinin sonsuz kudretinin ve yücelik ihsanın bir nişanasının ikramıdır her velide böylece gösteriyor. Sonsuz makamlar vardır. velilerdeki bu makam ve tasarrufları inkar Allah’ın kuvvet , kudret ve tasarruf sonsuzluğunu inkardır. Her veli kendisine Allah tarafından ikram edilen ilahi hallerle saadete erer. Lütuflar ise velilerin değeri kabiliyeti nispetinde olur.

Aliy-ül Karsi Kaddesallahu Sırruh Hazretleri buyuruyor ki: Bütün velilerden dört kimseyi kabirlerinde bile, hayatlarındaki gibi tasarruf yaparken gördüm.

Abdûlkâdir Geylanî Kaddesallahu Sırruh Hazretleri, Şeyh Maruf-u Kerhi Rahmetullahi aleyh Hazretleri, Şeyh Ukayl-ul Menci Kaddesallahu Sırruh Hazretleri ve Şeyh Hayyad bin Kays’ül Harrani Kaddesallahu Sırruh Hazretleridir.

Velilerin üçüncü asırdan sonra gelen büyükleri, yukarıda zikri geçen dördünün dışında Cüneydi Bağdadi, Ebu Yezid Bestami, İmamı Şibli, Şemsüddin Berzi, Davud-u Tai, İbrahim Edhem Ebu Haris, Sırri Sakati, İmam’ül Harameyn, Ebu Medyen, Abdüsselam, Ebulabbas, Şemnüni, Sehl, Haris, İbrahim Havvas, İbni Ata, Hüseyin Hallaç, Şeybani, EbuBekir Dekkak, Razi, Şarani, Kuseyri, Muhammed Haffal, Ebul Fazıl, Yusuf Hemadani, Rükneddin, Raziyüddin, Akşemseddin, Remli, Kadı Zekeriyya, Berzenci, Evzai, Ebuleyis Semerkandi, Şeyhulislam Kirmani, Kastalani, Süyuti, Hatib, Deylemi, Beyhaki, Sekkaki, Sübki, Münavi, Cürcani, Kaddesallahu esrarahümül Aliye (Allah-ü Teala sırlarını yüceltsin)- gibi zatlar olup, diğerleri ise binleri aşmaktadır. Hatta bilinmeyenler bilinenlerinden kat kat fazladır. Bunlarda aynen mezarlarında diriler gibi tasarruf eden büyük zatlardır. Hadisi Kudside Cenabı Hak Celle ve Ala hazretleri buyuruyor ki – Kubbemin altında öyle veli kullarım var ki, onları benden başkası bilmez.” 42

Mehmed Zahid Kotku Rahmetullahi aleyh hazretleri buyuruyor ki : “ Bu devirde şeyhlik davası yapan kimselerin çoklarının sohbetleri fenadır. İzinsiz şeyhliğe başlayan kimsenin müritlere zararı, faydasından çok çok fazladır. Bu gibi şeyhlere Kutta-i tariki ilahi günahı yazılır. Böylelerinden şiddetle kaçınmak lazımdır. Çünkü bunlarda insan kılığında şeytanlık vardır. Ki onu bilmek çok zordur.”43

“ Velilerin reislerinden İmam-ı Rabbani Kaddesallahu Sırruh Hazretleri buyurdu ki Mürşidi Kamil olan şeyhlerin feyiz vermede ve müridini irşâd etmede hayattaki şeyh ile ahirete intikâl eden şeyh müsavidir. Ancak şu kadar ki şeyh hayatta iken Mürşidi Kamil makamına ermiş olması lazımdır. Ve istifade de Şeyhler ile Sıbyan beraber olurlar.

İnsani kâmil mirat-ı (hakkın ayinesi ) haktır. Her kim Kamil İnsanın ruhâniyetine basiret gözü ile bakarsa, onda Cenabı Hakkın tecellisini görür. Sıfatının zuhurunu idrak eder. Rabıta sebebi ile şeyhler Sıbyanı Kamilden feyiz alırlar. Velinin velayetinde, ilmi şart değildir. Rabıta-i Muhabbetle ve şeyhin teveccühü ile maksudlarına vasıl olurlar. – O Allah’ın ihsanıdır. Onu dilediği kimselere verir.Allah çok büyük ihsan sahibidir.(Hadid suresi ayet 21)44

Mürit nefsini dünya alakalarından sıyırıp, Kuyudat-ı tabi’iyyeden içini boşaltır. Ve kalbini ulüm ve nukuşdan ve havatır-ı Kevniyyeden temizler, sonra o meyyitin ruhâniyetindenfeyiz alıncaya kadar o nuru kalbinde saklar ve muhafaza eder. Nitekim Resulûllah Sallallahu Aleyhi vesellem Efendimiz ( İşlerinizde güçlükle karşılaştığınız, kararsız olduğunuz zaman, kabir ehlinden yardım isteyiniz .) buyuruyorlar.

Mürit bütün ahvalde rabıtaya devam edip bu hali muhafazaya dikkat etmelidir. Asla rabıtadan ayrılmamalıdır. Bu durumda rabıta edilecek şeyhin fanafillah bekabillah ile mütehakkık olması şarttır.İşte burası ayakların kaydığı bir menzildir. Kendisine rabıta ettirmeye mezun olamadığı halde ,( kemâle erdim diye ) kendisine rabıta ettirir ise eden de ettiren de ne’üzu billahi teala hüsranda kalır. “ Şeyh Halidi Bağdadi Hazretleri halifelerine yazdığı bir mektupta ; Bu tarikat asrımızda bulunan şeyh sevdasında olanların oyuncağı değildir.. Hakiki şeyh, mürid ile rabbi arasında bir vasıtadır. Hakiki şeyhten yüz çevirmek cenabı haktan yüz çevirmektir. Müritleri kendinize rabıta ettirip suretinizi ta’lim ettirmeyiniz. İsterse suretiniz zahir olsun (müritlerin rabıtasında görünsün ) Aslında sizin bu taliminiz şeytanın terbiyesindendir.(şeytanın oyuncağı olduğunuzdandır.) Bizim emrimiz olmadan hiç kimseyi istihlaf etmeyin ( bir şeyler anlatmaya kalkmayın ) nerede kaldı ki etrafa halife olmak için müzahane etmeniz? Eğer bu düştüğünüz gafletten geri dönmez devam ederseniz, sizden tamamen yüz çeviririz. Bir kerede sizden yüz çevirirsek bir daha muvafakatımız güçtür. Dikenli ağacı vücuttan çekip çıkarmak sizinle barışmaktan kolaydır. Bizim kalbimiz bir kere kırılırsa bir daha da doğrulmasının ihtimali yoktur. Bizden vebal kalktı demektir.”

Şeyh Abdullah Dehlevi Kaddesallahu Sırruh Hazretleri buyuruyor ki “ bazı müridleri rabıtadan men ve müsaade edilmediği halde kendisini rabıta yaptırması fazlaca taaccübü mücibdir. – vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim – bazı mürid ve şeyh vefat ettikten sonra kendisine rabıta yaptırmıştır.. Bazısı da , meyyit ahirete intikâl ettikten sonra dünyaya iltifatı kalmaz demiştir.. Bu kanatta olan kimsenin hatası, nefsinde kemâl iddia edenlerin hatasından da büyüktür.. Bu söz evliya-ullah indinde, tasarrufatı inkardır.. Bunda ittifâk vardır.. Evliya-ullahın tasarrufatı, ahirete intikâl ettiklerinde de bakidir.

Onun için Bahaddin Şahı Nakşibendî Hazretleri Şeyh Abdulhalik Gücdüvani Kaddesallahu Sırruh hazretlerinin ruhaniyetinden feyz almıştır. Halbuki, bu iki zatı muhteremin arasında beş adet vasıta vardı.

Ebul Hasan Harakani Rahmetullahi aleyh Hazretleri, Beyazid-i Bestami Rahmetullahi aleyh Hazretlerinin ruhaniyetinden feyz almıştır. Halbuki, Beyazidin vefatından sonra dünyaya gelmiştir.

Mevlana Halid Bağdadi Kaddesallahu Sırruh Hazretlerinin vefatından sonra Şeyh İsmail ile Şeyh Abdullah Herevi Kaddesallahu Sırruh Hazretleri kemal mertebelerine erdikleri halde edeben asla kendilerine rabıta yaptırmadılar.” Diyor 45

İmam-ı Rabbani Rahmetullahi aleyh hazretleri buyuruyor ki : “ Bir kısım sâlikler ( müritler ) rüyada, bazen Peygamberin makamında, bazen da daha yukarıda kendilerini gördükleri olur. Bilmezler ki her makamın bir gölgesi, bir de misali vardır. Ki iptida da ve ortada bu haller olur.

Bir müptedi (yeni başlayan ) veya mutavassıt ( orta hallı ) bir mürit, o makamın gölgesine vardığı zaman, hayal eder ki kendisi makamların hakikatine varmıştır. Gölge ile hakikat arasını ayırt etmeye gücü yetmez. Zanneder ki kendisinin dahi o büyüklerle bu makamlarda bir ortaklığı hasıl olmuştur. Halbuki işin aslı böyle değildir. Bir şeyin aslı ile gölgesi karıştırılmıştır. İş bu anlatılan sâliklerin ( müridlerin ) ayaklarının kaydığı bir makamdır. Allah’ım bize hakikatleri olduğu gibi göster, oyuncak sayılan işlerle uğraşmaktan bizi uzaklaştır. Seyyid’ül-evvelin vel-ahirin hürmetine ” diyor 46

“Azizim bu hiç bilinmeyen yolda, yolcuların (müridlerin) ayağı kayacak yerler çoktur. Aman gafil olmayınız. Bu yolda yolcularını şaşırtan birkaç yanlışlığı yazıyorum.

Tasavvuf yolunda yanılmaların birisi şu: sâlik, yani yolcu makamlara yükselirken kendi makamını peygamberlerden ve büyük velilerden üstün görür. Bunun sebebi şudur: Peygamberler ve veliler yükselirken hepsinin bu seyirde ilk basamakta konak yerleri vardır. Buradan merdiven merdiven yükselir. Sâlik ilk uğrak yerleri olan bu konağı (ilk merdivene ) ayak bastığında orada onlardan kendisini üstün zanneder. Bilmez ki o büyükler bu makamdan sonsuza doğru yükseldiğinin ilk basamağıdır. İşte sâliklerin ayağının kaydığı bir yerdir.

İkinci sebep ise: Yine sâlikin seyri esnasında ( Kendi terbiyesine gelen isimde ) kendi mebde-i te-ayyünü olan isimde seyrederken zaman zaman, bu salih sanır ki kendisinden daha faziletli olan büyükler, kendisinin tavassutu ile vasıl olmuştur. Bazı yüksek derecelere kendi vesilesi ile çıkmışlardır. O kimse kendisini bu kemâlle pek faziletli görür. Hüsrana düşer. Böyle bir hallerde ayakların kaydırıldığı bir yerdir Çünkü, bu hiç bilinmeyen yolda, böyle çok güller çok açmıştır. Bir çoklarını doğru yola çekmiş, kimisini de yoldan kaydırmıştır. Babamdan işitmiştim. Delalet çukuruna düşen, doğru yoldan ayrılan, yetmişi ki fırkanın çoğu tasavvuf yoluna girmiş, yolun sonuna varmadan yanlış görüşlere aldanarak hem kendilerini ve hem de arkalarına taktıklarını saptırmışlardır. Diye buyurmuşlardır. ” 47

İmam-ı Rabbani Rahmetullahi aleyh Hazretleri şeyhlik makamının izahını yaptıktan sonra mektubun son kısmına aynen şöyle devam ediyor ve diyor ki :“Şeyhlik makamı, insanları Hak Tealaya çağırıp götürme makamıdır. Çok yüksek makamdır. (İnsanların arasında şeyh ümmeti arasında olan peygamberler gibidir. ) Hadisi şeriftir.

Her erkek gelen, olur mu merdi-meydan,

Her mülkü olanda olur mu Süleyman ?

Şeyhlik makamında, müridlerin hallerini, makamlarını ayrı ayrı inceden inceye bilmek lazımdır.Bu tarikatın büyükleri , bazı müridlerine şeyhlik makamına varmadan bir nevi şeyhlik icazeti verirler umumu manada yalnızca tarikat tÂlimini yapması için ona müsaade verirler.

Bu gibi icazeti veren şeyhe düşer ki; icazet verdiği müride izah ede ki daha bu makama yaklaşmadığını ve kendisinin henüz noksan olduğunu çok sıkı olarak anlatması lazımdır. Şeyh bu hakikatleri bildirmese hain olur. Hak katında büyük suç altına girmiş olur. Şayet şeyh açıkladığı mürid söz dinlemez şeyhliğe kalkarsa , böyle bir şeyin olması ne büyük bir musibettir. İçine düşülen ne büyük beladır.

Bunlar anlamazlar mı Allahü tealanın beğenmemesi, şeyhinin beğenmemesine bağlıdır. Şeyhten kopana ancak şeytan arkadaşlık eder.”48

Eş Şeyh Abdülaziz Debbağ Kaddesallahu Sırruh hazretlerine soruyorlar “ Şeyh huzurunda olduğu zaman müridin fazlı, füyuzatı ( aşkı feyzi ) artıyor da şeyhi yanında bulunmadığı zaman eksiliyor. Şeyhler himmeti ile müridini terbiye ettiğini iddia ederse, böyle bir müridin şeyhi gaib oldu, mesela öldü veya sefere gittiği zaman mürid nefsinde amelinde zaaf hisseder. O halde bunun hali ve himmetle terbiyesinin mânâsı ne oluyor ? Niçin böyle şeyh olmayınca müridin hali zayıflıyor ?

Eş Şeyh Abdülaziz Debbağ Kaddesallahu Hazretleri buyuruyor ki: Şeyhi Kâmilin üzerindeki kuvvet ruhundaki Allah nurudur. O, imân nuru ile müridini terbiye eder. Müridini bir halden diğer hale terakki ettirir. Eğer mürid şeyhini imân nurundan dolayı seviyorsa o zaman ister şeyh hazır olsun, ister olmasın, hatta ölmüş olsun ve isterse ölümü üzerinden bin yıl geçse de yine müridine himmet eder.- feyiz verir yetiştirir. Onun için her asırda bütün veliler Resulullah Efendimizin imân nurundan medet alır. Fayda görür ve bütün velileri Resulullah Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz terakki ettirip yetiştirir.

Şayet müridin bağlılığı şeyhine iman nurundan dolayı olmayıp ta, zatından gelirse, o zaman şeyh huzurunda olduğu zaman istifade eder, olmayınca imdat kesilir. O zaman kusur mürittedir.49

“ Kendi ölülerini yıkayan veliler. İnsanlar ölümün ilacı yoktur diyorlar. Halbuki ölüm, onun ilacı devasıdır. Bunun devası da bir Mürşidi Kamile bağlanıp Allah’ı çok zikir etmekle fenâfillah ve bekâbillah makamına eren büyük veliler, ehli divan olan velilerin çoğu öldüğü vakit kendi ölüsünü kendi yıkar. Bazen ölüyü iki kişi yıkar görürsünüz. Birisi ölünün kendisidir.” 50

Şeyh İbrahim bin Mübarek Rahmetullahi aleyh hazretleri buyuruyor ki: Şeyhim rüyama geldi ve şöyle dedi.: Şüphesiz ki benim zatım kabrimde perdelenmiş değildir. O alemin her yerindedir. Beni nerede ararsan bulursun. O kadar ki mescitte bir direğin yanında bulunsan ve benimle Allah’a tevessülde bulunsan, şüphen olmasın ki ben seninle beraberim Sonra şeyhim aleme işaret edip: İşte ben bütün bu alemlerin içindeyim, beni nerede ararsan bulursun. Sakın ha bu durumda beni Rabbin zannetme. Çünkü senin Rabbin şu alemlerin çerçevesi içinde mahsur değildir. Ben isem mahsur durumdayım. Bu yazdıklarımı ondan işittim. Evet bana rüyamda söylemiştir. Diğer şeyhlerin makamlarına göre şüphesiz ki şeyhim başlı başına bir âlemdir.”51

“ Allah’a yemin ederim ki şimdi ki zaman müridlerinin çoğu şeyhlerinin nasihatlerini tutmamakla hüsrana uğruyorlar. Ey kardeş geçmiş Meşâyih ve Ülemanın (Âlimlerin) yolunda yürü, zamanın ehline tâbi olma, yoksa helak olursun.”52

Şeyh Muhammet Sait Seyfeddin Kaddesallahu Sırruh hazretleri buyuruyor ki: Bütün velilerin makamları başlıca 2 kısma ayrılır. Birinci Kısımda Olanlar, tasarrufları baki olmayıp yok olacaktır. İkinci Kısımda Olan velilerin tasarrufu ise sonsuzdur. Çünkü Allah’u tealanın hediyeleri, lütuflarıdır. Ahirete gittikleri halde dünyada ki sağlara himmetleri ulaşır,irşâd eder. Müridine istediği gibi tasarruf eder ve hakka ulaştırır hiç kimseye muhtaç ettirmez.”53

Eş-Şeyh Hasan Hilmi Efendi Kaddesallahu Sırruh hazretleri buyuruyor ki:“ İrşâd ehlinden felekte uğrayanlara halifelerin şerlileri sebep olmuştur. Hakka gidenlerden ancak ; Mürşid-i Kâmile tam teslim olmuş ve onun yolundan ve sözünden son nefesine kadar sadık ve samimi kalanlar Hakka ulaşabilmişlerdir.

Ey ahir zaman mü’minleri çok dikkat edin. Asrımız binüçyüz (1300) senesidir. Ahir zamanda halifeler tasavvuf davalarını nefislerine alet etmelerinden dolayı, feryat ve figanından asumanda melekler bile rahatsız olacaktır. Yalandan şeyhliğe kalkan halifelerin irşâdından şeytan şeytanlığını şaşıracak ve bazen dergahlarda halifeler şeytanı irşâd eyleyecek ve tarikatın dillerde bir kuru lafı kalacaktır.”

“ Tarikatta müridi merdut ol kimsedir ki (Kovulan mürit şuna denir.) zahiri şeyh suretinde, batını şeytan suretinde olur. Feyzi Hüdâdan mahrum kalır. Ruzi mahşerde rezil olur. Feyzi şeytanidir.”

“Mürşid-i Kâmile rabıta, cemaatin imama iktidası gibidir. İktida imama ibadet Allah’a dır. Mürşid-i Nâkısa (Sahte Mürşid) rabıta beytullaha tapmak gibidir. İtikadı fesat eder. Teveccühleri şeytanidir.”

“ Hak Teâla’ya İnsan-ı Kâmilin kalbi yol olmuştur. Murad, Sâhibül Kur’an ve Muhammed Mustafadır. Mürşid-i Kâmil makamına varmadan irşâda kalkanlar, zahirde ona tâbi olan müridi (sâliki) katletmekten çok daha fenalık yapmıştır.”

“ Resulullahın tam verasatı evliya fâik-i Reis-i evliyadan olup, cismen meyyit kalben hay (diri) dir. Bedeni dünyada, kalbi ahirette, cesedi mezarda, ruhu dünyada ve bütün âlemde dolaşır, istediği tasarrufatı Allah’ın yardımı ile yaparlar. Ey aziz bu muhabbet manevi bir hârik-i âdedir ki masivallahı külliyen ihrak (yok) eylemiştir.” 54

Mürşidimiz Hacı Ömer Hüdai Baba Kaddesallahu Sırruh hazretleri de vefatından 40–45 yıl kadar sonra meydana gelen olay da konumuzu yakın zaman da olmasından dolayı çok güzel açıklamaktadır.

Hacı Ömer Hüdai Baba Kaddesallahu Sırruh Halifesi Palu’lu Muhammed babanın müridi Tayyar Baba Kaddesallahu Sırruh hazretlerin yaptığı bir konuşmasından dolayı idamla yargılanmaktadır. Tayyar Baba Kaddesallahu Sırruh ile manevi kardeşi olan kızı, kardeşi Tayyar Baba Kaddesallahu Sırruh hazretlerinin durumuna üzülür. Hacı Ömer Hüdai Baba Kaddesallahu Sırruh hazretlerinin kabrine gider Tayyar Baba Kaddesallahu Sırruh hazretlerinin düştüğü bu kötü durumudan kurtarmasını ister. Bunun üzerine bir sabah erken vakitte Hacı Ömer Hüdai Baba Kaddesallahu Sırruh kızının yanına gelir. Babasını karşısında gören kızı bağırarak “ Baba hortladın mı?” diye sorar. Hacı Ömer Hüdai Baba Kaddesallahu Sırruh hazretleri” hayır kızım Tayyar’ı kurtardık da onu haber vermek için geldim “ der. Bu sırada ev halkı bağrışmalar üzerine aşağıya inerler fakat Hacı Ömer Hüdai Baba Kaddesallahu Sırruh hazretleri gözden kaybolmuştur. 55

Buraya kadar ki velilerden aktardığımız hususlarda daha bir çok kaynak vardır. Fakat bu kadarı yeterlidir. Bu yazdıklarımıza inanmayarak hâla aynı söylemleri devem ettiren arkadaşlarımıza son olarak Hayri baba hazretlerinin vasiyetnamesinde bulunan şu cümlelerin yetmesini dilerim.” Vefatımızdan sonra gerek bizi görenler gerekse görmeyenler bize rabıta edeceklerdir. Ve bizden istimdat isteyeceklerdir. Başka şeyhlere ve meşayıhlara gitmeyeceklerdir. Allah Celle Celaluhü hazretleri her veli kuluna bir meziyet ihsan buyurmuştur bu fakir Hayri’sine de kıyamete kadar tasarruf yetkisi vermiştir bu hususta gücü yetenler Resulullah Sallallahu aleyhi vesellem efendimize sorsunlar gücü yetmeyenlerde istihare yapsınlar” buyurmuşlardır.

Şeyhimiz Hayri Baba Kaddesallahu Sırruh Hazretleri hayatta iken de ahirete intikâl eden mürşidi kamillerin tasarrufları devamı hakkında bazı olaylar cereyan etmiştir. Bunlardan ilki

Ankara’dan 1976 yılında Hacı Mustafa Hayri Baba Kaddesallahu Sırruh Hazretleri ile bir otobüsle Polatlı’nın Macun Köyüne gider. Bir müridesine misafir olur. Bu köyde eskiden ders almış 20-30 kişi daha vardır. Bunlara da ders vermek ister. Onlar,

— Bizim dersimiz var dediler.

— Şeyhiniz kimdir? diye sordu. Onlarda

— Albay Sait Efendidir. Yirmi-yirmi beş yıl oldu vefat etti dediler.

Hayri Baba Hazretleri tekrar sorar.

— Siz kime rabıta yapıyorsunuz?

– Albay Sait Efendiye rabıta yapıyoruz.

– Feyiz alıyor musunuz?

– Evet. Feyiz alıyoruz dediler.

ve Hacı Mustafa Hayri Baba Kaddesallahu Sırruh Hazretleri bize dönerek aynen şöyle söylediler. “ İşte evlatlar sadık mürit buna denir. Barekallah devam edin.” der.

1976 yılında Hacı Mustafa Hayri Öğüt Hazretlerinin umre haccı dönüşünde,bir ihvanın evine misafir olur.. Bu arkadaşın annesi Pilavoğlu’nun müridi imiş ısrar eder. “Hacı Mustafa Hayri Baba Kaddesallahu Sırruh Hazretlerine söyleyelim de annemde ders tarif etsin. Zaten Pilavoğlu öldü.” Der. Durum Hacı Mustafa Hayri Baba Kaddesallahu Sırruh Hazretlerine anlatılır. Asla kabul etmez ve şöyle söyler: “ Tutan fidanı yerinden sökmek olmaz.Ölen şeyh Mürşid-i Kâmil olursa tasarrufu azalmaz belki artar.” Der. 56

RABITA İLE İLGİLİ SORULAR

SORU: Hazreti Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Efendimize veya Cenabı Hakk Celle Celaluhü Hazretleri’nin veli kullarından birine rabıta yapılırken, bu rabıta ve tahayyül onların şahıslarına, şemail-i şerife ve bedeni suretlerine mi yapılacak? Yoksa yüce ruhaniyetlerine mi yönelik olacak?

CEVAP: Her ikisi de caizdir. Eğer rabıta eden kimse, onların şemail ve suretlerini hayalinde tutabiliyor, onların tavır ve kıyafetlerini zihninde muhafaza edebiliyorsa bedeni yapılarına, aksi halde yalnızca ruhaniyetlerine yönelerek rabıta yapması yeterlidir. Her ikisinde de asıl olan, müridin davranışlarında kendinden çok iyi olan birini benimsemesi ve ona benzemeye çalışmasıdır. Kalbi Hazreti Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Efendimize büyük bir sevgi ile bağlandıktan sonra, bedeni yapısını ve suretini imkânlar ölçüsünde karşımızdaymış gibi tahayyül etmek kâfidir. Böyle bir irtibat ve manevi alaka, Hazreti Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz ile mürid arasında ruhani bir yakınlık meydana getirir. Böylece manen kabiliyeti olan salikin hali ve makamı yükselir. Öyle ki, Hazreti Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz ’in ruhani yapısı, onun tavır ve davranışlarında tezahür etmeye başlar. Böylece rabıtadan arzulanan neticede elde edilmiş olur. Bunu yapabilme gücüne sahip olmayan bir mürid için, Hazreti Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz ’in manen ve ahlaken mirasçısı durumunda bulanan Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nde ve Resulûllah Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz ’de fani olan bir mürşide intisabı gerekir ki şeyhi sohbetleri, söz ve davranışları vasıtasıyla Resulûllah Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz ’de ve Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nde fani olmaya, kendi istek ve arzuları ile değil, Allah Celle Celaluhü hazretleri ve Resulü Hazreti Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin emir ve yasakları istikametinde hareket etmeye yönelebilsin.

Eğer yaşayan bir mürşid bulma imkanı yoksa o taktirde, söz ve davranışlarını daha rahat anlayabileceği Abdûlkâdir Geylânî Kaddesallahu Sırruh Hazretleri, Şah-ı Nakş-bendi Kaddesallahu Sırruh Hazretleri, Mevlana Celaleddin-i Rumi Kaddesallahu Sırruh Hazretleri gibi meşhur meşayihden birinin ruhaniyetine teveccüh etmelidir. Bunu öncelikle yapmak daha iyidir. Müridin vasıtasız olarak Resulûllah Sallallahu aleyhi vesellem Efendimize yönelmesi, tavır ve davranışlarına Sünneti-i Seniyesiyle yön vermesi de mümkündür.57

SORU: “Peygamberlerin ve Evliya-i Kiram’ın isimlerini, özelliklerini ve ahlaki davranışlarını hatırlayıp, anınız. Onların hayat hikâyelerini birbirinize sıkça anlatınız. Söz ve davranışlarınızda onlara uyunuz. Onların güzel hasletlerini kıyamete kadar aranızda yaşatınız şeklinde ayet ve hadislerde teşvik edici açık hükümler var mıdır?”

CEVAP: Vardır. Ve bunların hepside güzel ve en faziletli kulluk görevlerinden biridir. Nitekim Cenabı Hakk Celle Celaluhü Hazretleri: “Peygamberlerin haberlerinden onunla kalbini (tatmin ve) tespit edeceğimiz her çeşidini sana kıssa olarak anlatıyoruz. Bunda (bu sure ile) de sana ve müminlere bir öğüt ve muhtıra gelmiştir.” Hud. Suresi 120’nci Ayet-i Kerime’sinde buna işaret etmektedir. Aynı şekilde Sad Suresi45’inci ayetinde: “İbadette kuvvet, dinde basiret sahibi olan kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub’u da.”

Bu ayetlerde, Hazreti Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem ümmetinin dilinde sonsuza dek anılacak olan Peygamberlerin güzel hasletlerini ve onların şerefli hallerini hatırlamaya ve anmaya teşvik vardır. “At ölür meydan kalır, yiğit ölür şan kalır.” atasözü de bu manayı doğrulamaktadır.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Her hangi bir şahsın şekil ve suretinin iki kaş ortasında, iki göz arasında, kalb gözlerinde veya hayal hazinesinde tasavvur edilerek canlandırılması mı, düşünce merkezinde saklanması mı gerektiği ihtilaflıdır. Böyle bir tahayyül aşırı sevgi, şiddetli kin ve düşmanlığın fazlalığından kaynaklanabilir. Bu sebeplerden birine bağlı olarak meydana gelen tasavvur, her insanda değişik şekilde tezahür edebilir.

Yine kalbine düşmanını getirdiğin ve onun suretini göz önünde canlandırdığın zaman boydan boya terler, ona karşı büyük bir kin ve hırs duymaya başlarsın. Kötü ve karanlık yöne olan rabıta nasıl olur, düşünün. İlahi feyiz ve bereketlerin kaynağı olan Enbiya ve Evliyaya rabıta etmenin şirk ve haram olduğuna hükmetmek konusunda nasıl Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nden korkmazsın? Allah Celle Celaluhü Hazretleri bize yeter ve O ne güzel, yardımcıdır.

1. İhya-u Ulumiddin

2. İbrahim Fasih Efendi’nin “Rabıta Risalesi”nden

3. Sahih-i Buhari (Müslim)

4. Sahih-i Buhari’nin dua bölümü

5. Avarifül-Maafir li’s-Sühreverdi

6. Molla Cami Hadimi Risalesi

7. Ruhul Beyan

8. Milli Gazete 18.07.1995 tarihli sayısındaki yazı dizisi

9. Müzekkin Nufus sayfa 542

10. Askalani el-metalibül aliyye 3/193

11. Milli Gazete 18.07.1995 tarihli sayısındaki yazı dizisi

12. Büyük Mutasavvıf Abdûlkâdir Geylânî Hayatı” Sayfa 43–44

13. Gaybın Dili sayfa 43–44

14. Allah’ı Niçin Anıyoruz sayfa 223

15. Allah’ı Niçin Anıyoruz sayfa 256

16. Allah’ı Niçin Anıyoruz sayfa 279

17. Allah’ı Niçin Anıyoruz sayfa 399

18. Allah’ı Niçin Anıyoruz sayfa 400

19. Allah’ı Niçin Anıyoruz sayfa 402

20. Allah’ı Niçin Anıyoruz sayfa 403

21. Allah’ı Niçin Anıyoruz sayfa 403

22. Allah’ı Niçin Anıyoruz sayfa 403

23. Cevherden Gerdanlıklar sayfa 330

24. Cevherden Gerdanlıklar sayfa 331

25. Müzekkin Nüfus sayfa 435

26. Fuyuzat-ı rabbani sayfa 15

27. Miftahul Kulub sayfa 29–30

28. Miftahul Kulub sayfa 64–65

29. Miftahul Kulub sayfa 69–70

30. Adab sayfa 190

31. Adab sayfa 224

32. Adab sayfa 217

33. Kıyamet ve Ahiret sayfa 289

34. Müzekkin Nüfus sayfa 424–426

35. Müzekkin Nüfus sayfa 540–542

36. Müzekkin Nüfus sayfa 412

37. Rabıta-ı Şerif sayfa 17–19

38. Kuddusi Divanı sayfa 493

39. Kuddusi Divanı sayfa 897

40. Kuddusi Divanı sayfa 925

41. Kuddusi Divanı sayfa 690

42. Veliler ve Tarikatlarda Usul sayfa 49–51

43. Tasavvufi Ahlâk sayfa 259

44. Tasavvufi Ahlâk sayfa 272

45. Tasavvufi Ahlâk sayfa273

46. Mektubat -208’inci Mektup

47. Mektubat -220’nci Mektup

48. Mektubat -224’üncü Mektup

49. El-İbriz Sayfa 110–111

50. El-İbriz Sayfa 230–231

51. El-İbriz Sayfa 219

52. Allahı Niçin Anıyoruz? Sayfa 168–169

53. İhsan Yolları sayfa 51

54. Miftah’ül Arifin sayfa 34–39–45–57–47

55. Hacı Ömer Hüdai Baba Kaddesallahu sırruh hazretlerinin torunu ile yapılan mülakattan alınmıştır.(2000 yılı)

56. Müritleri ile yapılan Mülakatlardan hazırlanmıştır.(2004–2007 yılları arasında)

57. İbrahim Fasih Efendi’nin “Rabıta Risalesi”nden

TEVESSÜL

Kulu, yaratılışındaki esas gâye ve maksada ulaştıran her türlü yol ve vâsıta bir vesîledir. Allâh’a yaklaşmak için bu vesîlelere sarılmaya da tevessül tâbir olunmuştur. Daha husûsî mânâda ise, duânın kabulüne sebep olacağı ümidiyle başta esmâ-i hüsnâ, Kur’ân-ı Kerîm, sâlih ameller, peygamberler ve sâlih zâtlar vesîle kılınarak Allâh’tan bir şey istemek, arzu edilen bir şeyin elde edilmesi veya arzu edilmeyen bir şeyin def edilmesi için O’na duâ ve ilticâda bulunmak demektir.

Mâide Sûresi’nin 35. âyet-i kerîmesinde:”Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve O’na yaklaşmak için vesîle (sebep) arayın!..” buyrulmaktadır.

Âyet-i kerîmede “vesîle” kelimesi, mutlak olarak, yâni hiçbir tahdid olmadan zikredilmiştir. Bu itibarla Allah’a yaklaşmak için aranması gereken vesîleden maksat; namaz, oruç, cihâd ve benzeri Sâlih amellerdir. Bazı müfessirler ise bu sayılanların yanısıra, Hazret-i Peygamber -Sallallahu aleyhi ve selem efendimiz’in ahlâkı ile ahlâklanmak gâyesiyle bir mürşid-i kâmilin terbiyesine girmenin de bir “vesîle” olduğunu ifâde etmişlerdir.

Âlimler ve sâlihlerin, kulu Rabbinin yoluna tevcîh etmeleri, ruhbanlık mâhiyetinde bir faâliyet değildir. O, bir irşâd ve ikâzdır. Yürünecek yollarda yolculara rehberlik etmekten ibârettir. Buna mukâbil Hıristiyanlıkta ruhbanlık vardır. Onlara göre ruhban, Allâh ile kul arasında zarûrî bir vasıta durumundadır. İslâm ise bunu reddeder. Yâni Allâh ile kul arasında bir üçüncü şahıs tasavvur olunamaz. Kul, Rabbine şahsen ve doğrudan her an yönelebilir ve O’na ibâdet edebilir.

Hâl böyleyken ruhbanlıkta olduğu gibi mürşidlerin, mâneviyat yolunda ilerleyen mürîd ile Allâh arasına girdikleri farz olunarak, onların gördüğü bu vazîfeye karşı bâzı îtirazlar vâkî olagelmiştir. Hâlbuki ruhbanlık bir kimsenin râhib mevcûd olmaksızın, Cenâb-ı Hakk’a kullukta bulunamamasıdır. Bu, tahrif edilmiş Hristiyanlıkta mevcûddur. Ulemâ ve meşâyıhın icrâ ettikleri vazîfe, râhiplerinkiyle aslâ kıyaslanamaz.

Bu husustaki tenkidler, tevessülün lügat mânâsını ön plana çıkarmaktan doğan yersiz ve yakışıksız sözlerdir. Böyleleri tevessülün hakîkî mâhiyetini gözardı ederler. Bu tip îtirazlar daha ziyâde gerçek mürşid-i kâmillerin hâllerine vâkıf olamayan, tasavvufî muhitlerin dışındaki insanlar arasından çıkmaktadır. Böyle düşünülmesine bâzen de tasavvufî metodları lâyıkıyla hazmedememiş olan bir kısım müntesiplerin hareketlerindeki yanlışlıklar sebep olmaktadır. Ancak bunu da haklı saymak imkânsızdır. Çünkü bir dâvâya mensûp olan kişinin acziyet, kifâyetsizlik ve bâzen de kötü niyeti sebebiyle, o dâvâya îtiraz etmek nasıl doğru değilse, bu meselede de şahısların kusurunu dâvâlarına izâfe etmek doğru değildir. Böyle şahsî kusûrları onların temsîl etmek iddiâsında bulundukları yüce değerlere atfetmek, mantıken de doğru olamaz. Nitekim bugün aklı başında hiç kimse, müslümanların kusurlarından İslâm’ı mes’ul tutamaz.

Yukarıda da îzâh etmiş olduğumuz üzere hakîkî mürşidler, gerçekte ulemânın, zâhirî ilimlerin tâliminde yaptığı rehberliğe benzer bir vazîfeyi, mâneviyat yollarında îfâ ederler. Bu, kul ile Allâh arasına girmek değil, insanları mürşid-i kâmilin tecrübe ve dirâyetine istinâden Allâh’a giden yolda îkâz ve irşâd edip onları muhâtaralardan kurtarmak ve yollarını selâmetle kat edebilmelerini sağlamak gayretinden ibârettir. Nasıl ki, bir yolculuk esnâsındaki bineğimiz gâye değil vâsıta ise, bir mürşid-i kâmil de, mürîde kalbî eğitimi tâlîm edip onun iç dünyâsını Allâh ve Rasûlü’nün ahlâkı ile tezyîn eden bir muallim demektir. Hattâ bâzı mürîdler -nasîb ve istîdâdları varsa- sür’atle terakkî ederek, bidâyette kendisine yol gösterip önünde ufuklar açan mürşidini, nihâyette geride bırakabilir. Zâhirî bir kıyaslamaya göre Şems-i Tebrizî ile Hazret-i Mevlânâ misâlinde olduğu gibi. 1

Yâni mürşid-i kâmiller bütün ehemmiyet ve kıymetine rağmen aslâ gâye değil, ancak bir vâsıta hükmündedirler.

Gerçekten tevessül, bir mânâda, olgun ve tecrübeli bir mümin demek olan mürşid-i kâmili rehber edinerek, ayakların kayması kuvvetle muhtemel bulunan ince yollardan sâlimen geçmek için onların rehberliğine mürâcaat edip irşâd ve feyizlerinden istifâdeye çalışmaktır. Diğer bir mânâsıyla da tevessül, merâmını Cenâb-ı Hakk’ın sevdikleri hürmetine O’na arz ederek duâya makbûliyet kazandırma gayretidir. Yoksa Hak Teâlâ’nın sâlih kullarına kudsiyyet atfetmek değildir.

İmâm Mâlik -rahmetullâhi aleyh-:

“Dileklerinizde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘i vesîle edininiz!..” buyurur.

İmâm Cezerî -kuddise sirruh- da:

“Duâlarınızın kabulü için peygamberler ve sâlih kişileri vesîle ittihâz ediniz!..” buyurmaktadır.

Sahâbe-i kirâmdan Osman bin Huneyf -radıyallâhu anh-‘ın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf şöyledir:

Bir âmâ Rasûlullâh -Sallallahu aleyhi ve selem efendimiz’e gelerek:

“- Yâ Râsûlallâh! Allâh’a yalvar da gözümdeki hastalığı gidersin! Gözümün kör olması bana çok zor geliyor!..” dedi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“- Dilersen sabret, bu senin için daha hayırlıdır.” buyurdu.

Âmâ ise:

“- Yâ Rasûlallâh! Beni elimden tutup götürecek kimsem yok. Bu hâl bana çok meşakkat veriyor. Lütfen gözlerimin açılması için duâ ediniz!” deyince Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“- Git abdest al! Sonra iki rek’at namaz kıl! Ardından da şöyle duâ et:

“Allâh’ım! Rahmet peygamberi olan Nebin Muhammed’le (O’nun hürmetine) Sen’in zâtından diliyor ve Sana yöneliyorum… Yâ Muhammed! İhtiyâcımın verilmesi için seninle Rabbime yöneliyorum!.. Allâh’ım! O’nu bana, şefaatçı kıl!..”2

Hâkim’in rivâyetinde, ayrıca âmânın gözü görür bir hâlde ayağa kalktığı ziyâdesi de bulunmaktadır.3

Öte yandan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in de kendi duâlarında çoğu zaman:

“Peygamberinin ve benden evvelki peygamberler hakkı için (dileğimi kabul eyle!)” cümlesini zikrettiği rivâyet edilmiştir.4

Diğer bir hadîs-i şerîflerinde Habîb-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Âdem -aleyhisselâm- cennetten çıkarılmasına sebep olan zelleyi işlediğinde, hatâsını anlayıp:

“- Yâ Rabbî! Muhammed hakkı için Sen’den beni bağışlamanı istiyorum.” dedi. Allâh Teâlâ:

“- Ey Âdem! Henüz yaratmadığım 1 hâlde Muhammed’i sen nereden bildin?” buyurdu.

Âdem -aleyhisselâm-:

– Yâ Rabbî! Sen beni yaratıp bana rûhundan üflediğinde başımı kaldırdım, arşın sütunları üzerinde “Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedü’r-Rasûlullâh” cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki Sen, zâtının ismine ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edersin!” dedi.

Bunun üzerine Allâh Teâlâ:

“- Doğru söyledin ey Âdem! Hakîkaten o, bana göre mahlûkâtın en sevimlisidir. Onun hakkı için bana duâ et. (Mâdem ki duâ ettin), Ben de seni bağışladım. Şâyet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım!” buyurdu.”5

Diğer taraftan İslâmî an’anede duâ, hamdele ve salveleyle başlayıp yine onlarla nihâyete erdirilir. Salvele, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- hakkında Cenâb-ı Hakk’a bir duâ ve niyâzdır. Peygamberimiz için yapılan duânın (salavâtın) reddedilmeyip kabul edileceği yolunda bir inanış ve kanaat mevcuddur. Duâlarımızın başını ve sonunu salât ü selâm ile süslemek de bu gerçekten kaynaklanmaktadır. Böylece iki makbûl ve kabulü muhakkak olan duânın arasına kendi duâlarımızı sıkıştırmak, onların da kabulünü sağlamak düşüncesiyledir.

Nitekim, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, namazdan sonra Allâh’a hamdetmeden ve O’nun peygamberine salât ü selâm getirmeden duâ eden bir kimse gördü. Bunun üzerine:

“Bu adam acele etti.” buyurdu. Sonra o adamı yanına çağırdı ve şöyle buyurdu:

“Biriniz duâ edeceği zaman önce Allâh Teâlâ’ya hamd ü senâ etsin, sonra Peygamber’e salât ü selâm getirsin. Daha sonra da dilediği şekilde duâ etsin.”6

Kulun duâsında merâmını, başta peygamberler ve onların vârisi durumundaki evliyâullâh ile Hak katında yüksek mevkîleri bulunan sâlihlerin Cenâb-ı Hak nazarındaki hatırı hürmetine istemesi, Allâh Teâlâ’nın sevdiklerini vesîle kılarak bu duygularla yalvarıp ilticâda bulunması da merhamet-i ilâhiyyeyi celbedip duânın müstecâb olmasındaki mühim müessirlerden biridir. Ancak duâ, yalnız Allâh Teâlâ’yadır. Bu yüzden duâda Allâh’ın sevdiklerini vesîle kılarken onların şahsından değil; yalnız Allâh Teâlâ’dan istemelidir. Duâda Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği zâtları zikretmek, sâdece Allâh’a yapılan duânın kabulüne sebep olması için mürâcaat edilen bir usûldür.

Ayrıca, fazîlet sâhibi sâlih zâtlarla tevessül de, hakîkatte onların sâlih amelleri ve üstün meziyetleriyle tevessül etmek demektir. Çünkü onların Hak katındaki yüksek mertebe ve yüce kıymetleri bu salih amelleri sebebiyledir.

Bu itibarla Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bile, Allâh’tan zafer ve yardım taleb ederken muhâcirlerin fakîrleri vesîlesiyle niyâzda bulunur 7 ve şöyle buyururdu:

“Bana zayıfları çağırınız. Çünkü siz ancak zayıflarınız(ın duâ ve bereketi) ile rızıklandırılır ve yardım edilirsiniz.”8

Zîrâ toplum nezdinde îtibâra medâr olacak bir makâm ve varlıkları olmayan, boynu bükük, kalbi kırık fakat kanaat ve takdîre rızâ ile gönlü zengin olan bu sâlih insanların tevessülüyle yapılacak duânın kabule daha lâyık olduğu muhakkaktır.

Kırık ve mahzun kalbleri vesîle edinerek rızâ-yı ilâhîye vâsıl olabilmek sadedinde Mâlik bin Dinar’ın şu rivâyeti oldukça mânidârdır:

“Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a bir ilticâsında:

“- Yâ Rab! Seni nerede arayayım!” dedi.

Allâh Teâlâ buyurdu ki:

“- Beni, kalbi kırıkların yanında ara.”9

Enes -radıyallâhu anh-‘tan rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, devr-i hilâfetinde vâkî olan kuraklıkta, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in amcası Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh-‘ı yanına almış ve yağmur yağması için Cenâb-ı Hakk’a O’nu vesîle ittihâz ederek:

“Allâh’ım! Peygamberimiz ile Sana tevessül ederdik de bize yağmur verirdin. (Şimdi ise) Peygamberimiz’in amcası ile Sana tevessül ediyoruz. Bize yağmur ver!” derdi. Bunun üzerine yağmur yağar ve halk suya kavuşmuş olurdu. 10

Bir başka rivâyete göre Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“- Allâh’ım! Bulut da, su da Sen’in katındandır. Bulutu gönder ve bize yağmur indir.” diyerek tevâzû ve gözyaşları içerisinde uzun ve duygu yüklü bir duâ ile yalvarmıştır. Bu duânın ardından rahmet bulutları gökyüzünde hevenk hevenk kümelenmiş ve bereketli yağmurlara nâil olmuşlardır. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu ilâhî ikrâm üzerine:

“Ey insanlar! Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir çocuğun babasını sevdiği gibi amcası Abbas’ı sever, ona hürmet gösterir ve onun yeminini kendi yemini sayardı. Ey insanlar! Amcası Abbas hakkında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in gösterdiği bu saygı ve hürmete siz de riâyet edin! Onu, başınıza gelen her türlü musîbette Allâh’a (duâlarınızda) vesîle edinin!” 11buyurmuştur.

İbn-i Abdi’l-Berr’e göre şu rivâyet de bu hususta aydınlatıcı bir mâhiyet arz etmektedir:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- istiskâda bulunmak üzere Abbas’ı da yanına alarak (musallâya) çıktı ve şöyle duâ etti:

“Allâh’ım! Biz Peygamberimiz’in amcası ile Sana yaklaşıyor (takarrub) ve onun şefaatçi olmasını diliyoruz (istişfa’). Peygamberin için onu gözet! Nitekim Sen, ana-babasının iyilik ve salâhı yüzünden iki (yetim) çocuğu gözetmiştin.12 Biz istiğfar ederek ve şefaat dileyerek Sana geldik!”

Sonra Hazret-i Ömer -Radıyallahu anh-, insanlara yönelerek Nûh Suresi 10-12’nci âyet-i kerîmeleri tilâvet buyurdu:

“Rabbinizden mağfiret dileyin! Çünkü o çok bağışlayıcıdır. (Mağfiret dileyin ki) üzerinize bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsân etsin, sizin için ırmaklar akıtsın!”

Sonra da Abbas -radıyallâhu anh- ayağa kalkarak duâ etti. Hazret-i Abbas’ın gözleri pınar gibi yaş akıtıyordu. (Bu vesîleyle Allâh’ın yağmur ihsân etmesinden sonra) halk:

“- Seni tebrîk ediyoruz, ey Harameyn sâkîsi!” diyerek Abbas’a dokunmaya başladı.13

Bu hâdise, sahâbenin bir başka sahâbeyle tevessülünü gösteren apaçık bir delildir. Ancak bu hâl, bâzılarınca tevessülün yalnız sâlih kimselerin hayatta oldukları zaman için mümkün olduğu, vefâtlarından sonra ise kendileriyle tevessülde bulunulamayacağı şeklinde iddiâlara mevzu olmuştur. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile tevessülü yalnızca vefâtlarından öncesine tahsîs etmek, hakîkati yansıtmayan indî bir görüştür. Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-‘ın; “Yâ Rabbî! Biz sana peygamberimiz ile tevessül ederdik.” şeklindeki ilticâsı, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yalnız vefatlarından öncesine değil, vefatlarından sonrasına da şâmildir. Zâten Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh- ile tevessülleri de onun -başka bir kimsenin değil- Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in amcası olması sebebiyledir. Yâni onun Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bir yakını olması dolayısıyla tevessülün nisbet edildiği makâm, vefât etmiş de olsa yine bizzat Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz olmaktadır. Bunun gibi evliyâullâhın büyüklerinin bâzıları hakkında da ölümden sonraki tevessül imkân ve îcâbı vâkîdir. 14

Bunun en açık misâllerinden biri şudur:

Âlimler ve ihtiyaç sâhipleri, selef-i sâlihînin büyüklerinden İmâm-ı Âzam’ın kabrini ziyârette bulunurlar ve onunla tevessül ederek faydasını görürlerdi. Nitekim bunlardan biri olan İmâm Şâfiî Hazretleri şöyle anlatır:

“Bir ihtiyacım olduğu zaman iki rekat namaz kılardım. Sonra Ebû Hanîfe’nin mezarına gider ve orada Allâh’a duâ ederdim. Onun bereketiyle ihtiyâcım derhal karşılanırdı.” 15

Öte yandan, sâlih ameller de müşkillerden kurtuluşa bir vesîledir. Hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, geçmiş ümmetlerden yolculuğa çıkan üç arkadaşın hâlini şöyle bildirir:

“Yolculuk esnâsında yağmura yakalanan üç arkadaş geceyi geçirmek için bir mağaraya girer. Derken dağdan bir kaya parçası düşer ve mağaranın girişini kapatır. Bunun üzerine onlar:

“Sâlih amellerimizle Allâh’a duâ etmekten başka çâremiz yoktur; bizi buradan Allâh’tan başka hiçbir şey kurtaramaz.” derler.

Onlardan birisi, ana babasına olan itaatini vesîle kılar. Kaya biraz yerinden oynar fakat mağaradan çıkılacak gibi değildir. İkincisi, Allâh korkusunu, hayâ ve iffetini vesîle kılar. Kaya biraz daha aralanır ama yine çıkılacak gibi değildir. Üçüncüsü de, kul hakkına olan riâyetini vesîle kılarak Allâh’a yalvarır. Bunun üzerine kaya mağaranın ağzından tamâmen kayar ve dışarı çıkarlar.” 16

Duânın makbûliyyetine ve müstecâb olmasına vesîle olan diğer bir müessir de esmâ-yı ilâhiyyedir.

Esmâ-yı ilâhiyyenin çokça zikredilmesi sûretiyle de Cenâb-ı Hakk’a bir kısım taleplerin kabulü yolunda ilticâda bulunmak da çok yaygın bir tevessül yoludur.

Âyet-i kerîmede:

“En güzel isimler (esmâ-i hüsnâ) Allâh’a âittir. O hâlde bu isimlerle O’na duâ edin!” (el-A’raf, 180) buyurulur.

Nitekim Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in şöyle duâ ettiklerini bildirir:

“Allâh’ım! Ben senin tâhir, tayyib, mübârek ve sana en sevimli olan isminle (o ismin hürmetine) Sen’den diliyorum. O isim ki, onunla sana duâ edildiğinde icâbet edersin, Sen’den istendiği zaman verirsin, Sen’den merhamet taleb edildiğinde rahmet edersin ve sıkıntıdan kurtulmak için onunla Sen’den yardım dilendiği zaman çıkış yolu ve genişlik verirsin.”

Bu hadîs-i şerîfin devâmında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-‘ya:

“- Yâ Âişe! Hangi ismiyle duâ edildiğinde, Allâh Teâlâ’nın, o duâyı kabul edeceğini bana öğrettiğini biliyor muydun?” diye sormuş, Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:

“- Anam, babam sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Onu bana öğretiniz!” deyince de; -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“- O isim sana öğretilmemeli yâ Âişe!” buyurmuşlardır. Bunun üzerine Hazret-i Âişe vâlidemiz oradan uzaklaşıp bir müddet oturmuş ve sonra gelip Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in başını öperek:

“- Yâ Rasûlallâh! Lütfen onu bana öğretiniz.” demiş; Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise tekrar:

“- O ismi sana öğretmemeliyim yâ Âişe! Çünkü o isimle senin dünyâlık bir şey istemen (hiç de) uygun düşmez!” buyurmuşlardır. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- sonrasını şöyle anlatıyor:

Bunun üzerine ben de kalkıp abdest aldım ve iki rekat namaz kıldıktan sonra Cenâb-ı Hakk’a şöyle yalvardım:

“- Yâ Rabbî! Ben Sen’i “Allâh” diye çağırıyor, duâ ediyorum. “er-Rahmân”, “el-Berr” ve “er-Rahîm” diye çağırıyorum. Bildiğim ve bilmediğim bütün esmâ-i hüsnâ ile Sen’i çağırıyorum. Beni bağışlaman ve bana merhamet etmen için sana duâ ediyorum!”

Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz sözlerine devâmla diyorlar ki:

Ben bunları söyleyince Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi vesellem- güldü ve şöyle buyurdu:

“- Şüphesiz o isim, senin duâda bulunduğun isimler içindedir!”17

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- da şöyle bir hadîs-i şerîf rivâyet eder:

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir adamı:

“- Allâh’ım! Ben, “Hamd sana mahsustur. Senden başka ilâh yoktur. Sen ortağı olmayan teksin. Sen bol nîmet verensin (Mennân). Gökleri ve yeri yaratansın (Bedî’). Sen celâl ve ikram sâhibisin!” diyerek Sen’den istiyorum!” şeklinde duâ ederken işitti. Bunun üzerine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“- Vallâhi bu adam, Allâh’ın ism-i âzamı ile istedi. O isim ki, Allâh Teâlâ, onunla istendiğinde verir ve onunla duâ edildiğinde icâbet eder.”18 buyurdu.

Bu ve benzeri hadîs-i şeriflerden anlaşılacağı üzere, esmâ-i hüsnâ ile tevessül etmek de, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünnet-i seniyyesindendir.

Bâzı âlimler, genelde tasavvufî ıstılahlar olarak zikredilen “tevessül, istiâne, istigâse, istişfâ, teşeffu’, teveccüh ve teberrük” lafızları arasında muhtevâ bakımından bir fark olmadığını söylemişlerdir. 19

Yardım istemek mânâsına gelen bu kelimeler, tasarruf salâhiyetine sâhib Hak dostlarından gerek huzurlarında ve gerek de gıyablarında himmet taleb etmeyi ifâde eder. “Himmet talebetmek” mânen üst derecede olduğuna inanılan sâlih zâtlardan, maksûda vâsıl olma yolunda vesîle olmalarını istemektir. Bu ise, onların duâ, teveccüh, yakın ilgi ve alâkaları ile gerçekleşir.

Himmet kelimesi, ekseriyetle Allâh’ın velî kullarının yardımı hakkında kullanılır. Allâh’ın yardımından ise, “nusret” ve “tevfîk” gibi kelimelerle bahsedilir.

Esâsen, yardım edecek olan yalnız Allâh Teâlâ’dır. O’na yapılan duâlarda vesîlelere tevessül etmeyi, sanki Allâh’tan başkasından yardım talep etmek şeklinde telakkî etmek, muvâfık değildir. Zîrâ, tevessülde kendisine yönelinen zât, ancak Hak Teâlâ’dır.

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“… Yardım (nusret), sâdece ve sâdece Allâh katındandır…” (el-Enfâl, 10)

“Allâh size yardım ederse, artık sizi yenecek yoktur. Sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? Artık müminler ancak Allâh’a güvenip dayansınlar.” (Âl-i İmrân, 160)

Abdullâh ibn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- anlatır:

Bir gün, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi vesellem-‘in terkisinde bulunuyordum. Bana:

“Evlâdım! Sana birkaç söz belleteyim. Allâh’ı (yâni O’nun emir ve nehiylerini) gözet ki Allâh da seni gözetip korusun. Allâh’ı(n rızâsını) her işte önde tut ki, Allâh’ı önünde bulasın. Bir şey isteyeceksen Allâh’tan iste. Yardım dileyeceksen Allâh’tan dile! Ve bil ki bütün insanlar toplanıp sana fayda temin etmeye çalışsalar, ancak Allâh’ın senin için takdîr ettiği faydayı temin edebilirler. Yine eğer bütün insanlar, sana zarar vermeye kalksalar, ancak Allâh’ın senin hakkında takdîr ettiği zararı verebilirler…”20

Bu hakîkati bütün müminler böylece kabul ettikleri gibi namazların her rekatında tilâvet edilen Fâtiha Sûresi’ndeki:

“(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız Sen’den yardım dileriz.” âyet-i kerîmesiyle de bu gerçeği ikrar hâlindedirler.

Nitekim Bedir Harbinde düşmana karşı yaşanan ilâhî yardım üzerine Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede Rasûlü -sallâllâhualeyhi ve sellem-‘e:

“Attığın zaman sen atmadın fakat Allâh attı…” (el-Enfal, 17) buyurmuştur. Yâni yaşanılan her türlü mânevî yardım ve lutuflarda gerçek ve mutlak fâil, yalnız Allâh Teâlâ’dır.

Bâzı müminlerin -hiçbir şirk ve küfür kasdı taşımaksızın- Allâh’a yakınlaşma arzusuyla yaptıkları hâlisâne duâlarında, sâlihlerin mânevî yardımlarını ummaları, onların yâd edilmesiyle inmesi ümid edilen rahmetten bir teberrük mâhiyeti taşır. Bu, bir tür mânevî iklîmin, feyiz ve bereketin hâsıl olması içindir. Her şey, ancak ve ancak Allâh’ın dilemesiyle olur. Zâten kendisi vesîlesiyle istiğâse edilen zât, mutlak fâil değildir ve hakîkatte yardım eden sâdece Allâh Teâlâ’dır.

Bâzı kimselerin, sâlihlerin gıyablarında veya kabirlerini ziyâret esnâsında; “Ey filân zât! Bana şifâ ver! Benim şu ihtiyâcımı gider!” gibi sözlerle doğrudan doğruya kendilerinden talepte bulunmaları, son derece yanlış ve şirke kapı aralayabilecek olan istigâse cümlesindendir. Şüphesiz bu tür istigâseler için birtakım te’viller yapılabilirse de, gâyet hassas olan tevhîd akîdesinin özünü zedeleyebilecek bu ve benzeri câhilâne hareketlerden şiddetle sakınılmalıdır. Müşkillerin bertaraf edilmesinde, kâinâtın sevk ve idâresinde, Allâh’tan gayrısının mutlak tasarrufunun bulunabileceği intibâını veren bu nevî ifâdeler, aslâ kullanılmamalıdır. 21

1-Bkz. Buhârî, Cihâd, 76; Taberânî, Mûcemu’l-Kebîr, I, 292

2- (Tirmizî, Deavât, 118; Ahmed b.Hanbel, Müsned, IV. 138)

3-(Hâkim, Müstedrek, I, 707-708)

4-(Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 257)

5- (Hâkim, Müstedrek, II, 672)

6-(Tirmizî, Deavât, 64)

7- Bkz. Buhârî, Cihâd, 76; Taberânî, Mûcemu’l-Kebîr, I, 292

8-(Ebû Dâvud, Cihâd, 70; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 198)

9- (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)

10-(Buhârî, İstiskâ, 3)

11-(Hâkim, Müstedrek, III, 377)

12-Bu sözüyle Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Hızır -aleyhisselâm-‘ın Hazret-i Mûsâ’ya müdâhalesinden bahseden şu âyete işâret etmektedir:

“Duvara gelince bu, o şehirdeki iki yetim çocuğun idi. Altında onlara âit bir hazîne vardı. Babaları da sâlih bir kimse idi. Rabbin istedi ki, o iki yetim çocuk rüşd çağlarına erişsinler ve definelerini çıkarsınlar. (Bu) Rabbimden bir merhametti. Ben bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.” (el-Kehf, 82).

13-(İbn-i Abdi’l-Berr, İstîâb, II, 814-815)

14-Mevzû hakkında teferruatlı mâlumât için bkz. Zekeriya Güler, “Vesîle ve Tevessül Hadislerinin Kaynak Değeri”, İLAM Araştırma Dergisi, c. II, sayı 1, s. 83-132.

15-.el-Heytemî, el-Hayrâtü’l-Hisân, s. 94.

16-Bkz. Buhârî, Edeb, 5, Enbiyâ, 53; Zikir, 100

17-(İbn-i Mâce, Duâ, 9)

18-(İbn-i Mâce, Duâ, 9; Nesâî, Sehv, 58)

19-. Sübkî, Şifâü’s- Sekâm fi Ziyârati Hayri’l-Enâm, s. 133-134

20- Tirmizî, Kıyâmet, 59)

21-Bu tür ifâdelerin kullanılabileceğini söyleyenler, bu sözlerin belâğat ilmindeki “mecâz-i aklî” nev’inden olduğunu ileri sürmüşlerdir. Mecâz-i aklî, fiilin gerçek fâil ve müessirine değil de, o fâilin mekân, zaman, sebep gibi alâkası bulunduğu bir şeye isnâd edilmesi demektir. Bu edebî sanata göre meselâ, “Yeryüzü ağırlıklarını dışarı çıkardığı zaman.” (ez-Zilzâl, 2) âyetinde, ağırlıkları dışarı çıkaran Allâh olduğu hâlde, fiil hakîkî fâile değil, fiilin mekânına isnâd edilmiş, ancak Allâh murâd edilmiştir.

İşte sûfîler de kendisiyle istigâse edilen zâtın hakîkî fâil değil, hakîkatte yardım edenin Allâh olduğuna inandıklarını ve O’ndan istediklerini söylemektedirler. (Aksi hâlde onlar da bunun açık bir şirk olduğunu kabul eder.)

Bu konuda Muhammed Ebû Zehrâ şöyle demektedir:

“Avâmın ve câhil müslümanların sözleri, en yakın olanıyla te’vil edilir… Onları Rasûl-i Ekrem’in kabrini ziyâretten engellemek değil, irşâd etmek güzel olur. Onları tekfir veya şirke nisbet etmek değil, anlatmak ve öğretmek uygun olur. Şüphesiz Allâh Teâlâ tevhidi kıyâmete kadar muhâfaza edecektir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âhir ömründe, şeytanın bu beldede kendisine ibâdet edilmesinden ümidini kestiğini bildirerek müminleri müjdelemiştir. O hâlde, artık İbn-i Teymiyye tevhidden endişe etmemelidir.” (Ebû Zehrâ, İbnü Teymiyye, s. 326).

Dînî edebiyatta çeşitli vesîlelerle sıkça tekrâr edilen “Meded yâ Rasûlallâh!” nidâları da Rasûl-i Ekrem’in âhiretteki şefaatini umarak kendisine mürâcaat mânâsındadır. Bazı insanların buna da şirk gözüyle bakması yersizdir. Çünkü her mümin, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in şefaatinin bile sırf Cenâb-ı Hakk’ın dilemesiyle gerçekleşebileceğine zâten peşînen inanmaktadır

İmandan İhsana Tasavvuf, Osman Nuri Topbaş, Erkam Yayınları-2002 kitaptan alıntı yapılmıştır.

TEFEKKÜR-Ü MEVT (ÖLÜMÜ DÜŞÜNMEK)

Bil ki, şu dünyaya dalan, onun süsüne aldanan ve şehvetlerine aşırı derecede muhabbet eden kimsenin kalbi, hiç şüphesiz ölümü zikretmekten gafil kalır. Hatırlatıldığı zaman da hoşlanmayıp ondan tiksinir. Onlar, Allah Celle Celaluhü hazretlerinin haklarında şöyle buyurduğu kimselerdir:

Cuma Suresi 8’inci ayetinde.”De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm muhakkak sizi bulacaktır. Sonra siz görüleni ve görülmeyen her şeyi bilen Allah’a döndürüleceksiniz; O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir.”

İnsanlar üç kısımdır:

• Dünyaya ve şehvetlerine dalanlar.

• Pişman olup yeni tövbe edenler.

• Manevî kemâlâtını tamamlamış arif kimseler. Dünyaya ve şehvetlerine dalanlar, ölümü hiç akıllarına getirmezler. Bir gün hatırladıklarında da dünyada yapamadıkları şeyler için hayıflanır, ardından da onu kötülemeye başlarlar.

Bu haldeki bir kimsenin ölümü anması, hatırlaması onu Allah Celle Celaluhü hazretlerine yaklaştırmaktan daha çok uzaklaştırır.

Pişman olup tövbe eden kimse ise, kalbinden korku fışkırsın, tövbe etmesinin manası tam yerine gelsin diye ölümü sıkça anar. Bazen o, daha azığını hazırlamadan ve tövbesi tamam olmadan ölümün yakasına yapışıvereceği korkusundan dolayı ölümü hoş görmeyebilir. Fakat o, bu yönüyle ölümden hoşlanmaması bakımından mazur görülür. Bu kişi Resulûllah Sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin “Kim Allah’a kavuşmayı (ölümü) istemezse, Allah da ona kavuşmayı istemez”1hadisinin tehdidi altına girmez. Çünkü bu kişi, ölümü ve Allah Celle Celaluhü hazretlerine kavuşmayı kötü görüyor değil; kusurlarından dolayı Allah’a kavuşabilme fırsatını elden kaçıracağı korkusundan dolayı bunları söylemektedir.

Bu kişinin durumu, sevgilisinin razı ve hoşnut olacağı bir şekilde ona kavuşmak için hazırlıklar yapan ve bu nedenle kavuşmayı erteleyen sevdalının durumuna benzer. İşte o, bu mana ile Allah Celle Celaluhü hazretlerine kavuşmayı kötü gören biri sayılmaz.

Kişinin ölümden bu maksatla hoşlanmadığının alâmeti, onun ölüm için daima bir hazırlık içinde bulunması, ondan başka şeylerle meşgul olmamasıdır. Yoksa dünya sevgisine dalan kimselerin bulunduğu gruba dâhil olur.

Manevî kemâlâtını tamamlamış arif kimseye gelince o daima ölümü hatırlar. Çünkü ölüm, sevgiliye kavuşma zamanıdır. Seven hiçbir zaman sevdiğine kavuşacağı zamanı unutmaz. Hatta bu arifler çoğu zaman ölümün gelişini yavaş bulurlar; bir an önce günahkâr kimselerin doldurduğu bu dünyadan kurtulup âlemlerin rabbine kavuşmak için ölümün gelmesini isterler. Nitekim sahabeden Huzeyfe Radıyallahu anh hazretleri vefatının son anlarında şöyle demiştir:

“Dost (ölüm), bana fakirlik halimde geldi. (Bu saatten sonra) pişmanlık duyan iflah olmaz. Allahım! Muhakkak sen biliyorsun ki fakirlik zenginlikten, hastalık sıhhatten, ölümüm de yaşamımdan bana daha sevimli idi. Öyleyse bana ölümü kolaylaştır da sana kavuşayım.”2

Günahlarından tövbe edip Allah Celle Celaluhü hazretlerine güzel amellerle kavuşmak arzusunda bulunan bir kimse, ölümü hoş görmemesinde mazur olduğu gibi, arif kimse de ölümü istemesi ve onu temenni etmesinde mazur sayılır.

Bu ikisinden daha yüksek bir mertebe ise, işini Allah Celle Celaluhü hazretlerine havale eden, nefsi için ölümü veya yaşamı tercih etmeyen kimsenin mertebesidir. O kimse için her şeyin en iyisi ve en sevimlisi mevlâsı için en sevimli olanıdır. Böyle bir kimse ileri seviyedeki sevgi ve muhabbetinin çokluğundan dolayı rıza ve teslimiyet makamına ulaşmıştır; işte asıl gaye ve hedef budur.

Her halükârda ölümü anmakta bir sevap ve fazilet vardır. Çünkü dünya sevgisine dalan dahi ölümü anmakla yavaş yavaş dünyadan uzaklaşmaya başlar. Zira artık onun için dünyanın nimetleri sıkıntı vermeye başlar, dünyanın lezzeti gider. İnsana dünyanın lezzet ve şehvetlerini acılaştıran her şey aslında onun için bir kurtuluş sebebidir.

Mürid günlük derslerinde en kısa şekilde nasıl ölümü düşünmelidir. Onu izah edelim.

Gözler kapatılarak kendimizi sekaret halinde ölümle pençeleşir bir vaziyette düşünürüz. Daha sonra da Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin emri olan ölüme teslim oluruz. Yakınlarımız üzerimizdeki elbiselerden bizi soyup imam efendiye teslim eder. İmam efendi cesedimizi bir güzel yıkayıp temizledikten sonra kefenleyip tabuta koyarak camii önündeki musalla taşına taşınırız. Sonra cemaat namazımızı kılar ve omuzlarda bizi kabristana taşırlar. Kur’an’lar okunmaya başlar, bu arada ceset de tabuttan çıkarılarak ebedi istirahatgah olan o daracık kabre yerleştirilir. Üzeremiz ilk önce bir sıra tahtayla, daha sonra da yaradılışımızdaki Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin kullandığı hammadde olan toprak ile kapatılır. Artık bizim için bir yardımcı, bir dost, bir yaranın bulunmayacağı bir yolculuk başlamıştır. Burada tek dost ve tek yardımcı Allah Celle Celaluhü hazretleridir. Daha sonra Münkir ve Nekir sorgu sual melekleri gelir. “Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin ne? Kitabın ne? Kıblen neresi?” diye kabir sorularını sorarlar. Biz de Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin yardımı, Hazreti Resulûllah Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in şefaati, Pirimiz Abdûlkâdir-i Geylânî Kaddesallahu Sırruh Efendimiz ve meşayihlerimizin himmeti ile bu sualleri cevaplandırırız. Kabrimiz genişler, Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin emri ile cennet bahçelerinden bir bahçeye dönüşür. İşte o güzel yerde kıyametin kopmasını bekleriz.

İşte günlük dersler ve de toplu sohbetlerimizde ölümü düşünmek gözler kapalı bu şekliyle hatıra getirilir. Tüm bunlardan maksat odur ki, kişi dünyada kalacağı kadarıyla dünya ile ilgilenmeli, gideceği yer olan ahiret hayatı için gerekli çalışmaları yapmalıdır. Bir gün gelecek, bu ayaklar yürümez bir hal alacak, bu eller tutmaz olacak, bu gözler görmez bir hal alacak, bu ruh bu bedeni terk edecek. Kişi amelleriyle baş başa kalacak. Kimi yüzlerin ak, kimi yüzlerin de kara olacağı o dehşetli günde, Allah Celle Celaluhü Hazretlerinin huzurunda alnımız, yüzümüz ak olsun istiyorsak, devamlı tefekkür etmeli, ölümün bizi de bir gün bulacağını unutmamalıyız.3

SÜREKLİ ÖLÜMÜ ANMANIN FAZİLETİ

Resulûllah Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Lezzetleri kesip atan ölümü çokça zikrediniz.”4

Yani, ölümü zikrederek dünya zevklerini kendinize acılaştırın ki, ona olan bağlılığınız kopsun ve bu vesileyle de Allah’a yönelebilesiniz. Resul-i Ekrem Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz bir hadis-i şeriflerinde,

“Eğer insanların ölüm hakkındaki bildiklerini hayvanlar bilselerdi, (korkudan erirlerdi de) onlardan besili bir et yiyemezdiniz”5 buyurmuşlardır.

Hazreti Âişe Radıyallahu anh hazretleri Hazreti Resulûllah’a, “Ey Allah’ın Resulü, şehitlerle beraber hasredilecek biri var mıdır?” diye sorduğunda Resûlullah Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz,”Evet, bir gün ve gecede yirmi defa ölümü anan kimse şehitlerle beraber haşredilecektir”6 buyurmuşlardır.

Ölümü anmanın bu kadar faziletli olmasının nedeni, insanı bu aldatıcı dünyadan uzaklaştırması ve âhiret için hazırlık yapmaya teşvik etmesidir. Ölümden gafil kalmak ise insanın dünyanın şehvetlerine dalmasına sebep olur. Hazreti Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz buyururlar ki: “Ölüm müminin hediyesidir.”7

Hazreti Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem efendimizin böyle söylemesinin sebebi şudur: Bu dünya müminin zindanıdır; çünkü orada daima bir sıkıntı içerisinde olur. O, nefsine karşı mücahede, dünyanın zevklerine karşı bir riyazet ve şeytanın hilelerine karşı daima bir savunmanın içerisindedir. Ölüm, onun bu işkenceden kurtuluşudur. Dolayısıyla bu kurtuluş da kendisi için bir hediye olmuş olur.

Yine Resul-i Ekrem Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz bir hadis-i şeriflerinde, “Ölüm, her mümin için bir kefarettir” 8 buyurmuşlardır.

Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz bu sözleriyle şunu kastetmiştir: Gerçek Müslüman, samimi mümin; Müslümanların, onun elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir. Onda müminlerin güzel ahlâkları yerleşmiştir; o ufak tefek küçük günahların dışında büyük günahlarla kirlenmemiştir. İşte ölüm, kendisini o küçük günahlardan arındırır; farzları edâ etmiş ve büyük günahlardan sakınmış ise, ona kefaret olur (kötülüklerini temizler).

Atâ-i Horasânî Rahmetullahi aleyh hazretleri anlatıyor: Resûlüllah içinden kahkahaların yükseldiği bir meclise uğradı ve “Meclisinizi zevkleri bulandıran şeyle karıştırınız” buyurdu. Oradakiler, “Ey Allah’ın Resulü, nedir o zevkleri bulandıran şey?” diye sordular. Resûlüllah Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz, “Ölümdür” cevabını verdi.9

Enes bin Malik Radıyallahu anh hazretlerinden rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resûlullah Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz şöyle buyurmuştur: “Ölümü çokça anın; zira o, günahları temizler ve gönlü dünyadan uzaklaştırır.’10

Hazreti Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz bir hadis-i şeriflerinde de, “Ayırıcı (dünyadan kopana) olarak ölüm yeter” Bir başka hadislerinde ise, “Bir nasihatçi olarak ölüm yeter” buyurmuştur.11

Bir gün Allah Resulü Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz mescide vardığında birtakım insanların konuşup gülüştüklerini duydu; onlara,

“Ölümü anın! Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki, şayet benim bildiklerimi sizler bilseydiniz, az güler çok ağlardınız” buyurdu.

Bir defasında, Allah Resulü’nün yanında bir adamın ismi anılınca oradakiler onu övmeye başladılar. Bunun üzerine Hazreti Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz, “O arkadaşınız ölümü nasıl anardı?”diye sordu; oradakiler, “Biz onun ölümü andığını hiç işitmedik” dediler. Hazreti Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz, “O halde arkadaşınız sizin övdüğünüz gibi değilmiş” buyurdular.12

Abdullah bin Ömer Radıyallahu anh hazretleri anlatıyor: Resulûllah Sallallahu aleyhi vesellem efendimizin yanında on kişi bulunuyordu, en son ben gelmiştim. Ensardan bir zat, “Ey Allah’ın Resulü! İnsanların en akıllısı ve en şereflisi kimdir?” diye sordu. Resûlullah Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz şu cevabı verdi:

İnsanların en akıllıları ölümü çokça anan, ona en fazla hazırlananlardır. İşte en akıllı olanlar onlardır. Onlar dünyada şeref kazanıp âhirete Allah ‘m ikramları ile giderler.”13

İSLÂM BÜYÜKLERİNİN KONUYLA İLGİLİ SÖZLERİ

Hasan-ı Basrî Rahmetullahi aleyh hazretleri der ki: “Ölüm dünyanın bütün rezilliklerini ortaya çıkardı da akıl sahipleri için onda zevk alınacak bir şey bırakmadı.”

Rebî’ bin Huseym Rahmetullahi aleyh hazretleri, “Kişinin beklediklerinin içerisinde ölümden daha hayırlısı yoktur” demiştir. Yine Rebî’ bin Huseym Rahmetullahi aleyh hazretleri şöyle diyordu: “Beni kimseye anlatmayınız; yalnızca rabbime havale ediniz.”

Hikmet ehlinden bir zat dostlarından birine gönderdiği mektubunda şöyle diyordu: “Ey kardeşim! Ölümü arayıp da bulamayacağın diyara (âhirete) göç etmeden önce bu dünyada iken ondan sakın, hazırlıklı ol.”

ibn Sîrîn’in yanında ölüm anıldığı zaman bütün azaları sanki hayatiyetini kaybetmişçesine dona kalırdı.

Ömer bin Abdülaziz her gece âlimleri bir araya toplar; beraberce ölümden, kıyametten ve âhiretten bahseder, sonra da sanki önlerinde cenaze varmışçasına ağlarlardı.

İbrahim-i Teymî Rahmetullahi aleyh hazretleri şöyle der: “İki şey benden dünya zevkini kesip attı; ölümü hatırlamak ve Allah Teâlâ’nın huzurunda nasıl hesap vereceğimi düşünmek.”

Kâ’b Ahbâr Rahmetullahi aleyh hazretleri, “Ölümü bilen kimseye dünyanın bütün musibetlerini ve kederlerini çözmek kolay gelir” demiştir.

Ebû Bekir Mutarrif Rahmetullahi aleyh hazretleri şöyle anlatır: “Bir gün Basra Mescidinde idim. Uykudaki birinin gördüğü gibi ben de birinin şöyle seslendiğini gördüm: “Ölümü anmak, Allah’tan korkanların kalplerini paramparça etti. Allah’a yemin olsun onları şaşkın bir halde görürsün.”

Ebû Hânî Eş’as Rahmetullahi aleyh hazretleri anlatıyor: “Hasan-ı Basrî’nin sohbetlerine devam ederdik. Onun sohbetlerinin konusu daima cehennem, âhiret olayları ve ölümü anmak oluyordu.”

Tabiînden Safiye Rahmetullahi aleyh hazretleri anlatıyor: “Kadının biri, Hazreti Âişe Radıyallahu anh hazretlerine kalbinin katılığından yakındı. Hazreti Âişe Radıyallahu anh hazretleri ona, ‘Öyleyse ölümü çokça an; kalbin yumuşar’ dedi. Kadın Hazreti Âişe Radıyallahu anh hazretlerinin dediğini yaptı; kalbi yumuşadı. Sonra ona gelip teşekkür etti.”

Hazreti İsa Aleyhisselamın yanında ölümden bahsedilince vücudundan ter yerine kan damlardı.

Hazreti Davud Aleyhisselamın yanında ölüm ve kıyametten söz edildiğinde, mafsalları birbirinden ayrılma dercesine gelinceye kadar ağlar; Allah Celle Celaluhü hazretlerinin rahmetinden bahsedilince de kendisine gelirdi.

Hasan-ı Basrî Rahmetullahi aleyh hazretleri der ki: “Ne kadar akıllı insan gördüysem, muhakkak onun üzerinde ölüm korkusunu ve üzüntüsünü hissetmişimdir.”

Ömer bin Abdülaziz âlimlerden birine, “Bana öğütte bulun” dedi. Âlim, “Sen ölecek ilk halife değilsin” dedi. Ömer, “Biraz daha nasihat et” deyince âlim şöyle devam etti:

“Hazreti Âdem Aleyhisselam’a varıncaya kadar bütün ataların ölümü tattı; nöbet sırası sana gelmiştir.” Bunları duyan Halife Ömer ağlamaya başladı.

Rebî’ bin Huseym Rahmetullahi aleyh hazretleri evinde bir kabir kazmıştı. Her gün birkaç kez buraya girer, içinde ölümü zikreder ve, “Bir an olsun kalbimden ölümü hatırlamak çıksa kalbim bozulur” derdi.

Mutarrif bin Abdullah bin Şıhhîr Rahmetullahi aleyh hazretleri şöyle diyordu: “Şu ölüm var ya, servet sahiplerine hayatı zehir etti. Öyleyse ölüm olmayan yer için servetler hazırlayınız.”

Ömer bin Abdülaziz Rahmetullahi aleyh hazretleri, Anbese’ye şunları söylemiştir: “Ölümü çokça an, eğer rahat içinde yaşıyorsan onu sana daraltır; darlıkta isen onu sana genişletir, teselli eder.”

Ebû Süleyman Dârânî Rahmetullahi aleyh hazretleri anlatıyor: Ümmü Harun’a, “Ölümden hoşlanır mısın?” diye sordum. O, “Hayır, hoşlanmam” dedi. “Niçin?” diye sordum, “Çünkü bir adama karşı koysam, bir daha onunla karşılaşmak istemem. Allah’a isyan eden biri olarak, beni ona ulaştıracak olan ölümü nasıl isteyebilirim ki!” diye cevap verdi.

ÖLÜMÜ HATIRLAMAYI KALBE YERLEŞTİRMENİN YOLLARI

Bil ki, ölüm korkutucu, tehlikesi ise çok büyüktür. İnsanların ondan gafil olmalarının sebebi onu az düşünüp az zikretmeleridir. Onu ananlar da kalplerini her şeyden arındırarak temiz bir kalple değil, dünya şehvetleri ile meşgul bir kalple andıklarından, bu onların kalplerinde bir tesir meydana getirmez.

Bunun çaresi, kulun gözünün önündeki ölümden başka, kalbindeki her şeyi çıkarıp atmasıdır. Bu aynen, tehlikeli bir çöl veya deniz yolculuğuna çıkacak kişinin düşüncelerini sadece bu yolculuk üzerine yoğunlaştırmasına benzer. Ölümün zikri kulun kalbine yerleştiği zaman, çok sürmez, ona hemen tesir etmeye başlar. Bunun sonucunda o kişinin dünyaya karşı keyfi azalır, kalbi onun şehvetlerine meyletmez.

Ölümü hatırlamanın kalbe fayda sağlamasının en tesirli yolu, senden önce göçen akranlarını ve emsallerini çokça anman, onların ölümlerini ve yıkılıp toprak altına girdikleri durumlarını hatırlaman, makam ve mevkilerindeki güzel şekillerini gözünün önüne getirmenle olur. Sonra, toprağın onların güzel suretlerini nasıl çürüttüğünü düşünmen, kabirlerinde azalarının nasıl birbirinden ayrıldığını hayaline getirmen, kadınlarını dul; çocuklarını nasıl yetim bıraktıklarını, mallarını terk ettiklerini görmen; onların mescitlerde ve meclislerdeki boş kalan yerlerine ibretle bakmanla olur.

Bir insan, ölen birinin bütün hayat safhalarını ve hallerini düşündüğünde, kalbinden onun nasıl öldüğünü düşünür; onun şeklini hayaline getirir; nasıl neşelendiğini, koşuşturmacılarını, hayat ve yaşam ümitlerini, ölümü hiç hatırına getirmediğini, dünyalık şeylere aldanışını, kuvvetine ve gençliğine güvenişini, gülüşmeye, oyun ve eğlenceye meyledişini, önünde duran ve çabucak kendisine yetişen ölümden ve felâketten nasıl habersiz olduğunu, hayatta iken hareket halinde olduğunu fakat şimdi ayaklarının ve mafsallarının çürüyüp yok olduğunu, konuşan dilinin kurtlar ve böcekler tarafından nasıl yenildiğini, gülen dişlerinin arasının nasıl topraklarla dolduğunu, belki ölümüne bir ay dahi kalmadığı halde, ihtiyacı olmamasına rağmen on yılın sonrasının derdine düşüp tedbirlerini aldığını, hiç ummadığı gafil bir anında ölümün pençesine yakalandığını, ölüm meleğinin kendisine gözüküp cennetlik mi, cehennemlik mi olduğunu haber verdiğini hatırına getirir.

İşte bu düşüncelere dalan kimse nefsine bir bakar ve kendisinin de onun gibi olduğunu düşünür. Gafletinin onun gafleti, akıbetinin de onun akıbeti gibi olacağını anlar (ona göre çalışır ve maksadına ulaşır).

Ebü’d-Derdâ Radıyallahu anh hazretleri şöyle demiştir: “Ölüleri andığında kendini de onlardan biri olarak say.” İbn Mesud Radıyallahu anh hazretleri, “Bahtiyar kişi başkasından ibret alandır” demiştir.

Ömer bin Abdülaziz Rahmetullahi aleyh hazretleri der ki: “Her gün, sabah akşam birini hazırlayıp Allah’a yolcu ettiğinizi, sonra da onu toprağın içine bıraktığınızı görmez misiniz? Böylece o, toprağı kendisine yastık ediniyor, dostlarından ayrılıp bütün her şeyden ilişkisini kesmiş bulunuyor.” Bu ve buna benzer düşünceleri devam ettirmek, kabirlere gitmek ve hastaları ziyaret etmek kalpte ölüm düşüncesini taze tutar; hatta bu düşünce onda öyle bir hal alır ki ölüm gözünün önünden ayrılmaz. İşte o zaman ölüme hazırlık başlamış ve dünyadan uzaklaşmış olur. Yoksa sadece ölümü kalbin dışıyla anmanın, onun hakkında tatlı tatlı konuşmanın, ikaz ve uyarı hususunda faydası gerçekten çok azdır.

İnsan, dünya nimetlerinden bir şey hoşuna gittiğinde, hemen o anda bir gün ondan ayrılacağını aklına getirmelidir.

Bir gün İbn Mutî’ evine baktı; onun güzelliğine hayran kaldı. Sonra, “Allah’a yemin olsun ki, eğer ölüm olmasa seninle sevinir, varacağımız dar bir mezar olmasaydı dünya ile gözlerimiz aydın olurdu” dedi ve yüksek sesle ağlamaya başladı.14

1- Buhârî, Rikâk, 41;

2- Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 1/352

3- Kadiri Yolunu Gerçekte Yaşayanlar

4- Tirmizî, Zühd, 4; Nesâî, Cenâiz, 3

5- Beyhakî, Şuabü’l-imân, nr. 10557

6- Taberânî, el-Evsat, nr. 7672

7- Beyhakî, Şuabü’l-imân, nr. 9884

8- Beyhakî, Şuabü’l-imân, nr. 9885-9886

9- Zebîdî, İthaf, 14/18

10- Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, nr. 1931

11- Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, nr. 8331

12- Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebir, nr. 12/13536

13- Bezzâr, el-Bahrü’z-Zehhâr, nr. 1676

14-Gazali Ölüm Kabir Kıyamet

VELAYET

Velayet, Allah Celle Celaluhü Hazretleri’ne yakın olmak demektir. Fakat insanların Allah Celle Celaluhü Hazretleri’ne yakın olması iki türlü olur: Birinci yakınlık, Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin insana yakın olmasıdır. Bu hususta Cenab-ı Hak Celle Celaluhü hazretleri Kaf Suresi 16’ncı ayetinde şöyle buyuruyor: “Biz ona şah damarından daha yakınız.”

İkinci yakınlık, Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin insanların yalnız üstün olanlarına ve meleklere olan yakınlığıdır.

Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin kullarına yakın olması, akıl ile düşünülen ve his organları ile anlaşılan yakınlıklar gibi değildir. Ancak bazı seçilmiş mü’minlere verdiği “marifet” denilen ilim ile anlaşılabilir. Bu bilgiye “İlm-i Huzuri” denir. Bizim bilgilerimiz “İlmi Hulusi” dir.

Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin kullarına olan bu iki yakınlığı, Ayet-i Kerime ve Hadis-i Şerif’lerle bildirilmiş olduğundan, her ikisine de inanmamız vacibdir. Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin bizleri gördüğüne inanmamız lazım olduğu gibi, bize olan bu iki yakınlığına da inanmamız lazım olduğu Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin görmesi, fizik kanunları ile izah edilen, ışığın yansıması ile olan görmek olmadığı gibi, O’nun bu iki çeşit yakınlığı da ölçü ile metre ile bildirilen yakınlık değildir.

Velayet, Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin kul ile arasında olan insanların anlayamayacağı bir hal olduğuna göre, “Bunu niçin ‘yakınlık’ sözü ile anlatmışlardır?” sorusuna cevap verebilmek için önce iki şeyi bildirmek lazımdır.

1. Evliyaya hâsıl olan keşif ve herkesin gördüğü rüyaların bir şeyin mislinin, hayal aynasında görünmesidir. Uykuda iken olursa rüya denir. Uyanık iken olunca “Keşif” denir. Peygamberlere uymaları sayesinde Evliyanın Batınları cilalanır.

2. Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin yarattığı şeylerin hepsine “Âlem” denir. Üç türlü âlem vardır. “Âlem-i Şahadet”, bildiğimiz madde âlemidir. “Âlem-i Ervah” maddi olmayan, ölçüsüz olan Ruh âlemidir. “Âlemi Misal” de maddeli ve maddesiz hiçbir şey yoktur. Yüce Allah Celle Celaluhü Hazretleri nurunu Nur Suresi 35’inci ayetinde şöyle beyan ediyor: “Allah’ın mü’minin kalbindeki nuru, fener içindeki mum gibidir.”

Yukarıdaki açıklama öğrenildikten sonra deriz ki, Velayet denilen bilinmeyen bir hal vardır. Velayet hali ilerledikçe, keşifte Allah Celle Celaluhü Hazretleri’ne doğru yürümek gibi yahut onun sıfatlarından birinden ötekine gitmek gibi görünmektedir. Evliyanın bilinmeyen hallerindeki değişmeler, âlemi misalde böyle göründüğü için bu hallere “Kurb-i İlahi” ve değişmelerine de “Seyr-i İlallah” ve “Seyri Fillah” gibi isimler verilmiştir.

Tam Takva, ancak Evliyada hâsıl olur. Celaleddin-i Rumi Kaddesallahu Sırruh hazretleri: “Batında yükselmeye çalışmak vacip olduğu için, rehber aramak da vacib olmaktadır. Çünkü rehber arada olmaksızın Allah Celle Celaluhü hazretlerine kavuşmak, çok az kimseye nasip olmuştur.” Buyurmuştur. Yani “Allah’ın nasip etmediği kimse, feyiz alamaz Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem efendimizi de görse…

Her velide böyle tesir vardır. Bazısında daha kuvvetli tesirler olur ki dervişini çekerek tasavvuf yolunun yüksek derecelerine çıkarırlar. Bunlara “Kamil ve Mükemmil” denir. Cahiller ve yalancılar birkaç görüşmekte Evliyayı tanıyamaz. Tasavvuf büyükleri olan Evliya İzamı öyle zatlardır ki günahkâr, serseri, hırsız, bidat sahibi, yolunu şaşırmış kimseleri kendilerine benzetir düzeltirler. Bu Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin adamlarının kendilerine has güzel kokuları olur. O kokuyu ve rengi tadan, onlara benzer. Yüce Allah Celle Celaluhü Hazretleri dininin halifelerini Enam Suresi 165’inci ayetinde şöyle bildiriyor: “Allah sizi yeryüzünün halifesi yaptı, birbirinizin yerini tutarsınız.”

Yine Nur Suresi 55’inci ayetinde şöyle devam ediyor:“İman eden ve emirlerimi yapanlarınızı, yeryüzüne hâkim kılacağımı söz veriyorum. İsrail oğullarını halife yaptığım gibi, sizi de birbiriniz ardı sıra halife yapacağım.”

Muhyiddin-i Arabi Rahmetullahi aleyh hazretleri vasiyetnamesinde şöyle buyurmaktadır: “Ey nefsinin kurtuluşunu isteyen kimse! Her şeyden önce sana, sana kendi ayıp ve kusurlarını gösterecek, seni nefsine itaatten kurtaracak bir üstad lazımdır. Şayet böyle bir zatı aramak için uzak memleketlere gideceksen, sana bazı nasihatlerde bulunayım. O zatı bulduğun zaman, onun huzurunda yıkayıcının elindeki Meyyit (ölü) gibi ol, çünkü meyyit yıkayıcısının iradesine göre hareket eder. Yıkayıcı onu istediği tarafa çevirir. Meyyit yıkayıcıya asla itiraz etmez. Sakın hatırına o zata karşı itiraz gelmesin. Halini ondan gizleme ve onun yerine oturma, onun huzurunda kölenin efendisinin huzurunda oturuşu gibi otur. Sana emrettiği şeyleri yap, ona düşman olandan Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin rızası için uzak dur. Efendini seveni sev ve ona yardımcı ol. O zata hiçbir işinde itiraz etme, ebedi asla terk etme. Yolda giderken asla onun önünde yürüme, devamlı olarak ona bakma, çünkü böyle yapmak hayâyı azaltır. Ona karşı hürmeti kalpten çıkarır. Ona olan sevgini onun emirlerine uyup yasak ettiklerinden sakınmak suretiyle göster. O zatın aldatmasından çok sakın ve kork. Çünkü onların bazen dervişlerine oyunları vardır. Böyle bir zatı aradığın müddet içerisinde, şunlara dikkat et: İlk yapacağın şey; tevbe etmek, üzdüğün kimseleri razı etmek, hakkı bulunanlara haklarını geri vermek, günah ve isyan içerisinde geçen ömrün için ağlamak, ilim ve fikir şükür ve zikir ile meşgul olmaktır. Abdestsiz olma, abdestini şartlarına göre al. Abdestin bozulunca, hemen abdestini al. Abdest aldığın zaman iki rekât namaz kıl. Cemaatle beş vakit namaza ve evinde nafile namaza devam et. Namaz kılarken Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin huzurunda durur gibi dur. Yüzün ile Kâbe-i Muazzama’ya döndüğün gibi kalbin ile de Allah Celle Celaluhü Hazretleri’ne dön. Kul olduğunu, Rabbine ibadet ettiğini düşünerek hürmetle tekbir al. Rükûda secdede ve diğer bütün hareketlerinde, Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin kudreti ile yaşadığını düşün. Selam verinceye kadar ve selam verdikten sonra bu düşünce üzere kal.”1

Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin dostları olan evliyalarını tasdik etmek imandandır. Zira onlar, kendi nefislerinin arzularını, dünyayı sevmeyi, yemek ve giyinmekten zevk almayı bıraktılar, Allah Celle Celaluhü Hazretleri’ne yaklaştıkça, Rablerinden korkuları ve saygıları daha çok oldu.

Dünyaya gönderiliş gayesini yerine getirmek istiyorsak; Tasavvuf yolunun ilk makamı, bir evliyaya canı gönülden teslim tevekkül edip hemen tevbe etmektir. Tevbe canı gönülden ve pişmanlık içinde yapılmalıdır. Tevbe ederken gözyaşı dökmeye gayret etmelidir. Tövbeyi kabul edecek olan Allah Celle Celaluhü hazretleri’dir. Tevbe ettikten sonra ona tevekkül etmelidir. Üç kısım ilim vardır ki, bunlar Tevbe, Tevekkül ve Hakikat tümleridir. Tevbe ilmi ki, bu seçilmişler (Büyük zatlar evliyalar) ve avam (diğer insanlar) kabul ettiler. Tevekkül ilmi ki, bunu seçilmişler kabul etti ama avam kabul etmedi. Hakikat ilmi ki, insanların ilim, akıl ve anlayış seviyelerinin üstünde olduğu için, çok kimse onu anlayamaz.

Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin azabına müstahak olanlar, her an gaflette bulunanlardır. Bunlar evliya tanımaz ve kabul etmezler. Başlarına gelmesi muhtemel olan korkunç azaptan gafil oldukları için, kendilerini emniyette ve rahat hissederler. Her an uyanık olan kalpler ise, her an korku ve hüzün ile dolu olurlar. Devamlı ahiret için hazırlık yaparlar. Dolayısıyla bu kimseler cezaya müstahak değildir.

Bir insan: “Ben kendim de zikrediyorum, bunun için mürşide lüzum yoktur.” derse onun sözü şu misale benzer. “Kendiliğinden yetişmiş bir ağaç yaprak verir, fakat meyve vermez. Verse de tatsız olur ama o ağaç meyve veren bir ağaçtan aşı yapılırsa o zaman tatlı bir meyve verir, insan da böyledir. Evliyaya tabi olmayan efendisi olmayan insan da aynen acamuk adı verilen ağaca benzer. Meyve verir ama acıdır, yenmez ve böyle kimseden hiçbir şey vasıl olmaz vesselam.

İnsanlar üç kısımdır: İçleri dışlarından daha güzel olan evliya, içleri ve dışları bir olan âlimler ve içleri dışlarından daha bozuk olan kötü kimseler ki, bu üçüncü kısımda bulunanlar, kendi kendilerine insaf ve merhamet etmezler de başkalarından insaf ve merhamet beklerler.

Bu içleri ve dışları güzel olan Kamil olan rehberin zahiri halk ile batını hak ile olduğu için Allah Celle Celaluhü Hazretlerinden aldığı feyzi, insanlara vererek, onları velayete kavuşturur. Kemale yetişen, veli olan kimse Allah Celle Celaluhü Hazretlerinden vasıtasız feyiz alabilir. İbadet yapmakla da yükselir. Fena-i nefis hâsıl olmayan, yani nefsi ıslah edip temizlemeden önce diğer nafile ibadetleri yapmakla ve Kur’an-ı Kerim okumakla eğer tatbik edilmezse, Allah Celle Celaluhü Hazretleri’ne yaklaşılamaz. Batını temizlemedikçe, bunlarla terakki olmaz. Batını temizlemek maneviyata intisap edip Allah-ü Zülcelâl Hazretleri’ni çok zikretmekle olur. Bunun için Zikrullah yapmanın dışında ahiret adamları olan Salihlerle görüşmeli ve sohbet etmelidir. Mürtetlerle bidat sahipleri ile fâsıklarla arkadaşlık etmemeli ve bunlarla oturmamalıdır.

Haram işleyenlere “Fasık” denir. Din cahilleri ile dünyaya düşkün olanlarla görüşmemelidir. Bunlarla görüşmek insanın batınını (Kalbini Ruhunu) harab eder. Evliyanın sohbetinde bulunmak, zikirden ve diğer nafile ibadetten daha faydalıdır. Ashab-ı Kiram birbirlerini görünce: “Biraz benimle otur. İmanımı tazeleyeyim.” derlerdi.

Daima Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin sırlı kulları olan Evliya İzamı ile beraber olmak, onların sohbetlerinde bulunmak, aklın ziyadeliğine sebeptir. Evliyaya teslim olup tasavvuf (tarikat) yoluna taklit ile girenler sonunda mutlaka tahkike (Hakikate) kavuşurlar. Tasavvuf yolu ve bu yolun büyükleri o kadar kıymetlidirler ki, bunlara tabi ve derviş olanlar tasavvuf yolunun yüksek hakikatlerine ererler ve bu vesile ile ayakta gezen ölülerden ve ölülükten kurtulurlar. Zira evliyanın mübarek sözleri, Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin Peygamberlik hakikatinden yayılmış olanlardır. Kur’an-ı Kerim’e ve Hadis-i Şerif’lere tazim ve hürmet lazım olduğu gibi, evliyanın sözlerine de kendisine de edeb ve hürmet ile tazim etmek lazımdır.

Sözün güzeli odur ki, dinleyen o sözün güzelliği ile kendinden geçer. Böylesine güzel söz de Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin veli kullarının sözleridir. Evliyanın bu güzel sözlerini ancak Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin murad ettiği kulları duyar ve anlar, başkaları anlayamazlar. Bu hususta Yüce Allah Celle Celaluhü Hazretleri Hadid Suresi 29’uncu ayetinde şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki iyilik ve sevap Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah (müminlere sevap ve iyilik vermekle) çok büyük kerem sahibidir.” Bu, mana yolunda yürüyüp ilerleyebilmek için kamil olan rehberin, yol gösterici olgun velinin kontrolü lazımdır. Kamil olan rehber, kalb ve ruh mütehassısıdır. Talibin kalbindeki hastalığı anlayarak, ona uygun olan riyazeti ve zikri seçer, yaptırır. Bu hususta Yüce Mevla Bakara Suresi 10’uncu ayetinde şöyle buyurur: “Kalplerinde hastalık vardır.”

Bu hastalığın tedavisi, Resulûllah Sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin sohbeti ile oluyordu. Başkaca bir riyazete sıkıntıya lüzum kalmıyordu. Ashab-ı Kiram’ın hepsi, o sohbetin bereketi ile Resulûllah Sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin mübarek kalbinden feyiz aldılar. Tasavvufun en yüksek derecelerine kavuştular. Kendilerinden sonra gelen evliyanın hepsinden daha yüksek oldular. Sahabe-i Kiram devrinden sonra gelenler, Resulûllah Sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin sohbetine kavuşamadıklarından dolayı riyazetler, sıkıntılar çekerek, kalb hastalıklarından kurtulmaya çalışmışlardır.

İlm-i batın, ilm-i zahirden ayrılmaz. Her ikisine kavuşana “Ulema-i Rasihin” denir, Resulûllah Sallallahu aleyhi vesellem Efendimize varis olan ulema, yalnız bunlardır. Riyazet sıkıntı çekerek kalplerini tedavi edenler, ilmi batına kavuşunca riyazeti bırakırlar. Şükür ibadeti olan zahiri ibadetlerini yani farzları sünnetleri yaparlar. Çarşı pazarda gezerken, otururken, diğer işlerinde de batınları ile yani kalpleri ile de ibadet ederler. Pazarda alışveriş etmeleri, onların batın ibadetlerine (yani zikretmelerine) zarar vermez. Allah Celle Celaluhü hazretlerini bir an bile unutmazlar. Bu hususta Yüce Allah Celle Celaluhü hazretleri Nur Suresi 37’nci ayetinde şöyle buyurur: “Alışverişleri Allah’ı unutturmaz.”

Evliyayı, Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin devamıdır. İslamiyet’in her hükmü gibi Resulûllah Sallallahu aleyhi vesellem Efendimizden gelen İslam dininden bir parçadırlar. Bu işleri ve bunları yapan evliyayı inkâr etmek, dinin bir parçasını inkârdır. Çok dikkat edilmelidir. Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin velileri, ilmi ile amil olan âlimlerdir. Evliyayı ancak Kur’an-ı Kerim’e inanmayan, itikat etmeyen, Hadis-i Şerif’leri tanımayan cahil ve fasık kişiler inkâr ederler. Gerçek Müslüman ibadet ve teatini gerçek manada ifa eden mümin evliyayı inkâr edemez.

Evliyadan ve ulemadan birine düşman olandan uzaklaşmak lazımdır. Evliyaya karşı gelmek, dalalettir. Kendini helak etmektir. İlm-i zahirden birkaç şey öğrenip, ilm-i batından yani (tasavvuftan) bir şey bilmeyenler, tasavvuf kitaplarını okuyunca, ariflerin sözlerini küfür ve dalalet sanıyorlar. Anlamadıklarından dolayı marifet bilgilerine inanmıyorlar. Batın ilimlerine de inanmıyorlar. Batın ilimlerine inanmayan ise, Nebiler Nebisi’nin dininin sırlarına inanmamış olur. Böyle kimseye bidat ve dalalet ehli, yani “sapık” denir. İmanlı görünür ise de münafık gibidir. Zira Yüce Allah Celle Celaluhü Hazretleri dilediğine bilmediklerini öğretir. Bu hususta Yüce Mevla Bakara Suresi 282’nci ayetinde şöyle buyuruyor: “Allah’tan korkunuz, Allah-ü Teala kendinden korkanlara bilmediklerini öğretir.”

Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin emir ve yasaklarını doğru yapabilmek için her iman edene lazım olan ilmihal bilgileri az zamanda ve kolayca öğrenilebilir. Bununla amel edince, ilm-i batın hâsıl olabilir. Batın ilimlerine kavuşmamış olan din adamları bilmedikleri ilimlere inanmıyorlar. Batın ilmi olarak anladıkları ve söyledikleri de kendi gibi bir cahilden işittikleri veya batın âlimleri olanların kitaplarından okuyup ezberledikleri şeylerdir. Paslı kalpleri açılmamış, Rahmani nura kavuşamamışlardır.

Kendilerini batın âlimi sanan bu cahiller, akıllarının esiridirler. O büyüklerin bildirdiklerini, kısa akılları ile ölçerek yanlış anlamaktadırlar. Kur’an-ı Kerim’i ve Hadis-i Şerif’leri de böyle yanlış anlıyorlar. Bozuk zararlı tefsir kitapları yazarak Müslümanları gayeden uzaklaştırıp felakete sürüklüyorlar. Bu gönülleri karanlık dolu olanlar hakkında bakın Yüce Allah Celle Celaluhü Hazretleri Nur Suresi 40’ıncı ayetinde ne buyuruyor: “Allah-ü Teala bir kimseye nur vermezse, o münevver olamaz.” Ayet-i Kerime’si bu gönlü karaların durumlarını açık olarak beyan ediyor.

Allah Celle Celaluhü Hazretleri’ne kavuşmak, yaklaşmak, Allah Celle Celaluhü hazretlerini tanımak, sevmek ve feyiz almak, nurlanmak, arif olmak, ilmi batın sahibi olmak gibi şeyler hep maneviyata gerçek manada intisap edip teslimi kalb ile olur. Allah Celle Celaluhü Hazretleri her şeye kavuşmak için bir sebep yaratmıştır. Bir şeye kavuşmak için o şeyin sebebine yapışmak lazımdır. Bildirdiğimiz şeylere kavuşmanın sebebi, kalbi masivadan yani Allah Celle Celaluhü Hazretlerinden ve O’nun razı olduklarından başka olan her şeyin sevgisinden temizlemektir. Zira Cenabı Hak Celle ve Ala hazretleri insanı kâmili kendi zatına ayna eylemiştir. O aynanın cilası, parlaklığı muhabbetle olur. Nuru Hüda’nın gelmesi, kulun gönlündeki ihlâs ve muhabbetine göredir. Nurun gelmesine mani olan perde var ise bu kuldandır. Bunun misali şuna benzer ki, güneş ışığı bütün evleri kaplamıştır. Lakin pencerelerini kapalı tutanların, perdeleyenlerin evlerinin içleri aydınlık olur mu? Elbette olmaz. Güneşin bunda ne kusuru vardır. İnsan vücudunun Hak Teala hazretlerinin aynası olduğunda şüphe yoktur. Lakin aynayı çok tozlandırıp da hakikati görmemek de büyük bir mahrumiyettir. İhlâs ile ibadet ederek o aynayı parlak tutmak lazımdır.

Hiçbir zaman nefisle mücadele etmeyi terk etmemelidir. Görünüşte insan olan fakat maneviyatı yok olan gönlü kara ayakta gezen ölülerden uzak olmak lazımdır. Bu insanları körlüğe sürükleyen sözüm ona ilim sahibi olan kişiler ilmi para karşılığı satarlar ve bu insanlara Yüce Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin Ayetlerini gerçek olarak açıklamazlar. Ama gerçek ilim sahibi ve Peygamber varisi olan evliya izamı öyle değil, onlar Yüce Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin ayetlerini kullarına menfaatsiz olarak hiçbir ücret talep etmeden gerçek manada anlatırlar. Yüce Mevlamız bu hususta Al-i İmran Suresi 199’uncu ayetinde şöyle buyuruyor: “Allah’ın ayetlerini birkaç paraya satıp dünya menfaati elde etmezler. İşte bu mü’minlere Rableri katında mükâfatları vardır.”

Evliya bütün gizliliğine rağmen bir lamba gibidir. Etrafını aydınlatır. İnsanlar, kendilerine gelen birçok faydalı şeyin onun sebebi ve hürmetine geldiğini anlayamazlar. Bunun böyle olduğunu, çoğu zaman velinin kendisi dahi bilmez. Velilerden bir zat şarkta Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin dinine ait bir şey konuşsa, garpta da bir kimse o velinin sözlerini duyup kabul etse ve bunlara tabi olsa, uysa, nasibi kadar o velinin nurundan istifade eder. Aradaki uzaklık istifadeye mani olmaz.

Yüce Allah Celle Celaluhü Hazretleri Evliya kulunu Kur’an-ı Keriminde medh-ü sena ediyor, Evliya kuluna tabi olanı mahrum etmeyeceğini beyan ediyor. Sen mü’minim diyorsun ve Ayet-i Kerime’ye inanmıyorsun. Allah Celle Celaluhü Hazretleri nefsiyle mücadele eden mümini, son nefesinde muhafaza eder. İslam üzere vefat etmeyi ona nasip eder. Hakiki irfan sahibi makbul bir evliya zata tabi olarak peşinden bir adım gitmen, kendi boş arzunla, nefsine uyarak ve güya Hak yol zannederek, kendine göre tuttuğun yolda yüz bin fersah yürümenden çok faydalı ve hayırlıdır.

Kendisinden ilim edeb ve âleme gönderiliş gayesini öğrendiğin üstada hizmet, babaya hizmetten önce gelir. Çünkü baba, senin bu bir kaç günlük keder ve sıkıntı âlemine gelmene vesile oldu. O kıymetli Üstad ise, seni safa âlemine, yüce âleme yükseltmekte, ebedi saadetine vesile olmaktadır. Dünyaya gelip, Kamil bir Mürşidin (yol göstericinin) manevi terbiyesi ile yetişmeden ölen bir kimse, mülevves olarak ölür. İsterse insanların ve cinlerin sayısı kadar ibadet yapmış olsun. Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin ihsan ettiği nimetlerin en büyüklerinden birisi, aralarında irfan sahibi veli bir zatı bulundurmasıdır. İsterse insanlar onu tanımasınlar bilmesinler. Ariflerden bir zatın yanında ve sohbetinde bir an bulunmanın faydası, babanın terbiyesinden zahiri meseleleri öğretmesinden çok daha fazladır.

Evliyanın bir anlık terbiyesi öbürlerinin yirmi yıllık terbiyesinden daha fazla ve daha tesirlidir. Çünkü onlar dış görünüşü terbiye etmeye uğraşırlar. Arif zat ise, insanın batınını ruh yapısını terbiye eder, yetiştirir. Evliya izamı ile olup sohbetlerinde bulunmak, özü sözü doğru, fazilet ve kerem sahibi zatlar ile beraber olmak, saadetin kimyasıdır. Yani insanı saadete kavuşturan en kıymetli sermayedir. Dinine bağlı padişahların adetleri öyle idi ki, onlar hiçbir zaman meclislerinden hikmet ve fazilet sahibi evliya izamını eksik etmezlerdi. Onlar ile meşveret etmeden, onlara danışmadan bir hüküm vermezlerdi. Bu sebeple saltanatları adalet ve istikamet üzere devam ederdi.

Evliyadan bazısı buyurmuşlardır ki: “Salih dost zatlar (güzel kokular satan) attar gibidir. Kokudan sana bir şey vermese dahi, hiç olmazsa güzel kokusundan nasip alır ve istifade edersin. Salih olmayan kötü arkadaş ise, demirci gibidir. Kendisiyle beraber bulunduğunda seni demirci ocağına (ateşe) atmasa bile, dumanından rahatsız olursun. İsi ve dumanı üzerine siner.”

Yüce Allah Celle Celaluhü Hazretlerine hamdü sena olsun ki, Peygamberlerin huyları ile bezenen Peygamber devamı olan Evliya izamını onların varislerini yaparak, seçkin kullarından eyledi ve evliya izamını dünyada ve ahirette rehber yaptı. Dünya ve ahirette selamet ve saadete ermek için Peygamberlerin (AS) varisleri ve devamı olan Evliya ile gerçek ilim sahibi âlimleri hakkında ulu orta konuşmamak lazımdır. Zira Yüce Allah Celle Celaluhü Hazretleri: “Benim veli kuluma eziyet eden kimse, benimle harb etmiş gibidir.”2 buyurdu.

Kendisini Allah Celle Celaluhü Hazretleri’ne adayan kişi. Şüphesiz Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin hıfz ve himayesinde olur. Allah Celle Celaluhü Hazretleri’ni sevenin başkasını gözü görmez. Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin yoluna sülük eden, mutlaka Allah Celle Celaluhü Hazretleri’ne vasıl olur. Allah Celle Celaluhü Hazretleri’ne vasıl olan ise hıfzı emanında yaşar. Ağyarı ve avamı terk eden kişinin vakti, Yüce Allah Celle Celaluhü Hazretleri ile geçer. Allah Celle Celaluhü hazretlerinin kapısını çalar. Allah Celle Celaluhü Hazretleri’ne sığınıp O’na tevekkül eder.

Günümüzde maalesef evliyaya inanmayanlar var. “Evliya vardı, şimdi yok” diyenler var. Evliyanın sekr halinde iken, yani Allah Celle Celaluhü Hazretleri’nin sevgisi kaplayıp kendilerini unuttukları zaman, bilmeyerek söylediklerini dillerine dolayarak, evliyaya “kafir” diyenler var. Evliyanın böyle sözlerinden kendilerine göre yanlış mana çıkararak böyle yanlış inananlar, böylece Ehl-i sünnet âlimlerinin Kur’an-ı Kerim’den ve Hadis-i Şerif’lerden çıkarmış oldukları doğru bilgilere inanmayanlar, bu bilgileri saptıranlar var. Resulûllah Sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin hepsini tebliğ etmeye memur olduğu zahir bilgilerini öğrenip Resulûllah Sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin Esbabından dilediğine dilediği kadar bildirmesi için izin verilen tasavvuf marifetlerine inanmayanlar var. Evliyaya kıymet vermeyen saygı göstermeyenler var.

1. Muhyiddin-i Arabi (RA) Hz.leri’nin Şeceretül Kevn adlı Risalesinden

2. Sahihi Buhari

www. Gavsuazam.de sitesinden de yararlanılmıştır.